Mazisi pek bilinmez, oysa gayet kayda değerdir: Twitter’in kökeni TXTMob adlı bir programdı. Amerikalı eylemciler, 2004 yılında Cumhuriyetçi Parti Ulusal Kongresi’ne karşı protestolar sırasında cep telefonları aracılığıyla organize olmak için yaratmıştı bu programı. Yaklaşık 5000 kişi, polisin çeşitli eylemleri ve hareketleri hakkında gerçek zamanlı bilgi paylaşımı için bu uygulamayı kullanmıştı. İki sene sonra piyasaya çıkan Twitter –örneğin Moldova’da– benzer amaçlarla kullanıldı; 2009’da İran’da gerçekleşen gösteriler de Twitter’ın özellikle diktatörlüklere karşı ayaklanmaları koordine etmek konusunda dört dörtlük bir araç olduğu fikrini yaygınlaştırdı. Hiçbir hareket emaresi göstermediği düşünülen İngiltere’de 2011 senesinde ayaklanmalar baş gösterdiğinde, kimi gazeteciler isyanın merkezi Tottenham’den kargaşanın dört bir yana yayılmasında Twitter’ın rol oynadığından emindi. Bu düşünce akla yatkındı, gelgelelim sonradan anlaşıldığı üzere, isyancılar iletişim ihtiyaçları için BlackBerry’yi kullanmıştı: Bu güvenli telefonlar banka ve çokuluslu şirketlerin üst düzey yöneticileri için tasarlanmıştı ve İngiliz gizli servisinin elinde bu telefonların şifresini kırabilecek bir sistem yoktu. Dahası, bir grup hacker, şirketin sonradan polisle işbirliği yapmasını engellemek için BlackBerry’nin internet sitesine sızmıştı.
Bu olayda Twitter’ın bir kendi kendine örgütlenme biçimine yardımcı olduğu söylenebilecekse, isyancılar arasındaki değil, daha ziyade çatışma ve yağmalamaların sebep olduğu zararı gidermek için seferber olan gönüllü yurttaşlar arasındaki örgütlenmeydi. Bu girişim, Crisis Commons tarafından duyurulmuş ve koordine edilmişti: “afet durumlarında harekete geçip bir kriz öncesi gereken hazırlıklara yardımcı olmak için teknolojik araçlar geliştirip kullanmak üzere ortaklaşa çalışan bir küresel gönüllü ağı”. O sıralar bir Fransız sol gazete müsveddesi, bu girişimi, Öfkeliler Hareketi sırasında Puerta del Sol’da gerçekleşen örgütlenmeye benzetmişti. Bir an önce düzene dönmeyi hedefleyen bir girişim ile, polisin sürekli saldırısı karşısında bir kent meydanını işgal edip orada yaşamaya başlayan binlerce kişinin örgütlenmesini karşılaştırmak ilk başta abes görünebilir – meğerki iki girişimi de, kendiliğinden ve ağa bağlı yurttaşlık hareketleri olarak görelim.
15-M hareketinden sonra İspanya’da Öfkeliler’in en azından büyük bir kesimi, bir yurttaşlık ütopyasına olan inançlarını dile getirdi. Onlara göre, dijital sosyal ağlar 2011 hareketinin yaygınlaşmasını sağlamakla kalmamış, aynı zamanda –ve daha da önemlisi– toplumsal mücadele konusunda yeni bir siyasi örgütlenme tarzının zeminini hazırlamıştı: ağa bağlı, katılımcı ve şeffaf bir demokrasi. “Devrimcilerin” Jared Cohen’le aynı fikirde olmaktan hicap duymaları gerekir: ABD hükümetinin bu terörle mücadele danışmanı, 2009 “İran devrimi” sırasında Twitter’ı arayıp sansüre rağmen sistemin işleyişini sürdürmelerini istemişti. Yakınlarda Jared Cohen, Google’ın eski CEO’su Eric Schmidt ile beraber, The New Digital Age adlı tekinsiz bir siyasi kitap yazdı. Kitabın ilk cümlesini okuduğunuzda, yazarların kimliği konusunda aklınız ziyadesiyle karışabilir: “İnternet, insanlık tarihinde anarşiyi devreye sokan en büyük deneydir.”
