Nocturama, yön. Bertrand Bonello, 2016
Şimdiki zaman gelecekle doludur.
Leibniz
Geleceği hayal etmek, homo sapiens-sapiens türünün en ayırt edici özelliklerinden. Durmadan hayal kuruyor, gerçekleşmeleri için de kendimizi ve dış etkenleri olabildiğince şekillendirmeye çalışarak geçiriyoruz ömrümüzü. İnsanlık ve dolayısıyla medeniyet, hayallerimiz ve onları gerçekleştirme çabalarımız etrafında ilerliyor da diyebiliriz; bireysel hayallerden toplumsal olanlara, durmadan, sürekli yenileri eklenerek.
Her hayal aynı zamanda kâbus da. Toplumların geleceği için kurulan güzel hayaller karşıtlarını da var ediyor. Önce ütopyalar yaratılıyor, sonra da distopyalar hayal ve toplum sahnesine çıkıyor. Geleceğe dair iyi ya da kötü beklentilerimizi belirleyen etkenler değiştikçe distopyalar da dönüşüyor. Sapiens’in, tarım toplumunun başlangıcından bu yana ruhunda barındırdığı kontrol saplantısı da tüm ütopik ve distopik bakış açılarında kendine yer ediniyor, korku ve umutla birlikte.
Bugün karşılaştığımız distopik yapıtlara, gelecekle ilgili kurulan hayallere bakılırsa karamsarlık ve atalet dolu günler bizi bekliyor. Belli ki teknoloji ilerledikçe insanlık geriliyor. Daha adil, huzurlu, sağlıklı bir yaşam yerine, bizi korkutucu senaryoların beklediği gelecek tahayyüllerimiz var. Üstelik bu karamsarlık, sibernetik medyalar üzerinden bir salgın gibi yayılıyor. Sadece distopik film ve dizilere değil, aynı zamanda teknolojik ilerlemeye dair komplo teorilerini içeren paylaşımlara da rağbet artıyor.
Ghost In The Shell, Blade Runner ve Fahrenheit 451’den sonra, 1984 ve Cesur Yeni Dünya gibi 20. yüzyılın önemli distopik eserleri yeniden-yapım ve devam filmleri şeklinde vizyona giriyor. Kendi zamanlarının önemli distopyaları olan ve kaygılandıkları her şeyin gerçekleştiği bu eserler, bugün birer kültürel meta olarak karşımıza çıkıyor. Yeni üretilen hikâyelerde de ortam oldukça kasvetli. Black Mirror çarpıcı bir örnek. Sibernetik medya teknolojilerinin insan türünü yakın gelecekte ne hallere düşüreceğini her bölümde farklı bir açıdan anlatan “Kara Ayna” serisi, aşırı iletişim çağının ileri aşamalarını karanlık bir çukur olarak tanımlıyor. Beyazperdede ve siyahekranda gördüğümüz tüm bu distopik trendler, bugün halihazırda tecrübe ettiğimiz distopik ortamı sorgulamamızı engellerken aynı zamanda kitleleri gerçekleşmiş olana razı etme işlevi de görüyor. İlgi ve dikkat sürekli risklerle dolu gelecekte tutuluyor, bu da geleceği dönüştürmek için bugün harekete geçilmesini engelliyor muhtemelen.
Buharla Hızlanan Hayaller…
İnsanlık durumunu ve medeniyeti derinden etkileyen teknoloji ve bilim, her yeni atılımıyla insanlığın hayallerini cesaretlendirdiği gibi kâbuslarına da akla gelmemiş yeni zemin ve temalar katıyor. Teknoloji kavramı yakın tarihte, merkezinde sürekli verimlilik, durmayan gelişim, kazanç ve ekonomik ilerleme olan bir dine dönüştükçe, getireceği konfor ve kontrol gücüyle ilgili kurulan hayaller küresel bir baştan çıkarmaya neden oluyor. Buhar gücü bunun belki de ilk aşaması...
H.G. Wells Sanayi Devrimi’ni başlatan bu teknolojik atılımın tam ortasında buharın çok ötesinde hayaller kurmuş, Zaman Makinesi ile çağdaş bilimkurguyu başlatmıştı. İnsanlığın gelecek tahayyüllerini çok çok ileri taşımış, hem ütopik hem de distopik öğeler barındıran bu eseri yaratıp okuyucularını 802.701 yılına taşımıştı. İnsanlığın geleceği nokta, tam da dönemin kışkırtıcılığına yaraşır şekilde, teknoloji ötesiydi.
