Fransız Komünist Partisi (FKP) ile işbirliği yapma girişimlerine kesinkes son veren bu bildiri, Breton ile Çek sürrealist Vítezslav Nezval’a –ve daha pek çok kişiye– söz hakkı tanınmayan Kültürün Savunusu İçin Uluslararası Kongre’nin ertesinde yayınlandı. Nihayetinde, Éluard’ın, Breton’un konuşmasını onun adına sunmasına izin verilecekti, ama ancak gece yarısından sonra ve neredeyse bomboş bir salona. Takip eden olaylar, bu bildiride FKP’ye karşı sergilenen güvensizliği tümüyle haklı çıkaracaktı.
Kültürün Savunusu İçin Uluslararası Kongre, 1935
[...]
“Marx’ın kuramının kusursuz ve sorgulanamaz olduğunu kesinlikle düşünmüyoruz; bilakis, bu kuramın, hayatın gerisinde kalmak istemiyorlarsa sosyalistlerin her yönüyle kusursuzlaştırmak mecburiyetinde oldukları bilimin sadece temelini oluşturduğuna kaniyiz.” Marksizm için geçerli olan şeyin bugün Leninizm için de aynı derecede geçerli olduğunu bize düşündürten, Lenin’in 1899 tarihli bu sözleridir. En azından, bu sözler bizi Komünist Enternasyonal’in şiarlarını sorgusuz sualsiz kabullenmeye ve bunların uygulanma usullerini a priori onaylamaya yönlendirmez. Öyle sanıyoruz ki bu şiarları düşünmeden kabul etseydik devrimci entelektüeller olarak görevimizi yerine getirmiyor olurduk.
[...]
Diyorlar ki “Sosyalizm tek bir ülkede inşa ediliyor, dolayısıyla, bu ülkenin liderlerine körü körüne inanmalısın”. Herhangi bir çekince duymak ya da itirazda bulunmak –hangi konuda olursa olsun– suçtur. Geldiğimiz nokta budur; bize tanınan düşünce özgürlüğü bu kadardır. Günümüzde, devrimci bir tarzda düşünen herkes kendine ait olmayan bir düşünceyle karşı karşıya bırakılmıştır.
[...]
Ortodoksluğa duyulan bu gözü kara ihtiyacın bize gösterdiği tek şey (ister tek tek kişiler isterse tüm parti ölçeğinde) cılızlaşmış bir öz-bilinçtir. “Bir parti, bölünerek ya da farklılıklarına rağmen bir arada kalarak muzaffer bir parti olduğunu ispatlar” der Engels. Ve yine Engels “proletaryanın birliği, tıpkı Roma İmparatorluğu altında en beter zulümlerin yaşandığı dönemdeki Hıristiyan tarikatlar gibi, dünyanın her yerinde farklı farklı partilerin verdikleri ölüm kalım mücadelesiyle sağlanmaktadır” der. 1903’te Rusya Sosyal Demokratik İşçi Partisi’nde yaşanan bölünmeler ve o gün bugündür süregiden görüş ayrılıkları, hakiki bir devrimci durumun yanında saf tutan, birbirinden çok farklı –ama salim– beyinleri yeniden bir araya getirmenin doğuracağı uç imkânlarla birleştiğinde, bu sözlerin en çarpıcı ispatını oluşturur. Bu tehditleri ve sindirme çabalarını geride bırakarak, salim kalmak için mücadele etmeye, ve bu yolda –her koşulda haklı olduğumuz iddiasında bulunmadan– muhakeme bağımsızlığımızı ne pahasına olursa olsun korumaya devam edeceğiz.
[...]
Maalesef, günümüzde oportünizm, devrimci aklın şimdiye kadar kendini ispat etmiş iki asli unsurunu yok etme eğiliminde: kimi varlıkların isyankâr –dinamik ve yaratıcı– doğası ve bu varlıkların kendilerine ve ortak hareket ettikleri insanlara verdikleri sözleri bütünüyle yerine getirme azimleri. İster politikada ister sanatta olsun, bu iki güç dünyayı her zaman ileriye götürmüştür: bir yanda, insanlığa önerilen yaşam koşullarının kendiliğinden reddi ve bu koşulları değiştirme arzusu; öte yanda, ilkelere ya da ahlaki vicdana daimi sadakat. Bunların yerine SSCB’nin zorunlu başarıları (“başarmaması söz konusu olamaz”) gibi mesihçi bir fikri –giderek ciddi bir hâl alan taviz politikalarını a priori meşrulaştıran bir fikir– ikame ederek bu devrimci öğeleri seneler boyunca zapturapt altında tutmak ve hatta bunlarla –tehlike doğurmayacak şekilde– mücadele etmek mümkün değildir. Bize göre, böyle bir yola adandığı takdirde devrimci ruhun güçten düşmemesi ve harcanmaması mümkün değildir. Bu noktada, bize cesaret veren yine Lenin’in 3 Eylül 1917’de yazdıklarıdır: “Devrimci bir partinin görevi her tür uzlaşmayı kayıtsız şartsız reddetmek değil, ilkelerine, sınıfına, devrimci emellerine, devrim hazırlığına ve zafere taşımakla yükümlü olduğu kitlelerin eğitimine sadık kalarak, verdiği her bir ödünün ne ölçüde kaçınılmaz olduğunu bilmektir”. Öyle düşünüyoruz ki bu sadakatin koşulları yerine getirilmediği takdirde artık söz konusu olan uzlaşma değil, onursuzluktur. Bu koşulların bütünüyle karşılandığını mı varsaymalıyız?
