"Granjas integrales zapatistas", Beatriz Aurora, 1997.
EZLN 1983’te yeraltında, 6 kişilik bir grup olarak kuruldu: Meksika’nın farklı yerlerinden Lacandon Ormanı’na giden, üçü melez üçü yerli, beş erkek ve bir kadından oluşuyordu. Önce, bölgedeki yerli halkı bir gerilla ordusunda örgütleme amacıyla askerî bir kamp kurdular, bu gerilla ordusu ilerleyen yıllarda düzenli orduyu yenerek Meksika’da devrim yapabilirdi. Başta 1960’larla 1970’lerin Latin Amerika devrimci hareketlerinin tipik ideolojisinin etkisinin altında olan grup, Marksist-Leninist bir sosyalizm inşası anlayışına bağlıydı.
İlk ağızdan aktarılanlara göre,[1] daha bu ilk aşamalarda ve yeraltında yaşamanın getirdiği zorluklara rağmen, EZLN’de çok güçlü bir sanatsal ifade eğilimi vardı. “Her Pazartesi günü kültürel etkinlikler düzenliyorduk: ‘kültür birimi’ dediğimiz bir grupla toplanıyor, şiirler, şarkılar okuyor, tiyatro oyunları canlandırıyorduk”. Askerî eğitim rutini çerçevesinde fiziksel antrenman yapılıyor, Kuzey Amerika ile Meksika ordularının strateji kitapları okunup tartışılıyordu; ama Cervantes, Juan Gelman, Shakespeare, Miguel Hernandez, Brecht gibi yazarların eserleri de hep birlikte okunuyordu. EZLN’nin resmî bildirilerinin kendine özgü üslubunda bunların büyük etkisi görülecekti.
Ancak, Zapatizm’in politik/estetik benzersizliğini belirleyen tek etken, küçük bir grup devrimcinin eğilimleri değildi; Chiapas’ın o bölgesinde yaşayan Maya yerlilerinin kozmolojisiyle ve kadim formlarıyla yaşadıkları karşılaşmaydı. Bu karşılaşma, kelimenin gerçek anlamıyla bir olay, “süblim bir hadise”ydi,[2] başlangıçtaki planı altüst edip beklenmedik olanakların önünü açan, böylece yeni bir öznelliğin biçimlenmesini sağlayan güçlü bir sarsıntıydı. “O aşamada,” diye anlatıyor Marcos, “EZLN, oraya gittiğimizde tasavvur ettiğimiz şey olmaktan çıktı. Yerli topluluklar bizi yenmişti, ve bu yenilginin sonucunda EZLN katlanarak büyümeye, bambaşka bir şeye dönüşmeye başladı”. Başka bir metinde[3] Marcos daha da kesin ifadeler kullanıyordu: “Gerçek anlamda bir yeniden eğitim, yeniden biçimlenme sürecinin sancısını çektik. Yerliler bizi adeta silahsız bırakmıştı. Sanki bizi oluşturan, parçamız olan, sahip olduğumuzun farkında bile olmadığımız her şeyi –Marksizm, Leninizm, sosyalizm, kent kültürü, şiir, edebiyat– sökmüşlerdi. Bizi önce silahsız bırakmış, sonra yeniden, ama bambaşka bir tarzda, silahlandırmışlardı.”