Armand Mattelart, Gezegensel Ütopya Tarihi’nde Wells’in teknolojiye bakışını anlatırken, insanın bunun dışında olamayacağını vurguluyor. “H.G. Wells teknik ilerlemeyi insanları özgürleştiren kullanımlara doğru yeniden yönlendirme olanağına inanır. Ona göre telefon, sinema makinesi ve fonograf, gazetenin, kitabın, öğretmenin ve alfabenin yerini alır.”[1]
Her ne kadar özgürleştirici yanına yönelmeyi doğru bulsa da Wells teknolojinin ve durmadan ilerlemenin karanlık yanlarına da değinmeden edememişti. Kurduğumuz hayallerin ve dolayısıyla da yaşam biçimlerimizin geleceği şekillendirme ve kontrol etme gücünü yansıtan Zaman Makinesi, bir eser olarak toplumu kontrolsüz gelişen teknolojinin uzun vadeli sonuçlarına dikkat etmeye davet ediyordu.
İnsan gücünü misliyle katlayarak medeniyeti birçok alanda ileri taşıyan, Wells’in hayal gücünü kışkırtan buhar gücünün hemen ardından bu kez, o âna dek mekâna ve zamana bağlı ilerleyen iletişim dönüşüyordu. Benzeri görülmemiş bu yeni iletişim teknolojisi, enformasyonu hiç olmadığı bir noktaya taşımaya hazırlanıyordu.
Gezegene Yayılan Ânındalık
Medeniyeti geliştiren başlıca unsur elbette ki ağlar… Binlerce yıldır ekonomik ve toplumsal örgütlenmenin başlıca aracı olan ağlar; insanlar, toplumlar ve kültürler arası etkileşimi mümkün kılıyor. Önce kara ve deniz yolları, sonra da tren yolları, iletişimi perçinleyen ilk ağlardı ve bunlar zaman-mekân kavramlarına derinden bağlıydı. Ancak telgraf ve sonrasında radyo; yakın gelecekte hızla dönüşecek olan iletişim ağlarını müjdeliyordu. Sonrasında televizyon, internet, kuantum bilgisayarları ve süper-zekâ teknolojileri gelecekti.
Demiryolu ağlarının ilk küresellik algısını pekiştirmesi ve herkesi birbirine bağlamasından sonra iletişim/makine/ilerlemenin kurtarıcılığına olan inanç 19. yüzyılın usuna dönüşecek; bu inanç raydan telgrafa, balonlara, sonra havacılığa ve sinemaya geçecektir. Her yeni kuşak ‘rüya makinesi’ ile büyük insanlık ailesi arasındaki birlik üzerine gündelik ilahisini doğuracaktır.[2]
Ve tabii ki 19. yüzyılın rüya makinesi de telgraftı. İletişimden zaman ve mekân unsurlarını soyutlayan telgraf, bir yandan da enformasyonu ilk kez alınıp satılabilen ve hatta “düzenlenebilen” bir meta haline getiriyordu. Telgraf sayesinde insanlar dünyanın dört bir yanıyla saniyeler içinde iletişim kurabilecek, ancak ilk kez edindikleri bunca bilgiyle ne yapacaklarını bilemez hale gelecekti. Bireysel düzlemde ilgisizliği körükleyen aşırı enformasyon, ülkeler ya da ordular arasında, en sıradan anda ya da hayati zamanlarda telgrafla taşınabilir oluşuyla, daha önce görülmemiş etkiler yaratacaktı. Savaşların seyri değişecek, ekonomik çıkarlar doğrultusunda birçok manipülasyon mümkün hale gelecekti. Bu da kontrol demekti, hem toplumsal hem de ekonomik anlamda. Üretimi ve iletişimi hızlandıran buhar makineleri ile enformasyonu yeniden tanımlayan telgraf, teknolojinin yeni kontrol mekanizmaları yaratma potansiyelinin ilk emareleriydi.
Teknolojinin iletişim ve enformasyonla kurduğu ilişki, telgrafın hemen sonrasında radyoyla daha da derinleşiyordu. Bu ilişkinin en çarpıcı anlarından biri 1938 yılında yaşanmıştı. İkinci savaşın arifesinde, kaygıların küresel enformasyona olan talebi artırdığı bir dönemde, bir radyo yayını belki de ilk kez kitlesel bir fenomeni dezenformasyon yoluyla yaratmıştı. Karşımıza yine H. G. Wells çıkıyor; onun “Dünyalar Savaşı” öyküsünü radyo tiyatrosuna uyarlayan Orson Welles, CBS radyo ağı üzerinden tüm Amerikalıları dünyayı istila eden Marslılar hakkında uyarıyor. Bu kurgusal yayına verilen tepkiler, insanların daha radyo döneminde bile maruz kaldıkları enformasyonla ne yapacaklarını bilemediklerini kanıtlıyor. Sonuç: Yayın sonrası halk uzaylı istilası yüzünden panik içinde sokaklara dökülüyor ve dönemin gazetelerinde yazılanlara göre askerî birlikler bile alarma geçiyor.
