Topluma Karşı Savaş
Jan-Henrik Friedrichs
1979 yılının sonbaharında, Berlin’de Kreuzberg semtinin yıkıma terk edilmiş Skalitzer Sokağı’nda kalan tek tük evlerde yaşamaya devam eden insanlar silah sesleriyle uyandı. Çoğu “misafir işçi” olarak 1960’larda Berlin’e gelmiş Türk göçmenlerden oluşan semt sakinleri evlerinden çıktıklarında, atış talimi yapan ABD askerleriyle karşılaştılar. Berlin Duvarı’na 200 metre mesafede bulunan ve yıkılması planlanan bölgeyi, şehir içi savaş talimi yapmaları için ABD ordusuna kiralayan Berlin Senatosu, yıkılmamış evlerde hâlâ yaşayan kiracıları unutmuştu.
Skalitzer Straße’de Amerikan askerleri, Kaynak: Jan-Henrik Friedrichs, “Urban Spaces of Deviance and Rebellion: Youth, Squatted Houses and the Heroin Scene in West Germany and Switzerland in the 1970s and 1980s”, s. 131
Bu olay, 1970’lerin sonunda Berlin Kreuzberg’de yaşanan durumu özetliyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, “Kreuzberg 36” ya da “SO 36” olarak anılan bölge –posta kodu olan Güneydoğu (Süd-Ost, SO) 36’nın kısaltması– Berlin’in ve “Özgür Batı”nın çeperlerinde kalmıştı. Üç tarafı Berlin Duvarı’yla çevrili olan bu eski işçi sınıfı mahallesi, Batı Berlin’i “Batı’nın vitrini”ne dönüştüren cömert yardımlardan yararlananamıştı. Kreuzberg’de bulunan 83 bin apartmanın 50 bini, Birinci Dünya Savaşı öncesinde inşa edilen binalardı. Bu konutların tümü çürümeye terk edilmişti. Fordist şehir planlamasına uygun olarak eski binalar yıkılıp yerlerine gökdelenler inşa edilecekti. Bu amaçla şehir yönetimi, özel yatırımcılarla birlikte apartman bloklarını tek tek satın aldı ve içlerindeki kiracıları çıkarmaya başladı. Mevcut binaları yenilemeye israf gözüyle bakılıyordu. 1970’lerin sonuna gelindiğinde SO 36 harap ve viran haldeydi.
Bunun üzerine bazı Kreuzberg 36 sakinleri biraraya gelerek Bürgerinitiative adlı yurttaş inisiyatifini kurdu. İnisiyatif öncelikle, sadece Kreuzberg’deki 300 apartmanda kiracıların tahliye edilmesine yol açan konut idaresine (Berliner Wohn- und Geschäftshaus GmbH, BeWoGe) odaklandı. BeWoGe üzerinde baskı kurmak amacıyla Bürgerinitiative üyeleri Şubat 1979’da iki apartmanı işgal ettiler ve hemen binaları onarmaya başladılar.
Yaşanılacak durumda olduğu halde boşaltılan binaların varlığına dikkat çekmek üzere yapılan bu sembolik işgal eyleminin çehresi kısa bir süre sonra değişti. Sosyal Demokrat hükümetin izlediği geliştirme politikalarından duyulan hoşnutsuzluğun yarattığı baskının da etkisiyle, BeWoGe sonunda işgalevcilerle kira sözleşmesi imzalamayı kabul etti. İşgal pratiği, böylelikle, hem evleri yıkılmaktan kurtarmanın hem de yaşayacak yer bulmanın yoluna dönüştü.
Ocak 1980’de bir Berlin mahkemesi, halihazırda geliştirme projesi bulunmayan bir binanın tahliye edilmesi için hiçbir hukuki zemin olmadığına karar verdi. Bu kararla birlikte, işgalevi pratiği, modernleşmeci kent planlamasına karşı uzun vadeli bir direniş imkânının önünü açtı. Karardan sonra işgalevcileri Berlin’in dört bir yanında binaları işgal ettiler. Artık dört başı mamur bir hareket oluşmaya başlamıştı. Nisan 1980’de, Kreuzberg 36’daki 10 işgalevi arasında koordinasyon sağlamak üzere işgalevi konseyi Besetzerrat K 36 kuruldu. Emniyet güçlerinin buna cevabı ise, özel bir işgalevi birimi kurmak oldu.