Gerillalar, yerli topluluklarla politik bir diyalog kurabilmek için öznel yatkınlıklarını büyük ölçüde yeniden oluşturmak zorunda kaldılar. Değişimin aktörü olarak tanımlanan belli bir grup insanda “bilinç” yaratıp politik değişim yolunun gösterildiği endoktrinasyon ve üye devşirme gibi alışıldık stratejileri bir yana bırakmaları gerekti. EZLN’nin yerli topluluklarla karşılaşması, bu stratejilerin tam tersiydi; iki tarafı da karşılıklılık ve alışveriş yolları keşfetmeye sevk eden sürtüşmelerle biçimlenmişti. “Politik tasavvurumuzun, yerli topluluklarınkiyle çatıştığını ve bu doğrultuda değiştiğini seziyorduk. Bu durum, EZLN’nin, bir gerilla birimi olarak son derece yoğun olan kültürel hayatı üzerinde de etkili oldu.”[4]
Bu karşılıklı dönüşüm sürecinin, hem dilin kullanımı hem de tercüme eylemi üzerinde bazı etkileri olduğunu da kaydetmek gerekiyor. Yerli dilleri, çok canlı bir sözlü geleneğe dayanır ve gerçekliği son derece şiirsel unsurlarla betimler. Bu, yerlilerin İspanyolca’yı temellük etme biçimlerine de yansımıştır: Bu dil, kinayeli imgeler ve metaforlarla doludur. Yerli kozmolojilerini tercüme etmek söz konusu olduğunda, kelimeler yetersiz kalır. Örneğin, 1910’da Meksika Devrimi’nin kıvılcımını çakan ve EZLN’nin de sahiplendiği “Toprak ve Özgürlük” çağrısının, Nahuatl dilinde çok daha geniş bir manası vardır: Toprak (tlali) kavramı aynı zamanda doğa, yeryüzü ve komünal yaşam fikirlerini de içerir. ¡Tierra y Libertad! sloganının, toprağı bir üretim aracından ibaret görmeyen Meksika yerli halkları arasında bu kadar büyük yankı uyandırmasının nedeni de budur.
Bu dil aynı zamanda, İspanyol sömürgeciliğine direnişi de bünyesine katan son derecede zengin bir görsel dili içerir. Örneğin, “İspanyol conquistador’lar, isyancıları hemen seçebilmek için Chiapas ve Guatemala halklarını köylerinin işareti olan ayırt edici giysiler giymeye zorladıklarında, yerli kadınlar buna direnmek için olağanüstü güzellikte huipil’ler işlemişlerdir”.[5]
Zapatist görsel dili, Maya geleneğine ait unsurlarla ve bu geleneğin devrimci projeyle karşılaşmasından doğan sembollerle doludur. Örneğin kar maskesi, hızla bir kimlik ve birlik sembolü haline gelmiştir. Maske, hem kadim direnişi hem de ölümün varlığını canlandırır: Zapatistlerin sık sık tekrarladıkları gibi, “yaşamak için ölmemiz gerektiği” gerçeğini ifade eder. Maske aynı zamanda, Jacques Rancière’in “duyulurun paylaşımı” dediği şeyin altüst edilmesini de içerir: belirli bir toplumsal-tarihsel durumda algının, düşüncenin ve eylemin koşullarını belirleyen rejim. Zapatistler, adlandırılmak ve tanınmak için yüzlerini kapatır, gizlenmek içinse maskelerini çıkarırlar.
Maya kozmolojisiyle yaşanan karşılaşma, müralizm gibi daha geleneksel sanatsal ifade biçimlerinde, anonim Zapatist köylü sanatçılarının resimlerinde, Beatriz Aurora’nın eserlerinde de görülür. Beatriz Aurora, 1990’ların ortalarından beri Zapatistlerle çok yakın ilişki içinde olan bir sanatçı. Resimleri, Zapatizm’in görsel estetiğini keşfetme çabaları olarak görülebilir. Bunlar aynı zamanda dışardaki insanları Zapatistlerin politikası, talepleri ve tarihleriyle buluşturan birer geçit işlevi görüyor.