Orson Welles CBS stüdyosunda Dünyalar Savaşı’nı seslendiriyor, 1938
Oysa asıl ve gizil sonuç şuydu: Kitle iletişim araçlarının ve enformasyonun hızla artan önemi ve bariz baştan çıkarma gücü, politik ve ekonomik liderlerle kurumları enformasyonun kullanımı konusunda derinden derine harekete geçirmişti. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin yürüttüğü önemli bazı projeler, 20. yüzyıla damgasını vuran birçok distopik eserin yaratılmasına da zemin hazırlamıştı. Teknoloji, enformasyon, kitle kontrolü ve manipülasyon kavramları artık distopyayla daha sık yan yana anılacaktı.
Bilgiyi Kullanmanın, Denetlemenin ve Yeniden Düzenlemenin Tam Zamanı!
İkinci Dünya Savaşı’na noktayı koyan akıl almaz atom teknolojisi yerini Soğuk Savaş döneminde daha masum görünen ama etkisiyle daha da yıkıcı olabilen enformasyon teknolojilerine bırakıyordu. Enformasyonun yükselen değeri, iki kutuplu bu yeni dünyada hem ideolojik hem de teknolojik çekişmelerin merkezindeydi. Bilgiye sahip olup onu denetleyerek toplumsal dengeyi sağlamaya çalışan ABD’nin ajanları dünyanın dört bir yanında cirit atıyor, Demir Perde’nin ardında olanlara dair bilgi elde etmeye çabalıyordu; tıpkı Sovyet ajanları gibi. Dünyanın sürtüşen iki kutbu kendine dair bilgileri de karşı tarafa manipülatif şekilde sunuyordu. Her iki ideoloji de ellerindeki silah ve teknoloji gücünü bir yandan da popüler bilimkurgu filmleri üzerinden ima ederek, karşı tarafa moral üstünlük sağlamaya çalışıyordu. Bu sıradışı sinema türü, televizyonun da yardımıyla, iki kutbun da ideolojik fikirlerini ve hedeflerini yansıttığı bir enformasyon vitrini haline gelmişti. Kâh dünyayı ABD kurtarıyor, kâh evrenin derinliklerindeki gezegenlere komünizm taşınıyordu. Özellikle Hollywood’un 1950-1960 dönemi bilimkurgu sineması, distopik öğelerin teknoloji ve dezenformasyonla yakın temasının zirvesiydi.
Teknolojik atılımların yarattığı hayranlık ABD bilimkurgu edebiyatının altın çağına da ilham vermişti. Isaac Asimov, Alfred Bester, Ray Bradbury gibi yazarlar hem ütopik hem de distopik öğeleri işlerken bilimsel temaları daha sık kullanıyordu. Nükleer travma, dezenformasyon ve McCarthy dönemi gözetim paranoyasının etkisindeki Philip K. Dick de, insan ruhunun karanlık taraflarını bu tarz teknolojik gelişmelerle harmanlayan, teknolojiye ve enformasyona karamsar yaklaşan eserler yaratıyordu. Romanlarında ve öykülerinde özellikle gerçeklik kavramını sorguluyor ve teknolojik gelişmelerle hakikatin nasıl da düzenlenebilir olduğunu vurguluyordu.
Soğuk Savaş’ın bu paranoyak ortamında bilimkurgusal ütopik ve distopik birçok eser ve film yaratılırken, yepyeni enformasyon ve kontrol teknolojileri de özellikle ABD’de ordu ve devlet destekli şekilde geliştiriliyordu.
1919'da MIT’ye katılan bir matematikçi, Norbert Wiener, bugün birçok kişinin ismini bile duymadığı biri. Oysa toplumu ve teknolojiyi değerlendirirken takındığı ütopik tavır, muhtemelen gezegenimizin kaderini değiştiren nadir detaylardan. Wiener’i bu kadar özel yapan şey, ortaya koyduğu Sibernetik bilimi.
Yunancada “dümenci” anlamındaki kybernetes sözcüğünden gelen, Türkçeye de “güdümbilim” olarak çevrilen Sibernetik terimi ile Wiener, mekanik, fiziksel, biyolojik, bilişsel ve toplumsal sistemlerde bilginin işlenmesi, bilgiye verilen tepki ve geribildirimin bilgiyi dönüştürmesini tarif etmişti. Sibernetik bilimi mühendislik, biyoloji, sinirbilim, antropoloji ve psikoloji gibi alanların da birarada çalışmasını sağlamıştı. Yani aslında farklı disiplinlerden bilim insanlarının el birliğiyle, bilimi atom bombası gibi yıkıcı bir şey için değil de, toplumu ve insan doğasını dengede tutabilecek sistemlerin yaratılması için kullanma çabasıydı Sibernetik. Bu çalışmalar da zamanla servomekanizmaların (elektriksel, mekanik veya hidrolik), otomatik navigasyonun, biyoteknolojilerin, güncel iletişim teorilerinin ve hatta yapay zekâ teknolojilerinin temelini oluşturdu. Bu alanların herhangi birindeki bir çalışmada ortaya çıkan problem, geribildirim olarak sisteme iletildiğinde sistem kendini bu yeni duruma göre dönüştürerek problemin tekrarlanmasının önüne geçebiliyordu. Yani değişken koşullara rağmen kontrolü kaybetmeden amaca ulaşmak hedefleniyordu.