İşgalevi Kültürü: Mekânda ve Zamanda Özerklik
O dönem işgalevi hareketinin tahminen 5000 faal üyesi bulunuyordu, harekete destek verenlerin sayısı ise 10 bini aşmıştı. Araştırmalar, sadece genç kuşağın değil genel nüfusun da yarıya yakınının işgalleri onayladığını ortaya koyuyordu. Batı Berlin işgal hareketi, hem yerel kent politikaları üzerinde hem de dönemin gençlik kültüründe önemli rol oynadı. Batı Berlin, Almanya’daki en geniş alternatif kültür ortamına sahipti. Özellikle öğrenci protestolarının başını çektiği 1968’den sonra kent, sol eğilimli gençler için bir cazibe merkezine dönüşmüştü. Technische ve Freie Universität gibi üniversiteler radikal düşüncenin gelişiminde öncü rol üstleniyordu; ayrıca kiralar da nispeten ucuzdu. Yeraltı kültürü son derece canlıydı ve 1960’lardaki komünal yaşam deneylerinin izleri silinmemişti.
İşgal edilen binalar kamusal iletişim alanı olarak kullanılıyordu. İşgalevlerinin cepheleri ve duvarları sloganlarla, afişlerle, pankart ve resimlerle kaplanıyordu; gündelik hayatın düzenlenmesiyle ilgili meseleler duvarlar üzerinde karara bağlanıyordu. Verdikleri mesajdan bağımsız olarak, pankartların ve duvar resimlerinin varlığı sadece işgal edilmiş binanın değil çevresinin de sahiplenilmesini ifade ediyor, kentin çehresini değiştiriyordu. “Sessiz işgal”lerden farklı olarak, bunlar kent mekânı ve kentsel gelişim politikaları üzerinde söz sahibi olmak isteyen bir gençlik kültürünün ifadeleriydi ve bir teritoryanın belirlenmesine işaret ediyordu. Bu graffitiler, sadece topluma karşı açılan savaşın sembolü olmakla kalmıyordu, aynı zamanda o savaşın yürütüldüğü ve korumak için sürdürüldüğü teritoryanın sahiplenilmesinin de sembolüydü.
İşgalevciler nezdinde devlet, bütün disiplin kurumlarını ifade ediyordu. Kreuzberg 36 gibi yerlerde devletin olmadığı ya da aşıldığı bir dünyayı –bir süreliğine de olsa– hayal etmek mümkündü. Ihr habt die Macht, doch wir haben die Nacht (İktidar sizinse, geceler bizim) sloganı, özerkliğin sadece mekânla değil zamanla da ilgili bir mesele olduğunu açıkça gösteriyor. Teritoryal özerklik, en başta, gösterilerde ve polisin cisimleştirdiği “devlet”le yaşanan çatışmalarda tecrübe ediliyordu. Sokaklarda, barikatlarda, köprülerde yaşanan şiddetli çatışmalar, işgalciler arasında özgül bir politik program olmaksızın birlik ve dayanışma duygusu sağlıyordu.
"Oturma odası olarak sokak”, Kreuzberg, 1980’lerin başı, Kaynak: Jan-Henrik Friedrichs, “Urban Spaces of Deviance and Rebellion: Youth, Squatted Houses and the Heroin Scene in West Germany and Switzerland in the 1970s and 1980s”, s. 178
Politik protestonun mekânsallaşması, ve devrimden ziyade özerkliğin peşine düşülmesi, işgalevlerinin iç yapısı üzerinde de doğrudan etkili oldu. Başka politik hareket ya da kurumlarla kıyaslandığında, işgalevi ortamına katılmak daha kolaydı. 1970’lerin sol gruplarından farklı olarak, birlikte harekete geçmek için bir program üzerinde anlaşmak gerekmiyordu. Ancak, “özgür mekân” ve “isyankâr teritorya”nın yegâne dayanak noktası olduğu bir harekette, işgalevcilerinin kendi aralarındaki ve işgalciler ile “sıradan halk” arasındaki çelişkiler de masaya yatırılamıyordu. Harekete dahil olmayan mahalle sakinleriyle köklü ilişkiler kurulamamıştı. İşgalevciler ile diğer mahalle sakinleri arasındaki mekânsal ayrışmanın zamanla pekişmesi sonucunda bu sorunların bazıları göz ardı edilebilir olduysa da, uyuşturucu kullanımı da dahil olmak üzere bazı sorunlar kolay kolay çözülemeyecek çelişkilere yol açıyordu. Kendi yaşam kültürünü korumanın yegâne amaca dönüşmesi, ve özerklik vurgusunun genel bir sistem eleştirisiyle yeterince beslenememesi sonucu gelişen bireycilik, hareketin kendi içinde aşılmaz ayrımlara yol açtı.