Trablus, Tottenham ya da Wall Street’te insanlar başarısız politikaları ve siyasi seçim sisteminin güç bela sağlayabildiği vasat imkânları protesto ediyorlar… Hükümetlere ve diğer merkezî iktidar kurumlarına olan inançlarını kaybetmişler. Halkın katılımının sadece oy vermeye indirgendiği bir demokratik sistemin savunulur bir tarafı yoktur. İçinde yaşadığımız dünyada artık sıradan insanlar Wikipedia maddeleri yazıyor; akşamlarını, internet üzerinden bir teleskobu gökyüzünde gezdirerek uzayda keşifler yaparak geçiriyor; sanal âlemde ve –Mısır ya da Tunus’taki devrimlerde, İspanya’daki Öfkeliler hareketinin gösterilerinde olduğu gibi– gerçek dünyada internet aracılığıyla protestolar düzenliyor; ya da WikiLeaks’in ifşa ettiği belgeleri inceliyorlar. Uzak mesafelere rağmen birlikte çalışmamızı sağlayan teknolojiler, kendi kendimizi daha iyi yönetmemiz konusunda da beklentiler doğuruyor.
Bu sözler bir Öfkeli’nin ağzından çıkmıyor…
Beklenebileceği üzere, Açık Devlet Verileri fikrini ilk formüle edenler siyasetçiler değil, bilgisayar programcılarıydı; açık kaynaklı yazılımları da hararetle savunan bu kişiler, ABD’nin kurucu babalarının “her yurttaş hükümete iştirak etmelidir” şiarını akla getiriyorlardı. Bu kavram çerçevesinde hükümetin rolü takım lideri ya da idareci rolüyle sınırlıdır, son kertede hükümet “yurttaşların eylemlerinin koordine edildiği bir platform”dan ibarettir. Sosyal ağlarla paralellik her bakımdan benimsenmiştir. New York belediyesinde kafa yordukları soru, “Bir şehir kendini, Uygulama Programlama Arayüzü (API) ekosistemine sahip Facebook ya da Twitter’daki gibi nasıl tasavvur edebilir?” sorusudur. “Böylece daha kullanıcı merkezli bir yönetim deneyimine zemin hazırlanabilir. Burada mesele devlet hizmetlerinin ve demokrasinin sadece tüketilmesi değil, ortaklaşa üretilmesidir.”
Bu tür beyanlar hayalperest fikirler olarak, Silikon Vadisi’ndekilerin fazla çalışan beyinlerinin mahsulleri olarak görülse de, yönetim pratiğinin devlet egemenliğiyle özdeşleştirilmekten giderek çıktığını doğrulamaktadır. Sanal ağlar çağında yönetmek demek, hem insanların, nesnelerin ve makinelerin birbiriyle bağlantı kurması hem de bu yolla oluşturulan bilginin serbestçe –yani şeffaf ve kontrol edilebilir bir şekilde– dolaşıma sokulması demek. Kaldı ki yönetim zaten halihazırda büyük ölçüde devlet aygıtlarının dışında hayata geçirilen bir faaliyet – her ne kadar devlet var gücüyle kontrolü elinde tutmaya çalışsa da. Facebook’un, yeni bir yönetim modeli olmaktan ziyade, o modelin çoktan işleyişe geçmiş gerçekliği olduğu gitgide daha açık hale geliyor. Devrimcilerin sokak gösterilerinde birbirleriyle bağlantı kurmak için Facebook’u kullanmış ve hâlâ kullanıyor olmaları, kimi durumlarda Facebook’u kendi aleyhine, esas işlevi olan denetlemeye karşı kullanmanın mümkün olduğunu gösteriyor sadece.