Wiener, enformasyonu elde etme, kullanma ve depolama araçlarının geniş paylaşımının “toplumsal denge”ye katkıda bulunabileceğine inanıyordu. Hatta onun sibernetik ütopyası toplumu yöneten bir makine tahayyülü bile sunuyordu. “Yönetim Makinesi: Devleti her düzeyde, en çok bilgi taşıyan oyuncu olarak tanımlayacaktır ve devlet, bütün kararların en üstünde bir düzenleyici olacaktır.”[3]
Soğuk Savaş’ın kaygılı atmosferine inat, Wiener’i motive eden şey bu derin ütopyaydı. Sibernetik, dünyayı modellemek için yeni bir yol öneriyordu. Wiener, bir makine gibi işleyen toplumun bilgi ve geribildirim yoluyla eşitlikçi, demokratik bir toplumsal düzene dönüşecek biçimde organize edilebileceğini düşünüyordu. Bilginin ve teknolojinin potansiyeline inanan Wiener ve Sibernetik üzerine çalışan birçok bilim insanı, ütopyalarını gerçeğe dönüştürmek için (kayda değer devlet ve ordu desteğiyle de birlikte) üniversitelerde bilgisayar bilimleri bölümlerini kurdular, önemli bilgisayar şirketlerinin kurulmasına ve hatta İnternet’in temeli olan ARPANET'in oluşturulmasına yardımcı oldular. Geliştirilecek tüm bu teknolojilerin, toplumları dengede tutmaya yarayacağını düşünüyorlardı.
Harvard Üniversitesi’nde bir başka matematik profesörü ise tüm bu gelişmeleri ve bilgi teknolojileri üzerine yapılan hummalı çalışmaları farklı bir bakış açısıyla izliyordu. Sibernetik bilimi sayesinde toplumsal alanda mümkün hale gelecek kitle kontrolünün, baskı veya manipülasyon yoluyla, devletin dışındaki kuruluşlar tarafından veya bütün olarak sistem tarafından uygulanacağını; insanı doğadan iyice kopararak teknoloji canavarını besleyen tüketici bireylerden ibaret hale getireceğini düşünüyordu. “Bilim, insan soyunun gerçek iyiliğine ya da diğer tüm standartlara aldırmadan, yalnızca bilim insanlarının ve araştırma için fonlar sağlayan hükümet görevlilerinin ve şirket yetkililerinin psikolojik ihtiyaçlarına hizmet ederek körü körüne ilerliyor,”[4] diyordu Theodore Kaczynski, nam-ı diğer Unabomber. Üniversitelerin araştırma merkezleri, teknoloji laboratuvarları ve özellikle de bilgi teknolojileri ile veri ekonomileri üzerine çalışan isim ve şirketlere yıllar boyunca bomba içerikli paketler gönderen Kaczynski, teknolojik gelişmelerden daha çok, bu gelişmeleri yönlendirenlerin niyetlerine dikkat çekmek istiyordu.
Ted Kaczynski, Berkeley, 1968
Unabomber’ın tüm eylem ve fikirlerinin altında Harvard’daki günlerinde gelişimine şahit olduğu Sibernetik teknolojilerle ilgili kaygıları vardı. Bir keresinde kendisinin de birine gönüllü olduğu psikoloji deneyleri de Sibernetik denetim mekanizmalarının güçlendirilmesiyle ilgiliydi. Zamanla toplumdan uzaklaşan Kaczynski, kimsenin yaklaşan tehditleri fark etmemesi üzerine, Tüketim Toplumu’nu Sibernetik Denetim’e karşı uyarabilmek için daktilosunu ve bombalarını kullanmaya başladı. Gazetelere gönderdiği “Sanayi Toplumu ve Geleceği” isimli manifestosunda teknolojik toplumun mümkün olması için büyük şirketlerin yaşamlarımızı sıkı şekilde denetleyeceğinden bahsediyordu.
Endüstri devriminden beri teknolojinin, bireysel özgürlük ve bağımsızlık pahasına gittikçe güçlenme yolunda bir eğilimi vardır. … Endüstriyel-teknolojik toplumun işlemesi için yaşamlarımızın büyük kuruluşlar tarafından denetlenmesi gereklidir.