Kreuzberg Bülowstraße 89 adresinde, IRA militanı Bobby Sands’in adının verildiği bir işgalevi, 26 Mayıs 1981. Kaynak: Jan-Henrik Friedrichs, “Urban Spaces of Deviance and Rebellion: Youth, Squatted Houses and the Heroin Scene in West Germany and Switzerland in the 1970s and 1980s”, s. 160.
Hareketin Sonu
Haziran 1981’de muhafazakâr Hıristiyan Demokrat Parti iktidara geldiğinde tahliyeler ve çatışmalar yeniden baş gösterdi. İşgalevi pratiğine, bir kamu düzeni ve güvenlik meselesi olarak yaklaşıldı. 22 Eylül 1981’de sekiz işgalevinin boşaltılması üzerine polisle yaşanan çatışmalar sırasında 18 yaşındaki Klaus-Jürgen Rattay hayatını kaybetti. 1983 yılının ortalarına gelindiğinde geriye sadece 56 işgalevi kalmıştı; 47’si polis tarafından boşaltılmış, 45’i kira sözleşmesi imzalanarak yasallaştırılmış, 19’u da terk edilmişti. Kasım 1984’te son işgalevi de kira sözleşmesi imzaladığında Berlin işgalevi hareketi sona erdi.
Kaynak: Jan-Henrik Friedrichs’in “Urban Spaces of Deviance and Rebellion: Youth, Squatted Houses and the Heroin Scene in West Germany and Switzerland in the 1970s and 1980s” (The University of British Columbia, 2013) başlıklı doktora tezinden seçilmiş pasajların çevirisidir. Altbaşlıklar tarafımızdan eklenmiştir.
Çeviri: Elçin Gen
Berlin İşgalevi Hareketi, 1981-83
Geronimo
1980-81 yıllarında Batı Berlin merkezli yeni bir işgal dalgası ülkeyi etkisi atına aldı. Aynı anda 160 bina birden işgal altındaydı. Berlin’deki işgalevi hareketi, mahalle ve kiracı inisiyatiflerinin emlak spekülasyonuna ve mutenalaştırmaya karşı senelerdir sürdürdükleri mücadeleye dayanıyordu. Instandbesetzungen [işgal et ve onar] pratiği, 1979 yılında Bürgerinitiative SO 36 ve farklı kiracı örgütleri tarafından başlatıldı. 12 Aralık 1980’de polisin bir işgal girişimini engellemeye yönelik teşebbüsü, 12/12 olarak anılan ve harekete muazzam bir ivme kazandıran bir isyanla sonuçlandı. İlk defa, bizzat işgalci olmayan insanlar isyana katıldılar ve polisin sert müdahalesi sonucunda toplumun geniş kesimleri işgalevi hareketiyle dayanışma içine girdi. Destek komiteleri, ayaklanmalar sırasında tutuklanan eylemcilerin bir an önce serbest bırakılmasını talep ederek, aksi takdirde “Noel gecesi yanan tek şeyin Noel ağaçları” olmayacağı hususunda polisi uyardı. Kreuzberg ve komşu semt Neuköln’deki bazı işgalevleri kendilerini “Özerk Cumhuriyet” ilan ettiler. İşgalevi hareketi, Sosyal Demokrat Parti ile Özgür Demokrat Parti (SPD/FDP) önderliğindeki Berlin Senatosu’nun meşruiyetini sarsan yolsuzluk skandalından da yararlanmayı bildi. Özellikle Kreuzberg ve Schöenberg’de oluşan politik ve yasal boşluk eylemcilere geniş bir hareket alanı açtı.