Google’a gelince, zararsız bir arayüz ve çok etkili bir arama motoru görüntüsünün ardında aslında bariz bir siyasi proje gizli. Yeryüzünün haritasını çıkarmak için dünyanın her şehrindeki her bir sokağa ekiplerini gönderen bir şirket, sadece ticari gayelerle hareket ediyor olamaz. Kimse, ele geçirmeyi düşünmediği bir toprak parçasının haritasını çıkarmaz.
Zucotti Parkı’nı kaplayan çadırların içinde ve biraz daha yüksekte, New York göğüne doğru uzanan planlama ofislerinde afete karşı yapılacakların aynı çerçevede tasavvur ediliyor olması biraz tedirgin edici: bağlantı kurmak, ağ oluşturmak ve kendi kendine örgütlenmek. Bu durum şunun işareti: Yeryüzünü ağlarıyla sarmakla kalmayıp yaşadığımız dünyanın dokusunu da oluşturan yeni iletişim teknolojileri kullanıma sokulurken, aynı zamanda belli bir düşünme ve yönetme tarzı da egemen hale geliyordu. Bu yeni yönetim biliminin temel ilkelerini ortaya koyanlarla, uygulanması için gereken teknik araçları icat edenler aynı kişilerdi: mühendisler ve bilim insanları. Şimdi bunun tarihine bakalım.
Matematikçi Norbert Wiener, 1940’larda Amerikan ordusu için yaptığı çalışmaları tamamlamak üzereyken, hem yeni bir bilim hem de insana dair, insanın kendi kendisiyle ve dünyayla ilişkisine dair yeni bir tanım ortaya koymak için kolları sıvar. Bell telekomünikasyon şirketinde ve MIT’de mühendis olarak çalışan, örnekleme kuramı üzerine yaptığı çalışmalarla telekomünikasyon alanının gelişmesine önemli katkılarda bulunan Claude Shannon da bu projede yer alır. Muhteşem Gregory Bateson da takıma katılır: İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan gizli servisi tarafından Güneydoğu Asya’da görevlendirilen, LSD’nin entelektüel savunucusu ve Palo Alto ekolünün kurucusu, Harvardlı antropolog. John von Neumann da ekiptedir: bilgisayar biliminin temel metni kabul edilen ilk EDVAC rapor taslağının yazarı; neoliberal ekonomiye son derece önemli katkılarda bulunan oyun teorisinin mucidi; SSCB’ye karşı önleyici nükleer saldırının savunucusu; Japonya’ya atılan bomba için en uygun noktaları belirledikten sonra, Amerikan ordusuna ve çiçeği burnunda CIA’ye çeşitli hizmetlerde bulunmaktan asla vazgeçmemiş gaddar von Neumann. Demek ki İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni iletişim teknolojilerine ve veri işlemeye hatırı sayılır katkılarda bulunan kişiler, aynı zamanda Wiener’in “sibernetik” adını verdiği “bilim”in de temelini atmıştır: Ampere’nin bir asır önce akıllıca bir şekilde “yönetim bilimi” olarak tanımladığı terim.