Kaczynski haklıdır. Özellikle iki kutuplu dünyada daha da baskın bir propaganda mecrası haline gelen televizyon, kitlelerin politik, dinî ve toplumsal görüşlerini ve elbette hayalleriyle kâbuslarını şekillendirme gücü kazanmıştı. Şimdiyse kapsamlı bir gözetim toplumunu mümkün kılacak çok daha gelişmiş iletişim teknolojileri, devlet ve ordu destekli şekilde yaratılıyordu. Tıpkı Kaczynski’nin paranoya ve şiddet yüzünden gölgede kalmış öngörülerinde tarif ettiği gibi…
Neoliberal Sibernetik Çağı, Kapitalizmin Yeni Banka Cüzdanı
Sibernetik teknolojilerin ilk sonuçlarından biri, dolaylı olarak Soğuk Savaş’a son vermekti.
Şirketler bazında yükselen veri ekonomisi ve kontrol sistemi de, küresel finans sektörünü dönüştürmeye hazırlanıyordu. O sırada Sovyetler Birliği'nde Sibernetik, "emperyalist gericilerin elindeki ideolojik silah" olarak kabul ediliyordu. ABD merkezli bu bilişim teknolojisi, masrafları düşürüp verimliliği artırarak, bilgiyi çok kısa sürelerde hatasız işleyerek, bilgisayarlara dayanan küresel bir ekonomik yapılanmaya dönüşürken, Sovyetler Birliği ve doğu bloku ülkeleri bu planlamaya ayak uyduramadılar ve sonunda tarih sahnesinden indiler.
Soğuk Savaş sona ererken, ABD ordusunun iletişimini dünyanın dört bir yanında anlık ve gizli şekilde sağlamak ve kontrolü sürdürmek için geliştirilen ARPANET kamusal kullanıma açıldı ve İnternet (Interconnected Network) ismini aldı. 1980’lerin ortalarında ve sonunda daha da yaygınlaşan İnternet, kapitalizme hırçın bir neoliberal karakter kattı. Özellikle bankacılık sektörü ve borsalarda potansiyel gücünü ispatlayan bu yeni bilgi ve ağ teknolojisi, ekonomik ve toplumsal anlamda küresel köyü mümkün kıldı.
1990'lara gelindiğindeyse pek çok kişi İnternet’i ve sanal dünyayı, resmî kurumların tahakkümünün dışında bir alan olarak görmeye başladı. Yeni bir ütopya zihinlerde geziniyordu artık. Serbest dolaşım ekonomisi, bireysellik ve işbirliğine dayalı toplumsallaşmanın bu yeni zemini, kendi kendini kullanıcılarıyla geliştiriyordu.
“Bu yeni dünya hiyerarşinin, politikanın, güçlülerin olmadığı, yeni ve sanal bir ütopya öneriyordu. Siber-aktivist ve müzisyen John Perry Barlow, 8 Şubat 1996 günü Davos’tan tüm politikacılara ulaştırdığı bildirisi A Declaration of Indipendence of Cyberspace’te, onlara bu yeni dünyadan uzak durmalarını öğütlüyordu. Sayısal teknolojilerin ortaya çıkışı sayesinde herkesin ırksal, ekonomik veya askerî güç tarafından tanınan ayrıcalık veya önyargılar olmadan girebileceği bir dünyadan söz ediyordu. Sessizliğe ya da uygunluğa zorlanmadan, kendimizi özgürce ifade edebileceğimiz bir dünyadan söz ediyordu.”[5]
Bir yandan yeni bilişim ve Sibernetik teknolojileri ekonomide, tıpta ya da akademide daha verimli kullanılırken; diğer yandan da dünyayı daha adil ve eşitlikçi hale getirebilmek için kurdukları hayalleri bu yeni ağı kullanarak tüm gezegene yaymak isteyenler de dizginlenmeliydi.
1984’te Orwell kitleleri enformasyonsuz bırakan ve sürekli gözetim altında tutan bir panoptikon toplumu tasvir ediyordu. 1984 yılına gelindiğindeyse, gelecekte toplumu aşırı enformasyonla kontrol edecek teknolojiler yavaş yavaş evlere girmeye başlamıştı. Ulaşılabilir ve kullanıcı dostu olan Macintosh bilgisayarlar, ironiktir ki, lansman reklamında 1984 yılının neden 1984 romanı gibi olmayacağının kanıtı olduklarını iddia ediyordu.