Hareket, 1981 yılında “yasal, yasadışı, kim takar!” sloganı altında hızlı bir şekilde büyüdü. Yaklaşık üç bin kişi işgalevlerinde yaşıyor ve gündelik yaşamlarının büyük bölümünü özerk kolektifler olarak örgütlüyorlardı. İşgalcilere destek amacıyla kitlesel gösteriler düzenlendi. Bunlardan biri “Af Gösterisi”ydi. Gösteri sırasında bir süpermarketin yağmalanması üzerine, burjuva basını, ortada bir “başkaldırı” olduğundan ve müttefikleri güvenlik güçlerinin “düzen ve huzuru tesis etmek için” olaya müdahale edeceklerinden bahseder oldu (Berliner Morgenpost, 5 Temmuz, 1981).
Hareket, polis müdahalesine, tek bir merkezden yönetilmeyen küçük grupların eylemleriyle karşılık verdi. Bir işgalciye verilen son derece ağır cezayı protesto eden göstericiler, “iktidar sizinse, geceler bizim” sloganını şiar edinerek iki gece içerisinde kırk bankanın kilidini kırmayı, yetmiş ikisinin de camını tuzla buz etmeyi becerdiler. Ayrıca, Berlin’in ana alışveriş caddesi Kurfüstendamm’da pek çok sürpriz ayaklanma gerçekleşti. Bu olaylar milyonlarca marklık zarara ve Springer [muhafazakâr] basınında “Berlin öfkeyle kaynıyor!” gibi manşetlerin çıkmasına sebep oldu. Mücadele aynı zamanda devlet baskısının diğer mağdurlarıyla daha güçlü bir dayanışma bağı kurulmasına vesile oldu. 1981 Mart’ında hapisteki Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) militanlarının açlık grevine destek vermek amacıyla on binlerce insan sokağa döküldü.
İşgalevi hareketi ilk evresinde “teorik” açıdan fazla donanımlı değildi – fakat bu, politik görüşlerden de mahrum olduğu anlamına gelmiyordu. İşgalcilerin çoğu dogmatik olmayan sol ya da alternatif çevrelerden geliyordu ve, öğrenci hareketleriyle, nükleer karşıtı gruplarla, ya da tutuklu hakları için mücadele verenlerle teşrik-i mesaileri olmuştu. Hareketin ilk politik tartışma konularından biri devletle müzakere edip etmemekti. Müzakere karşıtlarının başlıca argümanı pek çok işgalcinin hapishanede olmasıydı. Müzakere yanlıları ise, halihazırda işgal edilip onarılmış evlerin güvenliğinin sağlanması gerektiğini savunuyordu. Böylece gazetelerde, viraneye dönmüş binaları sevimli alternatif evlere çeviren yaratıcı ve barışçıl insanlar olarak resmedilen “saygın” işgalcilerle ilgili, burjuva kesimleri yatıştırmaya yönelik ilk haberler çıkmaya başladı.
“Otonomi” Kavramı ve Batı Berlin’deki Konut Mücadelesi
Zamanla işgalevi hareketi içerisinde “otonomist” kavramı da hayli popülerleşti. Aylık radikal dergisinde konuyla ilgili tartışmalar yayınlandı. 1983 yılında bir otonomist şöyle yazıyordu:
Otonomi, mücadelemizi mükemmelen özetleyen bir kavram gibi geldi. İtalya’dan ithal edip “Otonomi tezleri” metniyle kendi çevremize takdim ettiğimiz bu terim, kısa sürede, o zaman olduğu gibi şimdi de değer verdiğimiz, bizim için önemli olan her şeyi temsil eder oldu. Önceleri, çoğumuz kendini anarşist, sponti, ya da komünist olarak tanımlıyordu; bazılarımızın ise özgürleşmiş bir yaşama dair muğlak ve şahsi fikirleri vardı. Sonra birdenbire hepimiz otonomist olduk (radikal, sayı 123, 1983).
radikal dergisindeki “otonomi tartışması”, otonomistlerin, 1968 öğrenci ayaklanmalarındaki otonom seleflerinden ayrıldıklarını açık bir şekilde ortaya koyuyordu. Derginin 98. sayısında (1981) yoldaşlar şöyle diyordu: “Kimlik sorunumuzu çözmek için İtalyan Otonom hareketinden medet umamayız.”