Nüfusları Yönetmek: Ekonomi Politikten Sibernetiğe
2008’den bu yana, birdenbire ortaya çıkan beklenmedik bir “ekonomik kriz”den geçmiyoruz; aslında sadece, bir yönetim sanatı olarak ekonomi politiğin yavaş yavaş yıkılışına tanık oluyoruz. İktisat hiçbir zaman bir gerçeklik ya da bilim olmamıştır; 17. yüzyıldaki başlangıcından beri iktisat sadece nüfusu yönetme sanatı olmuştur. Ayaklanmaları önlemek için kıtlığın önüne geçmek gerekiyordu (ağırlık birimlerinin tahıllarla ölçülmesinin [grains] sebebi buydu); hükümranın iktidarını pekiştirmek için de zenginliğin yaratılması icap ediyordu. “Her türlü yönetim için en güvenilir yol, insanların çıkarlarına bel bağlamaktır,” diyordu Alexander Hamilton. “Doğal” ekonomi yasaları açıklığa kavuşturulduktan sonra, yönetim, ekonominin uyumlu mekanizmalarını serbestçe işlemeye bırakmak ve çıkarlarını manipüle etmek suretiyle insanları yönlendirmek anlamına gelmişti. Uyum; davranışların kestirilebilirliği; parlak bir gelecek; aktörlere atfedilen rasyonalite: Bütün bunlar belli bir güvene, “kredi verme/itibar etme” [give credit] kabiliyetine işaret ediyordu. Sürekli kriz üzerinden idarenin yerle bir ettiği şey, tam da bu eski yönetim pratiğine özgü ilkelerdir. Bugün “güven krizi”ne değil, hükümet için gereksiz bir şey haline gelen güvenin sonuna tanıklık ediyoruz. Denetimin ve şeffaflığın hüküm sürdüğü, özneler hakkında mevcut bir yığın verinin algoritmalarla işlenmesi suretiyle özne davranışlarının kestirilebildiği bir ortamda, artık ne insanlara güvenmeye ne de insanların güvenine ihtiyaç kalır. İnsanların gözetlenmesi kâfidir. Lenin’in dediği gibi “Güven iyidir, ama kontrol daha iyidir.”
Batı’nın kendine, bilgisine, diline, aklına, liberalizmine, öznesine ve dünyaya duyduğu güvenin çöküşü, aslında 19. yüzyıl sonlarına uzanır. Birinci Dünya Savaşı sırasındaysa her alanda olanca kuvvetiyle kendini gösterir. Sibernetik, modernliğin bu kanayan yarası üzerinde doğup gelişmiş; Batı’nın varoluşsal, dolayısıyla da yönetimsel krizine bir çare olarak kendini ortaya koymuştur. Sibernetik yönetim özü gereği apokaliptiktir. Enformasyonun serbest, şeffaf ve denetlenebilir dolaşımı üzerinden, dünyanın entropiye ve kaosa meyleden hareketlerine yerel ölçekte mani olup istikrara dayalı “güven adacıkları”nı sağlama almayı, hatta belki de mütemadiyen kendi kendini düzenleyen sistemler oluşturmayı amaçlar. Bilgisinden şüphe etmeyen Wiener şöyle der: “İletişim toplumun çimentosudur; içinde yaşadığımız uygarlığın bekası veya çöküşü, büyük ölçüde, iletişim kanallarını açık tutmaktan sorumlu olanların yaptığı işe bağlıdır.”
Akıllı Olan Her Şeye Karşı Savaş!
Sanayi çağı devletleri bağlamında ekonomi politiğin idare edilebilir bir homo economicus yaratmış olması gibi, sibernetik de kendi insanlığını yaratmaktadır: içinden geçen akışlar tarafından boşaltılmış, enformasyonla cereyan verilmiş, sürekli çoğalan aygıtlar aracılığıyla dünyaya bağlanmış şeffaf bir insanlık. Teknolojik ortamdan kopamayan, zira o ortam tarafından oluşturulmuş, dolayısıyla onun güdümünde olan bir insanlık. Artık yönetimin hedefi budur: insan ya da çıkarları değil, insanın “sosyal çevresi”. Bu çevrenin modeli akıllı kenttir. Akıllı kent, sensörleri aracılığıyla ürettiği enformasyonu gerçek zamanlı olarak işlemek suretiyle özyönetimi mümkün kılar; akıllı kent hem kendi sakinlerini üretir, hem de onlar tarafından üretilir. Ekonomi politik, insanları çıkarlarının peşinden gitmekte serbest bırakarak hüküm sürmüştür; sibernetik ise onları iletişim kurmakta serbest bırakarak denetim altında tutar.
Sibernetiğin açıkça beyan ettiği hedefi, kestirilemez olanı idare etmek ve yönetilemez olanı yok etmek yerine yönetmektir. Sibernetik yönetimin meselesi, ekonomi politik çağında olduğu gibi nasıl harekete geçileceğini planlamak için öngörüde bulunmak değildir sadece, aynı zamanda doğrudan müdahalede bulunmak, olasılıkları yapılandırmaktır.
