İnsanlığın, tabiat güçleriyle mücadelesinde amacı doğa üzerinde egemenlik kurmaktır. Egemenlik, düzenleyenlerin, düzene soktukları ile aralarındaki ilişkidir. İnsanlık, adım adım, doğa üzerinde hâkimiyet kazanıp doğayı fethetmektedir; yani kâinatı adım adım düzene sokmakta, onu kendi için ve kendi menfaatleri çerçevesinde düzenlemektedir. İnsanlığın çağlar boyu süren uğraşının anlamı ve içeriği budur.
Doğa, emrindeki karanlık, kaotik, fakat sayısız ve sonsuz tabiat gücünün dehşetengiz hiddetiyle bu egemenlik uğraşına özü gereği ve şuursuzca direnir. Doğayı fethetmek için insanlık kudretli bir ordu halinde örgütlenmek zorundadır. İlk çağların küçük, ilkel komünlerinden yüz milyonlarca insan arasındaki çağdaş işbirliklerine kadar çeşitli biçimler alan çalışma kolektifleri kuran insanlığın bilmeden de olsa yüzyıllardır yaptığı budur.
Şayet, insanlık, yalnızca doğa tarafından kendisine verilen güç ve araçlarla kâinatı düzene sokmak zorunda olsaydı, doğanın geri kalanı karşısında tıpkı kendisi gibi yaşam mücadelesi veren diğer canlılara kıyasla hiçbir avantajı olmazdı. İnsanlık, uğraşında, bizzat üzerinde egemenlik kurmaya çalıştığı dış doğadan aldığı aletleri kullanır. Zaferlerinin temelini bu oluşturur; doğal hayatın en kuvvetli ve dehşet verici devleri karşısında sahip olduğu üstünlüğü insanlığa vakti zamanında sağlamış ve bugün de sağlamaya devam eden budur. İnsanlığı, doğal âlemin geri kalanından ayıran da yine aynı şeydir.
İnsanlık için çözmesi bundan bile zor olan mesele ise, bireysel ve kolektif olarak kendini, kendi çaba ve faaliyetlerini organize etmektir. İnsan denen organizmanın ve toplumun karmaşık yapısında, zaman zaman tabiat güçleri kadar dehşetengiz ve yıkıcı olabilen, dizginlenemez ve çelişkili iç güçler saklıdır. Kader bizi bu güçlerin en yıkıcı ve korkunç patlamalarına tanık etti. İnsanlık tarihi bunları açıkça ortaya koyuyor: açlığın dehşetiyle, tüketici çalışma koşullarıyla dolu, çaresizlik içindeki milyonlara karşı azınlığın hükümranlığı ve asalakça sefasıyla geçen, ateşe ve kana bulanmış peş peşe yüzyıllar... İnsanlık, kendi kendini örgütleyebilmek için bünyesinde barındırdığı biyolojik ve toplumsal güçlerle mücadele etmek zorundadır; bunun için, tıpkı dış doğayla mücadelesinde olduğu gibi, aletlere ihtiyaç duyar. Fakat, bunlar, farklı aletler, organizasyon araçlarıdır. İnsanlık, bu aletleri, muazzam güçlüklerle ve özveriyle geliştirmiştir.
Bu araçlardan ilki, sözdür. İnsanlar arası her tür bilinçli işbirliği kelimeler aracılığıyla organize edilir: işçileri birleştiren bir rica ya da emir şeklini alan bir çalışma çağrısı; işçiler arasındaki işbölümünün belirlenmesi; hareketlerinin birbiriyle ilişkisinin ve sırasının belirtilmesi; daha yoğun emek harcamalarını sağlayan teşvikler; uyumsuzluklar hakkındaki uyarılar; iş durdurma; mesaiye dönme; çalışma yordamının değiştirilmesi... bunların hepsi sözle olur. Tek bir kelimenin gücüyle koskoca kolektifler kurulur; koskoca kolektifler onunla yönetilir. 20. yüzyıl, dünyanın en ehemmiyetsiz insanının emriyle milyonların nasıl da eşi görülmemiş bir demir ve dinamit cehennemine, bir cinayet ve yıkım kâbusuna sürüklendiğini gördü. Naif olmakla birlikte büyük bir derinliğe sahip olan kadim düşüncenin, dünyanın kelamla yaratıldığı efsanesini doğurması ve sözün tabiat güçleri üzerinde sınırsız kudreti olduğuna inanması boşuna değildi: Sular ve dağlar; fırtınalar ve kasırgalar; hastalıklar ve ölüm, doğru kelimeyi bilen ve söyleyen insana itaat etmek zorundaydı. Sözün örgütleyici gücü bir fetiş haline getirilip tüm kâinata yayılmıştı ve bu, çağdaş bilincin aksine, ilkel bilincin dikkatinden kaçmamıştı.