Sibernetik teknolojilerin gündelik hayata eklemlenmeye başladığı bu yıllarda, insanlığın kendi geleceğini ekonomik ve toplumsal olarak tehdit edebilecek unsurlara karşı protesto seçeneği, yavaş yavaş ortadan kalkıyordu. Neoliberalizmin önerdiği hedonist yaşamlar kitlelerce zevkle kabulleniliyordu. 20. yüzyılın sonlarına geldiğimizde insanlığın kurduğu hayaller, bireylerin kendilerini ilgilendiren ütopyalardan ibaret, göz kamaştıran (ve belki de yer yer körleştiren) bir haz ortamı yaratırken, Huxley ve Orwell da aynı anda haklı çıkmış oluyordu.
“Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan korkuyordu. Huxley pasifliğe ve egoizme sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlardan.”[6]
Huxley’ye göre insanlar süreç içerisinde üzerlerindeki baskıdan hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye başlayacaktı. Cesur Yeni Dünya’daki insanların başına gelen belalar, bu insanların düşünmek yerine gülmelerinden değil; neye güldüklerini ve düşünmeyi niçin bıraktıklarını bilmemelerinden kaynaklanıyordu.
İnternet Bir Devrimse, Devrimciler Nerede?
21. yüzyıl, gelişimini hızla sürdüren Sibernetik teknolojilerin manipülasyon gücüne rağmen toplumsal potansiyelinin de gitgide ortaya çıkmaya başladığı olaylara gebeydi. 1990’lardaki siber-aktivistlerin hayallerini süsleyen, paylaşıma ve dayanışmaya dayalı Ağ Örgütlenmesi örnekleri, gezegenin farklı yerlerinde birer birer ortaya çıkmaya başlamıştı. Çünkü neoliberal sistemin ekonomik vurgunu karşı-tepkileri de doğuruyor, İnternet de bu tepkileri örgütlemeyi kolaylaştırıyordu. Occupy Wall Street, Arap Baharı ve Gezi Direnişi gibi toplumsal hareketler, var olan küresel ekonominin ve mevcut toplumsal yapıların daha sık sorgulanmasını mümkün kılıyordu. Ütopik hayallerin Sibernetik çağına damgasını vurma ihtimali hiç bu kadar yakın olmamıştı. Yeni sibernetik medyalar ve İnternet, küresel düzeyde kullanıcıların katılımına açık ve interaktif olduğu için, dünya üzerindeki potansiyel güç dengesini kullanıcı lehine değiştirebilirdi. Fakat tüketim kültürü, bireyselleşme, ağların gücünü manipüle eden içerikler ve tekno-distopik anlatıların farklı medyalardan sürekli boca edilmesi, daha kolay yönetilebilen, anti-demokratik bir küresel toplumu maalesef sonunda mümkün kılacaktı.
Fotoğraf: Pınar Tuncer, 2013
“Özellikle Web 2.0’ın başlangıcı, 2004’ü takip eden yıl İnternet doğası gereği demokratik bir iletişim aracı olarak görülmekteydi. Ancak İnternet’in bir demokrasi aracı olduğunu ileri sürenler, bugün bu aracın farz edilen harika özelliklerine o kadar odaklanmışlardır ki, kullanıcıları, fiili kullanımı ve kullanımın sosyal ve politik bağlamını unutmaktadırlar. Teknolojiyle ilgili araçsalcı bir bakış açıları vardır ve İnternet-merkezciliğine yenik düşerler.”[7]
Tam da bugün otoriter rejimlerin, Sibernetik teknolojilerinin özgürleştirici etkilerine karşı güçlü ataklar geliştirmesi; izleme, manipülasyon ve sansürün İnternet üzerinden ‘yeniden ve daha sert şekilde’ uygulanması ve en önemlisi de kafa karışıklığı yaratmak, bireylerin gerçeklikle ilişiğini kesmek için kurgulanan dezenformasyon kampanyaları sayesinde yeni bir dünya düzeni şekilleniyor. “Bir teknolojinin işleyiş biçimi üzerinde kontrol sahibi olanlar, bundan yoksun olanlar karşısında gücü ellerinde toplar ve kaçınılmaz bir biçimde bu güçten yoksun olanlara karşı bir düzen oluştururlar.”[8] Bugünün küresel köyünde algoritmik sistemler ve trol orduları kullanılarak, kitlelerin düşünce sistemlerini şekillendiren gerçek-ötesi durumlar yaratılıyor. Bireyler, gerçeklik algısını yitirerek belirsiz, tekinsiz ve hissiz bir karaktere bürünüyor. Yakın geçmişe kadar insanlığı, toplumları, medeniyetimizi geliştiren sorgulama yetisi, merak ve hayal gücü ise, belli ki Sibernetik teknolojiler sayesinde kitleleri yavaş yavaş terk ediyor.