Gelgelelim sibernetik yönetim yepyeni bir mantık uyarınca işliyor olsa da, ona tabi olanlar kendilerini hâlâ eski paradigmaya göre tasavvur ederler. Tıpkı arabalarımız ya da ayakkabılarımız gibi “kişisel” verilerimizin de kendimize ait olduğunu zannederiz; Google’ın, Facebook’un, Apple’ın, Amazon’un ya da polisin bu verilere erişmesine izin verme kararı alırken “bireysel özgürlüğümüzü” kullandığımızı sanırız; ama bu kararımızın, bunu yapmayı reddeden ve bundan dolayı artık şüpheli veya potansiyel isyankâr muamelesi görecek olanlar üzerinde doğrudan etkisi olduğunun farkında değilizdir. “Hiç şüphe yok ki,” diye kehanette bulunur The New Digital Age,
teknolojiyi benimsemeye ve kullanmaya direnen, sanal profillerle, çevrimiçi veri sistemleriyle ya da akıllı telefonlarla işi olmasını istemeyen insanlar olacaktır. Gelgelelim hükümet, bunların tümünden el çekenlerin gizleyecek bir şeyleri olduğundan ve yasaları çiğnemeye daha meyilli olduğundan şüphe edebilir; terörle mücadele önlemi olarak da, bir tür “gizli insanlar” kaydı oluşturabilir. Şayet hiçbir sosyal medya profiliniz ya da cep telefonu aboneliğiniz yoksa, internette adınıza rastlamak çok zorsa, böyle bir kayda girmeye aday olabilirsiniz. Ayrıca, havalimanlarında sıkı aramadan geçmek, hatta seyahat kısıtlaması gibi katı birtakım düzenlemelere maruz kalabilirsiniz.
Tekniklere Karşı Teknoloji
Devrimci hareketler için hâlâ kör nokta teşkil eden meşhur “teknolojiye ilişkin soru” burada devreye giriyor. Marksistlerle post-Marksistlerin büyük kısmı, seleflerinden devraldıkları hegemonya eğilimini, “insanı özgürleştiren teknoloji”ye tam bir bağlılıkla tamamlarlar. Azınlık olmaktan, hatta ezilen bir azınlık olmaktan pek hoşlanan anarşistlerle post-anarşistlerin çoğu ise, genellikle “teknolojiye” düşman bir tavır takınırlar. Hatta her eğilimin kendi karikatürü mevcuttur: Negri yanlısı sayborg meraklılarına, birbirine bağlı çoklukların elektronik devrimine gönül vermiş olanlara karşılık, devrimin ihtimalini dahi hayal etmeksizin ilerleme eleştirisini ve “teknoloji uygarlığının yıkımını” kazançlı bir yazın türüne ve en azından insanın içini ısıtacak bir niş ideolojiye dönüştüren endüstri karşıtları vardır. Teknoloji hayranlığı ile teknoloji düşmanlığı, temel bir yalanda buluşan berbat bir çift oluşturur: “tekniğe dayalı” [technical] diye bir şeyin var olduğu yalanı.
İnsan varoluşunda teknik olan ile olmayan arasında ayrım yapmak mümkünmüş gibi görünür. Ama aslında mümkün değildir. İnsanın dünyayla ilişkisinin hiç de baştan verili olmayıp uzun bir geliştirme sürecinin sonucu olduğunu görmeniz için, insan yavrusunun nasıl bir eksiklik hali içinde dünyaya geldiğini, kendi başına hareket etmesi ve konuşması için dahi ne kadar süre geçmesi gerektiğini düşünmeniz yeter. İnsanın dünyayla ilişkisi doğal bir uyumluluk sonucunda oluşmadığından, özünde yapay, ya da Yunanca tabiriyle tekniktir. Her insan dünyası, tekniklerin belli biçimlerde biraraya getirilmesinden oluşur: yemek pişirme, mimarlık, müzik, maneviyat, bilgi, tarım, cinsellik, savaş vs. teknikleri. İşte bu sebeple insanın türe özgü bir doğası yoktur: çünkü sadece belirli teknikler vardır, çünkü her teknik bir dünya biçimlendirir ve böylece dünyayla belli tarzda bir ilişkiyi, belli bir yaşam biçimini vücuda getirir.