İkinci organizasyon aracı, ilkinden daha üstün ve karmaşık olan fikirdir. İster teknik bir kural, ister bilimsel bilgi ister sanatsal kavrayış biçiminde ortaya çıksın; ister sözlerle ister başka işaretlerle ister sanat imgeleriyle ifade edilsin; fikir her zaman organizasyonel bir şema olarak karşımıza çıkar. Teknik bir fikir, insanların çabalarını doğrudan doğruya ve açıkça koordine eder. Daha üst seviyede bir araç olan bilimsel fikir de aynı şeyi, ama daha dolaylı yoldan ve daha büyük ölçekte yapar; bunun en çarpıcı örneği de içinde yaşadığımız çağın bilimsel teknolojisidir. Sanatsal bir fikir, kolektifi, bir algı, duygu ve ruh birliği yolunda seferber eder; kişiyi, toplum içindeki yaşamı için yetiştirir; kolektifin organizasyonel unsurlarını hazırlar ve bunları, kolektifin iç düzeninin bir parçası haline getirir. Antik düşünce, fikirlerin örgütleyici rolünün az çok farkındaydı; onlarda, daha üst bir otoritenin yol gösterici talimatlarını görüyordu. Zamane düşüncesi ise, çoğu durumda, bu bilinç kırıntısını bile kaybetmiş durumda.
Üçüncü araç, toplumsal normlardır. Âdetler, hukuk, ahlak ve görgü kuralları... bunların hepsi, bir kolektifteki insanlar arasındaki ilişkileri tesis edip düzenler ve aralarındaki bağları kuvvetlendirir. Patriyarkal çağların somut bilincinde toplumsal normlar, kolektif yaşamı düzenleyen ataların buyruğu ya da tanrıların emri olarak anlaşılıyordu. Bu normların toplumu düzenleyici mahiyetini idrak edemeyen zamanımızın soyut düşüncesi ise, bunların temelinde, tek tek bireylerin duygusal deneyimlerini arıyor.
İnsanlık, söz, fikir ve norm gibi araçları nereden edinir? Maddi araçları aldığı dış dünyadan değil; kendi doğasından, kendi etkinliklerinden ve duygularından, kendi deneyiminden alır bunları. Bunların hepsi, insanlığın binlerce yıllık tarihinde hayata geçirdiği organize deneyimin ürünleridir. Söz, manasız bir ses değil; insandan insana aktarılan düşünce ve arzuların toplumsal olarak billurlaşmasıdır. Aynı şey, daha karmaşık ideoloji biçimleri için de geçerlidir.
Eksiksiz bir şekilde gözlerimizin önünde serimlenen insan yaşamının içeriğini şimdi özetleyebiliriz. Bilimsel sosyalizmin eski hocası Engels, bunu bir formülle özetlemişti: insanların üretimi, şeylerin üretimi ve fikirlerin üretimi.
Eylemi organize etme kavramı, “üretim” teriminde gizlidir. Dolayısıyla, bu formülü biraz daha detaylandırabiliriz: doğanın dış güçlerinin organize edilmesi; insani güçlerin organize edilmesi ve deneyimin organize edilmesi.
Ne keşfetmiş olduk? Organizasyon sorunlarından başka sorun olmadığına göre insanlığın yegâne etkinliği, organizasyon etkinliğidir.
Peki ama nereye baksak yıkıcı faaliyetler ve düzensizlik sorunları görmüyor muyuz? Görüyoruz; ama bu, aynı eğilimin tikel bir dışavurumundan başka bir şey değil. Toplumun, sınıf ve grupların yıkıcı bir şekilde çatışıp birbirlerinin düzenini bozmasının sebebi tam da her kolektifin dünyayı ve insanlığı kendine göre, kendi idealleri doğrultusunda organize etmeyi amaçlamasıdır. Organizasyonel güçlerin yalıtılmışlığının ve ayrılığının bir sonucudur bu; aralarındaki birlik eksikliğinin; ortak ve uyumlu bir şekilde örgütlenememelerinin bir sonucudur. Organizasyonel formların mücadelesidir.
Böylece, insanlığın bütün menfaatlerinin organize olmakta yattığı sonucu desteklenmiş oluyor. Buradan varılacak sonuç, yaşam ve kâinat hakkında organizasyonel bakış açısından başka bir bakış açısının olamayacağı ve zaten olmaması gerektiğidir. Ve bu bakış açısı şimdiye kadar kazanılamamışsa eğer, bunun tek sebebi, insanlığın, evrimin yolunu tıkayan fetişizm zarını henüz tam olarak yırtamamış olmasıdır.
Aleksandr Bogdanov, “The Organizational Activity of Mankind” metninden seçilmiş bölümler, Essays in Tektology içinde, “What is Organizational Science” adlı 1. bölümün altbaşlığı, çev. Goerge Gorelik (California: Intersystems Publication, 1980) s. 1-4.