Geçen yıl Aurora’yla yaptığım bir söyleşide, eserlerindeki hangi unsurların Zapatistlerin hayal ettiği “başka dünya”yla ilişkili olduğunu sordum. Cevabı şöyleydi: “Bütün motifler. Mesela, kullandığım renkler her an her yerde mevcut – en başta da kadim formlara dayanarak kendi tasarladıkları kıyafetlerde. Zapatist toplulukları, muazzam çeşitlilikte canlı unsurun birlikte var olduğu mekânlar: her yaştan Zapatist, yeni hasat edilmiş mısırlar, gitar çalan gençler, güneşte kuruyan kakao ve kahve. Her şey, gür bir bitki örtüsünün içine gömülmüş. Her türden evcil hayvan etrafta geziniyor. Bütün bu unsurlar, bir yaşam-orkestrası gibi, armonik bir hareket ve seda yaratıyor.”[6]
Başka bir yerde de vurguladığım gibi,[7] Beatriz Aurora’nın resimlerinin birçoğunun baskın özelliği, perpektifin yokluğu (veya tam gelişmemiş halde bulunması). Bu özellik, ressamın, kompozisyondaki her öğeye eşit konum kazandırma amacını yansıtıyor. Aurora’nın kendine özgü renk kullanımı ve temel formlardan yararlanması, eserlerine naif bir hava vererek, çocukluğa dönme çağrısını, dünya karşısında ve barındırdığı imkânlar karşısında duyulan büyülenmeyi yansıtıyor.
“Yaşam orkestrası” deyişi Zapatistlerin politik süreçlerini çok iyi tarif ediyor, çünkü şirketlerin sömürü ve yıkımlarının yol açtığı ölümün karşısına yaşamı çıkarıyor ve sıradan insanların gündelik hayatıyla organik bir bağı var. Güney Afrikalı bir gecekondu hareketi üyesinin ifadeleriyle, “bu, insanlara yakın ve onlar için gerçek olanın politikası”,[8] ideolojiye karşı olmasa da, önceden var olan bir teoriden yola çıkmıyor, veya işe ayrı bir alandan başlamıyor, somut bir duruma içkin bir bakış açısıyla insanların ne dediğinden ve ne yaptığından hareket ediyor.
Bu yaklaşım, yenilikçi eşitlik ve toplumsal adalet anlayışlarıyla deney yapan benzersiz bir politika türünün gelişmesini sağladı; son derece yerelleşmiş bir ölçekte olmakla birlikte, 20. yüzyıldaki girişimlerin başarısızlıklarını aşan bir politika bu. 1990’ların ortalarından beri bu deneyler, hareketin başta önüne koyduğu zafer ve devlet iktidarını ele geçirme hedeflerinin yerini alarak, Zapatist toplumunu biçimlendiren eşitlikçi formlarda belirginleşti: bağımsız Juntas de Buen Gobierno (iyi hükümet kurulları), sağlık hizmeti sistemi (özerk olarak yönetilen klinik ve hastaneler), eğitim sistemi ve kolektif biçimde örgütlenmiş üretim sistemi.
Subcomandante Marcos, La Realidad’da, 2014
22-25 Mayıs 2014 tarihleri arasında, Zapatist hareketin beş politik merkezinden biri olan La Realidad’da, Galeano adıyla bilinen Zapatist eylemci José Luis Solís López’in anma törenlerine katıldım. Galeano, geniş çaplı bir kontrgerilla stratejisinin parçası olarak, federal hükümetin üyeleri tarafından yönetilip finanse edilen CIOAC-H adlı paramiliter örgüt tarafından birkaç hafta önce öldürülmüştü. Burada bu olayın ayrıntılarına girmeyeceğim; anma törenleri sırasında, Subcomandante Marcos’un kamu önüne son kez çıktığı konuşmasına odaklanacağım. Bu önemli figürün veda sözlerini sarf ettiği bu bildiri, her zamanki gibi son derece derin, şiirsel, dolayısıyla farklı okumalara açıktı.
Malum, Marcos son yirmi yıldır EZLN’nin en çok göz önünde olan sözcüsüydü, öyle ki uluslararası çapta bir ikon haline gelmişti. Ayaklanmanın ilk günlerinde, EZLN’nin sözcülüğünü üstlendiği zamandan beri tanıyoruz onu, ve yıllar içinde bu sözcülük rolünü yorumlama biçiminde ciddi bir değişim olduğunu biliyoruz. Ayrıca kendisinin, ilk aşamalardan itibaren EZLN’nin askerî liderlerinden biri olduğunu da biliyoruz.