Dünya, büyük bir İskenderiye kütüphanesine doğru evrilmek yerine, çocuklar için bilimkurgu ürünlerinde olduğu gibi bir bilgisayara, elektronik bir beyne dönüşmüştür. Ve duyularımız dışarı çıktığı için, Büyük Birader içimize girmektedir.[9]
Tıpkı H. G. Wells’in Zaman Makinesi’yle göz gezdirebildiğimiz 8020. yüzyılda olduğu gibi insanlık, bugün de emek ve sermaye ilişkisini adil düzenlemeyerek geleceğini distopik bir noktaya yönlendirme riskiyle karşı karşıya. Yüz yıldan fazla bir süredir radyo, televizyon ve diğer propaganda mecralarıyla görüşleri ve inançları durmadan manipüle edilen kitleler, teknolojinin de bir ideoloji olduğunu henüz fark edebilmiş değil. Kitlelerin bireyselleşme tuzağına düşerek uzun zaman önce sırt çevirdiği sınıf kavramı, çok yakın gelecekte ve cidden en distopik şekilde, teknolojik gelişmelerin yarattığı yeni ekonomi biçimlerinde kendini gösterecek gibi görünüyor. Yani bugün distopyalar, bir çeşit kendini gerçekleştiren kehanet halini alıyor.
Teknoloji, teknik, nötr ve apolitik bir kavram değildir, hem yatay, hem dikey sınıf mücadelesinin bir alanıdır. Bunun anlamı, teknolojik gelişmenin ana yörüngelerinin firmaların ve devletlerin ihtiyaçlarına göre şekillenmesidir. Gerçekten de kritik teknolojik gelişmelerin yaşanmasında devletlerin askerî amaçları önemli rol oynarken, esas itki üretimin kapitalist temelde örgütlenmesinden gelir.[10]
Artık Hayaller Yok, Sadece Veri Fetişi Var!
Arzulayıcı enerjilerimiz müteşebbis olma hülyalarıyla tuzağa düşürülüyor, libidinal enerjilerimiz ekonominin kuralları uyarınca düzenleniyor, dikkatlerimiz sanal ağların eğretiliğinde hapsoluyor. Zihinsel faaliyetin her bir parçası sermayeye dönüşmek zorunda bırakılıyor.
Franco “Bifo” Berardi, Ruh İşbaşında
Kapitalist üretim şartları altında ilerleyen ve bugün bir fetiş nesnesi haline gelmiş olan “teknoloji” kavramı, kitle iletişim araçları üzerinden kontrolsüz bir enformasyon biçimiyle servis ediliyor. Terminator’daki Skynet’in gerçek dünyaya yansıması olan dev teknoloji şirketleri de geleceğimizi kontrolümüz dışında şekillendiriyor. Yüklediğimiz tüm içerik ve enformasyon, Skynetvari şirketlerin alıp satabildiği ve gözetim toplumunu da mümkün kılan metalar haline geliyor. Veri ekonomisi daha da güçlendikçe, teknolojinin insanlığın faydasına kullanılma ihtimali de iyice azalıyor. Çaresiz bireylere de teselli olarak mobil cihazlardan yönetebildiği akıllı evi, günlük adımlarını hesaplayan bilekliği ya da gündelik hayatına konfor katan Sibernetik teknolojileri kalıyor.
“Ortak faydaya hizmet edecek hakiki bir keşifle, bir buluşla, buluşun hakikatiyle değil; böyle bir buluş haberinin yaratacağı etkiyle ilgilenen aşırılıkçı bir bilimin kamuoyunu şartlandırma çabaları.”[11] Space X roketlerinin fırlatılışı multi-mecralarda canlı izlenirken toplumlarımızın ve insanlığın temeline yerleştirilmiş dinamitler fark edilemiyor. Teknoloji dininin peygamberlerinden biri, iklim değişikliğinin ve küresel ekonominin ironik bir ikonu olan Tesla otomobili yörüngeye yerleştirerek (dis)ütopyayı ilk kez güneş sistemimize elle tutulur şekilde yerleştiriyor. Çoktan gerçekleşmiş Sibernetik devrim ve sonrasının bu distopik görüntüsü, bizlere teknolojik elitlerin hüküm sürdüğü bir gelecekten işaretler veriyor aslında.
“Gerek bilgi gerek enformasyon gerekse de veri alanında matematikleştirici yörünge, anlamdan tamamen kopmuştur. Anlamdan kopuşu gösteren çarpıcı olgulardan biri de, her tarafı saran eşi benzeri görülmedik bir yalıtılmışlık içinde yaşayan insanlara, kesintisiz ve anlamsız bir ‘bilgi kaynağını’ sunmaya yarayan ‘global iletişim devrimi’dir.”[12]
Toplumsal Yokoluş, Sibernetik Zafer
Tıpkı her dinde olduğu gibi, kişinin bireysel doğasını düzenlemek ve tüm bireysellikleri uyum içinde biraraya toparlamak, yeni teknoloji dininin de ütopyasıydı. Küresel insanlığı bir güruh olarak kontrol etmeyi çok önceden hedeflemiş devlet ve şirketler, çok açık biçimde bireylerin organizasyonu için teknoloji tabanlı algı yönetim biçimleri geliştirdi. Sibernetik çağının ve neoliberal kapitalizmin ilerlemesi sayesinde toplum özellikle televizyon ve reklam unsurlarıyla şekillendirilmiş bireylerden, veri üreten tüketicilerden ve yan yana gelemeyen kitlelerden ibaret hale geldi. Toplumsalı kontrol eden hukuk devletinin yerini de bugün büyük ölçüde şirket bazlı ortam ve veri kontrol sistemleri aldı.