Aynı sayıda, kendini otonomist olarak tanımlayan bir grup, “otonomi”yi “farklı yaşam biçimlerini şimdi ve burada hayata geçirme” arzusu olarak tanımlıyor ve şöyle devam ediyordu:
Dünyaya kapitalizmin zaviyesinden bakamayız. Fakat, endişelerimizi ve yıkıcı eğilimlerimizi, ihtiyaçlarımıza cevap verecek ve insanlar arasında yeni ilişkilenme biçimlerine imkân tanıyacak alternatif yapılara dönüştürerek somut adımlar atmadığımız takdirde, farklı bir manzaraya, özgürleşmiş bir topluma varmamız mümkün olmayacak.
Çalışmaya yönelik genel bir ret söz konusuydu; bunun başlıca sebeplerinden biri de Almanya’daki otonomist yapıların işyerlerinden çıkmamış olmasıydı. Daha ziyade, ortak “alt-kültür”de kök salmışlardı. Fakat, bazı otonomist gruplar, ücretli emeğe karşı kolektif bir direniş ve sermayenin hükmüne yönelik politik ve ekonomik bir eleştiri anlamına gelen otonomi kavramından fazlasıyla uzağa düştüğü gerekçesiyle bu tanımı reddettiler. İşin aslı, işgalevi hareketinin bazı bileşenlerinin nezdinde otonomi, üretim sürecinden bireysel olarak el etek çekmek anlamına geliyordu. Kapitalizmin nesnel koşulları altında bu hedefin hiç gerçekçi olmaması bir yana, bu tür bir yaklaşım aynı zamanda toplumun tamamını etkilemeye yönelik her tür çabadan kaçınıyordu.
Otonom politikadaki bireyci-öznelci sapma en keskin ifadesini belki de 1982 yılının ilk ayında radikal dergisinde yayınlanan bir makalede buluyordu. “Stillstand ist das Ende der Bewegung” [Hareketsiz Durmak Hareketin Sonunu Getirir] başlıklı bu makale “Otonomi Tezlerini” tekrardan ele alıyor ve şu sonuca varıyordu:
Bizler, kendimiz adına mücadele ediyoruz. Temsilî mücadelelere girmiyoruz. Şu ya da bu ideoloji uğruna, proletarya ya da ‘halk’ adına savaşmıyoruz. Tayin hakkının bizde olduğu bir yaşam için mücadele ediyoruz.
Otonomist hareket nasıl bu noktaya vardı, ne oldu da böyle tutumlar sergiler oldu?
İşgalevi hareketi sahneye çıktığında Almanya’da sınıf çatışmasının pek fazla esamesi okunmuyordu. Radikal politikanın dayanak noktası sınıf çatışması değildi ve yakın çevrede hasıl olan kişisel ihtiyaçlara odaklanmaktan başka fazla seçenek yoktu. Bir sürü otonomist işgalcinin nazarında mücadelelerinin “gerçek dayanak noktası” şuydu:
Geçtiğimiz birkaç yıldır, sol ve alternatif kesimlerin mensubu olan bizler, özerk bir şekilde yaşamamızı ve yaşamlarımızı kolektif olarak örgütlememizi mümkün kılacak yapılar yaratmanın uğraşı içindeyiz. Bu, ekonomik ilişkilerimizi, yeyip içtiklerimizi, barlarımızı, kültürel etkinliklerimizi kapsıyor. Bu tür nispi özgürlük alanlarında, komünal yaşam biçimlerini keşfetme ve radikal deneyimleri gündelik yaşama dönüştürme imkânımız olabilir. Ayrıca, farklı bir yaşam biçiminin yalnızca mümkün olduğunu değil aynı zamanda sonuç da verdiğini ispat etmek çok ilham verici.