Marcos karakterinin biraz abartılı ve teatral olduğu, kamu önündeki görüntüsünün de bir hayli performatif olduğu hemen herkes tarafından kabul ediliyor. Örneğin Žižek,[9] Marcos’u “Subcomediante” diye adlandırarak, devrimci yaklaşımla bağdaştıramadığı bu tavrı eleştiriyordu. Fakat EZLN’nin birden, bir anma töreni sırasında, bu figürden kurtulmaya karar vermesi, büyük şaşkınlık yarattı. Her şeyden önce bu, “alışıldık” iktidar ve devrim mantığına aykırıydı. Devlet, bozguncu bir örgütü dağıtmak istediğinde, ilk hamlesi liderinden kurtulmak olmuyor muydu? Neden Zapatistler, kendilerine dünya çapında ün kazandıran, bu kadar ilgi çekmiş sembollerden birini ortadan kaldırma gereği duymuştu?
EZLN aylardır Marcos’un ağır hasta olduğu söylentilerini yayıyordu. Ana-akım medya, hastalığının niteliğini bile tartışmaya başlamıştı. Hatta bazıları, aslında EZLN’nin lider kadroları arasında anlaşmazlıklar olduğunu ima ediyordu. Marcos 24 Mayıs günü, La Realidad’da, Galeano anısına düzenlenen geçit töreninde bir atlı asker birliğine öncülük etti. Ama geceleyin, “bunlar, varlığım son bulmadan önce kamu önünde sarf ettiğim son sözler olacak” dediği bildirisini okumaya başladığında, seyirciler arasına endişeli bir sessizlik yayıldı.[10]
Marcos konuşmasına, EZLN’nin son yirmi yıldır geçirdiği değişim sürecindeki farklı boyutları ele alarak devam etti; ona göre bu değişimleri anlayabilenlerin sayısı çok azdı. Değişimin unsurlarından biri sınıftı: “aydınlanmış orta sınıftan, yerli köylüye geçiş”; bir diğeri ırktı: “melez liderliğinden, yerli liderliğine geçiş”. Ama değişimin bir unsuru da, düşünceydi: “devrimci öncülük anlayışından, itaat ederek yönetme anlayışına; yukardan iktidarı ele geçirme hedefinden, aşağıdan iktidar yaratma hedefine; uzmanlaşmış politikadan, gündelik politikaya; liderlerden halka; toplumsal cinsiyete dayalı marjinalleşmeden, kadınların katılımına; ötekini küçümsemeden, farklılığın kutsanmasına” geçilmişti.[11]
Bu analizin sonunda Marcos şunu soruyordu: Meksika’da entelektüeller, politikacılar ve eylemciler de dahil olmak üzere birçok insan, tarihi halkın yaptığını kabul etmekle birlikte, “uzmanların” bulunmadığı bir halk yönetimi karşısında neden bu kadar korkuya kapılıyordu? “Halk yönettiğinde, insanlar kendi atacakları adımlara kendileri karar verdiklerinde, [neden bu insanlar] bu kadar dehşete düşüyorlar”dı?[12]
Marcos, bu sorulara cevap bulmak için, 1 Ocak 1994’te EZLN’nin Chiapas’ın kentlerine indiği ve adımlarıyla dünyayı yerinden oynattığı isyana döndü. İlerleyen günlerde isyancılar ortada bir tuhaflık olduğunu fark etmeye başlamışlardı: “dışardaki insanlar bizi görmüyordu”.[13] Zapatistler, sivil toplumun, isyanlarının gerçek niteliğini anlayamadıklarını sezmişlerdi. “Yerlilere hep tepeden bakmaya alıştıklarından, bize bakmak için başlarını yukarı kaldırmadılar. Bizi hep aşağılanmış halde görmeye alıştıklarından, onurlu isyanımızı anlayamadılar. Bakışları sadece, kar maskesi giymiş vaziyette gördükleri, yani göremedikleri, bir meleze [Marcos’a] odaklandı.”[14]
Bu, Marcos’un açıkladığına göre, hareketin tarihi içinde “Marcos figürünün inşasının” başlangıcıydı. Bu inşanın gerekçeleri ortadaydı: ırkçılık, 500 yıllık sömürü ve aşağılanma, ayrıca politik öncülük anlayışı, insanları birkaç bin yerlinin nelere kadir olabileceğini görmekten alıkoymuştu. Bu insanlara, solun bazı kesimleri de dahildi, çünkü “sol, en çok da devrimci olma iddiasındaki sol da ırkçılıktan nasibini almıştır.”[15]
Hareket, bu görünürlük sorununa çare olarak, yerli isyanı ile toplum arasında –yani, birbiriyle bağdaşmayan iki kozmoloji arasında– sembolik bir dolayım aracı işlevi görecek estetik bir yaratıma başvurdu.