“Toplumsalın enerjisi azalmakta, özgünlüğü elden gitmekte, tarihsel niteliği ve idealliği buharlaşıp uçmaktadır. Toplumsal, bir sistem uğruna adını yitirirken, politika da yok olmaktadır. Toplumsal artık anonimleşmektedir. O artık kitledir, kitlelerdir. Kitle imge, ses ve ışık dalgaları tarafından bombardıman edilmektedir.”[13]
Metropolis, yön. Fritz Lang, 1927
“Eller ile Aklın Arabulucusu Kalp Olmalıdır.”
Metropolis, sanayi makinelerinin insanlığın değerinin üzerine çıkmaya yeltendiği yıllarda yaratılmış ütopik/distopik bir kent. Teknoloji ve toplum arasındaki ilişkiyi anlatırken bilginin yani Yeni Babil Kulesi’nin teknolojik elitlerin kontrolünde olduğu bir toplumsal yapıyı tarif ediyor. Tıpkı 801.702 yılında olduğu gibi toplumu çalıştıran işçilerin ve üretim makinelerinin yeraltına itildiği bu ortamda emek sahipleri insansı bir robotun manipülasyonuna maruz kalıyor. Bir işçinin ‘avatarını’ kullanan insansı-makine tarafından, şehri çalıştıran makinelere karşı ayaklanmaları için manipüle ediliyorlar. Elitler, ekonomik ve toplumsal yük olarak gördükleri işçileri yok edebilmek için bu ayaklanmaya ihtiyaç duyuyor. Ancak işçiler kendi meşruiyetlerini sağlama almak için makineyi yok etmeye yeltendiklerinde şehir de yok olmanın eşiğine geliyor. “Birinin övgü ilahileri, diğerinin bedduası olmuş.”[14] Ancak her iki sınıfı da yıkıma götüren süreç dezenformasyona dayalı kitle manipülasyonuyla başlıyor: MAKİNEYİ PARÇALAYIN!
Oysa Metropolis’in sonunda zihnimize çakılan “Eller ile aklın arabulucusu kalp olmalıdır” sözü koca bir gezegeni Sibernetik denetim mekanizmalarından kurtarabilir. Homo sapiens-sapiens’in biraz gözden düşmüş bazı bilişsel özellikleriyle distopyalar değil de ütopyalar mümkün olabilir: Hâkim güçleri sorgulamak ve var etmek için uğraşılan gelecek hayallerini dönüştürmek.
KAYNAKLAR:
Nick Bostrom, Superintelligence, Oxford University Press, 2014.
Fred Turner, From Counterculture to Cyberculture, The University of Chicago Press, Chicago and London, 2006
Norbert Wiener, Cybernetics: or Control and Communication in the animal and the machine, Cambridge MIT Press 1985.
[1] Armand Mattelart, Gezegensel Ütopya Tarihi, çev: Şule Çiltaş (İstanbul: Ayrıntı Yayınları) s.197.
[4] Unabomber, Sanayi Toplumu ve Geleceği, çev. Kaos (İstanbul: Kaos Yayınları, 1996) s. 42.
[6] Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence, çev. Osman Akınhay (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2014) s. 8.
[7] Jan Van Dijk, Ağ Toplumu, çev. Özlem Sakin (İstanbul: Kafka Yayınları, 2016).
[8] Neil Postman, Teknopoli: Yeni Dünya Düzeni, çev. Mustafa Emre Yılmaz (İstanbul: Paradigma Yayıncılık, 2006) s. 19.
[9] Marshall McLuhan, Gutenberg Galaksisi, çev. Gül Çağalı Güven (İstanbul: YKY, 2004) s. 49.
[11] Paul Virilio, Enformasyon Bombası, çev. Kaya Şahin (İstanbul: Metis Yayınları, 2003) s. 9.
[12] John Zerzan, Gelecekteki İlkel, çev. Cemal Atila (İstanbul: Kaos Yayınları, 2012) s. 106.
[13] Jean Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde, çev. Oğuz Adanır (Ankara: Doğu Batı Yayınları, 2006) s. 24.
[14] Fritz Lang - Metropolis