Hayır. Pek çokları gibi biz de Stalin’in 15 Mayıs 1935’te yaptığı açıklamadan rahatsızlık duyduk: “Stalin, Fransa’nın, silahlı kuvvetlerini güvenliğini sağlayacak düzeyde tutma yönündeki millî savunma politikasını anlamakta ve tamamıyla onaylamaktadır”. En başında bunu Komünist Enternasyonal’in lideri tarafından verilmiş acemice ve bilhassa acı verici bir tavizden fazlası olarak görmekten imtina etmiş olsak da, hemen akabinde, insanların bu açıklamadan doğacak sonuçları alelacele benimseme ihtimaliyle ilgili çekincelerimizi belirttik: ‘emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi’ şiarının terk edilmesi (devrimci bozgunculuğun lanetlenmesi), 1935 Almanya’sının yaklaşan savaşı körükleyen tek ülke olmakla itham edilmesi (Almanya ile olası bir savaş halinde herhangi bir dayanışma ve dostluk ihtimalini baştan yok etmek) ve Fransız işçilere vatanseverlik fikrinin aşılanması.
[...]
Vatan kavramını ıslah etmeye yönelik tüm çabalara, millî duygular uyandırmaya yönelik tüm çağrılara şiddetle karşı çıkıyorsak eğer, bunun sebebi kalbimizin en derin ve kuytu köşelerinde bu duygulara yer bulamamamız değildir sadece. Bu çabalarda ve çağrılarda dünyayı pek çok kez yangın yerine çevirmiş aşağılık bir yanılsamanın canlandırılışına tanık oluyoruz; ama bu da itirazlarımızın yegâne sebebi değildir. Hepsinden önemlisi, tüm iyi niyetimize rağmen, bunları, yaygınlaşmış ve teşhis edilebilir bir kötülüğün alameti olarak görmekten kaçınamayışımızdır. Bu alametin, kendisiyle aynı cinsten ve aynı derecede ölümcül olan başka alametlere ne kadar benzediğini fark ettiğimizde, bu kötülüğü de teşhis edebiliriz. Son zamanlarda sık sık, The Road of Life (Yaşam Yolu) gibi bazı Sovyet filmlerinde rastlanan hastalıklı ahlak derslerine yönelik itirazlar dillendirmekle suçlandık. Muhabirlerimizden biri konu hakkında şu yorumu yapmaktan çekinmemişti: “SSCB’den esen sistematik aptallaştırma rüzgârları...” Birkaç ay evvel, Lu’da, Sovyet gazetelerinin günümüzdeki aşk anlayışı ve kadınlarla erkeklerin komün hayatı üzerine yaptığı bir araştırmanın sonuçlarını (birbirinden asap bozucu ifşaat seçkisi) okumak yukarıdaki yorumun –ki henüz bu tutumu yüzde yüz benimsemiş de değiliz– gerçekten abartılı olup olmadığını düşünmemize yol açtı. ‘Proleter sanat’ ve ‘sosyalist gerçekçiliğin’ sefil sonuçlarının bizde yarattığı hayal kırıklığı üzerinde hiç durmayalım. Aynı şekilde, kimi çıkarcı yobazların işçi sınıfını yalnızca SSCB’ye değil, aynı zamanda liderine de sadık kılmak için başvurdukları putperest kült de bizi endişelendiriyor.
[...]
Bu rejimin olması gereken ve olmuş olduğu şeyin tam zıddına dönmesinden Sovyet Rusya’nın bugünkü rejimi ve kadir-i mutlak lideri sorumludur.
Bu rejime ve liderine duyduğumuz güvensizliği resmen bildirmekten başka yapacak bir şeyimiz yok.
André Breton, Salvador Dalí, Oscar Dominguez, Paul Éluard, Max Ernst, Marcel Fourrier, Maurice Heine, Maurice Henry, Georges Hugnet, Sylvain Itkine, Marcel Jean, Dora Maar, René Magritte, Léo Malet, Marie-Louise Mayoux, Jehan Mayoux, E.L.T. Mesens, Paul Nougé, Meret Oppenheim, Henri Parisot, Benjamin Péret, Man Ray, Maurice Singer, André Souris, Yves Tanguy, Robert Valançay.
Ağustos1935
“When The Surrealists Were Right”, Surrealism Against the Current, s. 106-111. Kısaltılarak çevrilmiştir.