O halde insan bir yaşam biçimini “inşa” etmez; insan yalnızca, örnek, deneyim ya da çıraklık yoluyla teknikleri bünyesine katar. Aşina olduğumuz dünyanın bize çoğu zaman hiç de “tekniğe dayalı” görünmemesinin sebebi de budur: çünkü bu dünyayı yapılandıran yapay unsurlar zaten bizim parçamız olmuştur. Buna karşılık, alışık olmadığımız şeylerde tuhaf bir yapaylık buluruz. Dolayısıyla dünyamızın teknik karakteri ancak iki durumda açığa çıkar: icat ve “bozulma”. Ancak yeni bir keşifle karşılaştığımızda, ya da alışıldık bir unsurun eksik, kusurlu ya da işlemez olduğu bir durumda, doğal bir dünyada yaşıyor olduğumuz yanılsaması, aksini gösteren kanıtlar karşısında dağılır.
Teknikler, insan denen tür varlığının, özü etkilenmeksizin alıp kullanabileceği birbirine denk araçlar toplamına indirgenemez. Her araç dünyayla belli bir ilişkiyi biçimlendirir ve vücuda getirir; ne bu yolla şekillenmiş dünyalar ne de o dünyalarda yaşayan insanlar birbirinin muadilidir. Keza bu dünyalar arasında bir hiyerarşi de kurulamaz. Kimilerini öbürlerine kıyasla daha “ileri” kılacak hiçbir şey yoktur. Sadece birbirlerinden ayrıdırlar, o kadar. Her birinin kendi potansiyeli ve tarihi vardır. Dünyalar arasında hiyerarşi kurmak için, farklı teknikleri sınıflandırmayı mümkün kılacak bir kritere ihtiyaç vardır. İlerleme mefhumu çerçevesinde bu kriter, tekniklerin ölçülebilir verimliliğinden ibarettir: bir tekniğin ne etik içerimlerini dikkate alır, ne de nasıl bir duyusal dünya yarattığına bakar. İşte bu yüzden, kapitalist ilerleme dışında ilerleme yoktur; yine bu yüzden, kapitalizm dünyaların durmaksızın yok edilmesi demektir. Tekniklerin dünyalar ve yaşam biçimleri yaratması, Marx’ın düşündüğü gibi insanın özünün üretim olduğu anlamına da gelmez. Teknoloji hayranlarının da teknoloji düşmanlarının da idrak edemediği budur: her tekniğin etik mahiyeti.
Şunu da belirtmek gerekir ki, çağımızın kâbusu “teknikler çağı” olmasından değil, teknoloji çağı olmasından kaynaklanır. Teknoloji, teknik gelişmenin tamamına ermesi değildir, bilakis, insanların farklı kurucu tekniklerine el konmasıdır. Teknoloji en etkili tekniklerin sistematikleştirilmesi ve bunun sonucunda hem dünyaların hem de insanların dünyayla kurdukları ilişkilerin tesviye edilmesidir. Tekno-loji, durmaksızın maddi gerçekliğe yansıtılan, tekniklere dair bir söylemdir. Şenlik ideolojisinin gerçek şenliğin ölümü olması, karşılaşma ideolojisinin gerçekten biraraya gelmenin imkânsızlığı olması gibi, teknoloji de tek tek bütün tekniklerin nötrleştirilmesidir. Bu bakımdan kapitalizm özü gereği teknolojiktir; en verimli tekniklerin kâr getirecek şekilde bir sistem içinde organize edilmesidir. Başat figürü iktisatçı değil, mühendistir.
Görünmez Komite’nin A nos amis (2014) başlıklı metinlerinin İngilizce çevirisindeki “Fuck Off Google” başlıklı bölümden seçilmiş pasajlar.