Bazı otonomist gruplar ise gerçeklerden kaçmanın tehlikelerinin hâlâ farkındaydılar ve alternatif hareketi bu minvalde eleştiriye tabi tuttular:
Alternatif kesimden pek çok eylemcinin sistemle savaşmak gibi bir derdi yok. Tek dertleri kendi yaşamlarını yeniden tanzim etmek. Bu yaklaşımı reddediyoruz. Öz-örgütlenme biçimlerimiz mücadelemizin ayrılmaz bir parçası olmalı; hedefi değil.
Oldukça popüler bir terim olan “Freiraum”a [özgür alan] karşı da benzer bir eleştiri geliştirildi:
Eleştirimizin hedefi, nispeten özgür alanların varlığı değil, “özgür alan” kavramının kendi içinde bir amaca dönüşmesi. Bizce, özgür alanlar, daha kapsamlı mücadelelerin çıkış noktası olabilir ancak. Özgür alanlar kurup onları savunmakla yetinmek ... bildik reformizmdir! Sisteme hiçbir şekilde meydan okumaz. Hatta, kapitalizme ne kadar esnek olduğunu ispat etme şansı sunar: “özgür alanlar” kapitalizmin bünyesine dahil ediliyor; direniş başka alanlara kanalize ediliyor ve hiçbir patlayıcı gücü olmayan gettolar inşa ediliyor. Böylece, elimizde kala kala oyun alanları kalıyor.
Konut Mücadelesinin Sonu
22 Eylül 1981’de sekiz işgalevi polis zoruyla boşaltıldı. Polisten kaçarken otobüs çarpan Klaus Jürgen Rattay ağır yaralandı. İşgalevi hareketi etkinliğinin zirve noktasına ulaşmış, Batı Berlin’de mümkün olduğu kadar geniş bir liberal-sol yelpazeyi harekete geçirmeyi başarmıştı. Devlet işgalcilere iki seçenek sundu: Ya binaları boşaltacak ya da kira sözleşmesi imzalayacak, yani, yasallaşacaklardı. Hareket üzerindeki baskı artıyordu; bunun başlıca sebebi de işgal eylemlerinin yasadışı ilan edilip işgalcilerin zanlı durumuna düşürülmesiydi: yaklaşık beş bin kişi hazırlık soruşturmasının kapsamına alınmıştı.
Hareket bünyesindeki alternatif ve reformcu akımlar, sistemle ve devletle giriştikleri (başından beri kaçınmaya çalıştıkları) çatışmayı sona erdirmek amacıyla anlaşmalar imzaladılar. Müzakere karşıtlarıysa günden güne yalıtıldı. Anlaşmaları kıyasıya eleştirmekle beraber, kira grevlerini de içeren ve toplumun geniş kesimlerini harekete geçiren kapsamlı bir konut mücadelesi başlatmayı beceremediler. Bunda kısmen nüfusun geniş kesimlerini teskin eden “sosyal konut politikaları”nın (konut mücadelesinin tesadüfi sonuçlarından biri) payı vardı. Bir başka etmen de hareket bünyesindeki bireyci eğilimlerdi. Otonomist grupların mücadeleyi sürdürüp sürdüremeyeceği de tartışılır – çoğunun mücadele etmeye mecali kalmamıştı. Hıristiyan Demokrat Parti ile Özgür Demokrat Parti (CDU/FDP) yönetimindeki muhafazakâr Batı Berlin senatosu da çifte bir strateji izliyor; entegre edebildiklerini ediyor; geri kalanını da bastırıyordu. Bir yandan evler sorunsuz bir şekilde boşaltılırken, bir yandan da mahalleler baştan aşağı yeniden yapılandırılıyordu.
1984 yazında son işgalevi de boşaltıldı. Yine de, işgalevi hareketinin sonu otonomist grupların da sonunu beraberinde getirmedi. Konut mücadelelerinin sona ermesi yeni politik inisiyatiflere, tartışmalara ve kampanyalara alan açtı.
Kaynak: Geronimo, “The Squatters’ Movement in West Berlin: 1980-83”, Fire and Flames: A History of the German Autonomist Movement içinde, İngilizceye çeviren Gabriel Kuhn (Oakland: PM Press, 2012) s. 99-105.
Çeviri: Ayşe Boren