Marcos karakterini illa tanımlamam gerekiyorsa, hiç tereddütsüz, onun renkli bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Daha iyi anlayasınız diye şöyle de diyebilirim: Marcos, Bağımsız-Olmayan-Medya’ydı.[16]
Bu ifadeler çok önemli, çünkü “Marcos’un inşası”ndaki estetik-politik anlama dair bir (öz)eleştiri içeriyor. Marcos, bir mecra olarak imajının bağımsız olmadığını söylemekle, bu imajın iktidar alanına ait olduğu, o alana sızmak için kurgulanmış olduğu gerçeğine göndermede bulunmuştu.
Guy Debord’un izinden giderek, Marcos imajının “gösteri nitelikli” olduğunu, çünkü imajların yapısal bir ayırma, dolayımlama ve etkisizleştirme işlevi gördüğü soyut bir üretim ve toplumsal ilişki rejiminin parçası olduğunu iddia edebiliriz. Debord Gösteri Toplumu kitabında imajların toplumsal ilişkileri düzenleme biçimi sonucunda bireylerin üretim, ihtiyaç, duygulanım, arzu vb. gibi alanlarda kendi varlık koşullarının gerçekliğinden koparıldığını öne sürer. İmajlar insanları, bir soyutlaşma sürecine iter; bu süreçler, Tiqqun’un “kamusallık” diye nitelediği gayri şahsi bir ortak duyu içerisinde gerçekleşir. Kamusallık yoluyla “liberal devlet, nüfusun temelindeki geçirimsizliğe şeffaflık verir” ve böylece onu daha etkili biçimde yönetir.[17]
Dediğim gibi, Marcos figürü, Zapatist isyanı ile toplum arasında köprü kurmak üzere kamusallık alanına yansıtılmıştı. Zapatistlerin politik süreçlerini, daha alışıldık ve kolaylıkla algılanan bir devrimci imgeleme uygun düşen bir estetik çerçeveye yerleştirme ihtiyacının sonucuydu: ırksal ve sınıfsal hiyerarşileri yeniden ürettiği için de (beyaz, eğitimli bir lider), cazip bulunan bir çerçeveydi bu. Fakat bu imaj, hareketin gerçeğinden koparılmış bir soyutlamanın ürünüydü. Marcos’un inşası, isyana bir ölçüde ihanet ediyordu, çünkü onun hem niteliği hem de kompozisyonu konusunda yalan söylüyordu. Yıllar geçtikçe Marcos figürü, kamusallık alanında neredeyse kendi başına bir varlık kazandı, medya tarafından temellük edildi ve gösteri niteliğine büründürüldü, bunun sonucunda da kısmen depolitize oldu.
1851 tarihli bir metinde Fransız bir işçi, büyük sanatçıların (ve sosyalist propagandanın) işçi figürünü temsil ettikleri kalıplaşmış tasvirleri eleştirir: “Döküm işçilerinin sert duruşu, hayranlık verici bazı çalışmalara konu olmuştur. Flaman ve Hollanda okulları, bu duruşun bir Rembrandt veya bir Van Ostade’nin elinde nasıl iyi sonuçlar yaratabileceğini gösterdi. Ama bizler, bu hayranlık verici eserlere model olan işçilerin, çok genç bir yaşta görme yetilerini kaybettikleri gerçeğini aklımızdan çıkaramıyoruz, ve bu gerçek, o büyük ustaların eserlerine bakmaktan aldığımız zevkin kaçmasına sebep oluyor”.[18] Yani, döküm işçisinin estetik soyutlaması, fabrika koşullarındaki sefaletin üzerini örter. Öte yandan, Rancière şöyle der: “Ressamların, işçilerin yüzlerinde tasvir ettiği heybetli, erkeksi şiirsellik, işçilerin sefaletini örten bir maske değildir basitçe. Bir hayalden vazgeçmenin karşılığında ödenen bedeldir: imajlar dünyasında başka bir yere sahip olma hayalidir bu”.[19] Propaganda veya “kamusallık” adına üretilen imaj, temsil edilen özne (işçi, veya devrimci yerli köylü) üzerinde gizemleştirici ve baskıcı bir etki yaratır, çünkü onu belli bir duruma, veya imajlar dünyasında belirli bir yere tayin ederek, özgür olmasını engeller. “İşçiyi ona ayrılmış yerde tutmak için”, der Rancière, “gerçek hayattaki hiyerarşinin, imgelemsel bir hiyerarşideki kopyasının da olması gerekir […]”.[20]
Bu işçi temsilleri gibi, “Devrimci Marcos” figürü de Zapatist hareketin gerçekliğini (ırk, sınıf ve yapı bakımından) gizemleştirir, ama aynı zamanda Zapatist isyancılara imajlar dünyasında belirli bir yer tayin eder. Marcos’un vedası, bu dinamiği altüst etme hamlesi olarak görülebilir. Uruguaylı sosyolog Raùl Zibechi, bu etkileyici hamleyle birlikte “Zapatistlerin çıtayı muazzam yükseltiğini, bugüne dek hiçbir politik gücün erişemediği bir yere çıktıklarını” öne sürüyor.[21] Gerçekten de Zapatizm’in politik meydan okuması, Marcos’un estetik olarak temsil ettiği askerî liderlik düzeyinde değil, özerkliğin inşasında hayata geçiyor: iktidarın tabandan yaratılmasında, herkes için ve herkesle bağı olan gündelik politikada.
Kaynak: Alessandro Zagato’nun Poetics and Aesthetics in Zapatismo: The Farewell of Subcomandante Marcos başlıklı yazısından kısaltılarak çevrildi.
[2] Deleuze, Difference and Repetition (New York: Columbia University Press, 1994).
[3] Yvon Le Bot, El sueño zapatista. Entrevistas con el Subcomandante Marcos, el mayor Moisés y el comandante Tacho, del Ejercito Zapatista de Liberación Nacional (México: Plaza & Janés, 1997) s. 123.
[5] Kadın giysileri. Jeff Conant, A Poetics of Resistance: The Revolutionary Public Relations of the Zapatista Insurgency, 2010.
[6] GIAP, “Entrevista a Beatriz Aurora”, Rufiàn Revista, 17, 2014 s. 67.
[7] Natalia Arcos ve Alessandro Zagato, “Diálogo n°1: Notas sobre estética y política en el movimiento zapatista” Rufiàn Revista, 17, s. 21
[17] Tiqqun, Introduction to Civil War (Los Angeles: Semiotexte, 2010).
[18] Jacques Rancière, The Nights of Labour: The Workers’ Dream in Nineteenth Century France (Philadelphia: Temple University Press, 1989) s. 5 .