Hiçbir şey olmuyorsa, devletin ideolojik aygıtları kusursuz bir şekilde çalışmakta demektir.
Althusser
Sidney Bienali’ni boykot et! Manifesto 10’u
boykot et! Whitney Bienali’nden çekil! Tate Müzesi ile BP arasındaki
sponsorluk ilişkisini protesto et! Merhum Ana Mendieta’nın anısına sahip
çıkmak adına eski kocası Carl Andre’nin Dia Art’daki retrospektifini
protesto et! Sanatın “karanlık maddesi” namına sanat malzemesi
tedarikçilerinin hepsini boykot et! Sanat kuruluşlarındaki ücretsiz
stajyerliğe karşı ayaklan! Creative Time sergisini boykot et! Boykot et!
Çekil! Protesto et!
30 sene boyunca sanat dünyasında hüküm süren
bariz hissizlik ve profesyonel kinizm nihayet muhteşem bir sona gelmiş
gibi gözüküyor. Politik itiraz, kamusal muhalefet edimleriyle, doğrudan
eylemle ve iktidara hakikati söyleme edimleriyle kendini bir kez daha
tesis ediyor. Sanatın finansmanı, sevk ve idaresi, ve iş dünyasıyla
bağları kurumsal eleştirinin oluşumundan günümüze çeşitli şekillerde
mercek altına alınmış olsa da, sanatın politik eleştirisi bugün çok daha
yaygın ve daha eylemci bir hâl aldı. Geçmişte de sanatçıların ve
sanatçı gruplarının çeşitli vesilelerle sergilerden çekildiği olmuştu
(Art in Ruins’in ilkesel olarak her tür sergiden çekilmek gibi bir namı
vardı), fakat halihazırdaki boykot furyasının kökeni özgün bir politik
dönemeçte yatıyor.
Chto Delat?, Atlas is Tired
(Atlas Yoruldu), 2014. İzinsiz gösteri. Chto Delat?’ın insiyatifyle
kurulan School for Engaged Art Manifesta 10’un açılışında ‘Atlas
yoruldu’ diye bağırıyor.
Rus sanat kolektifi Chto Delat? (Ne
yapmalı?) Manifesto 10’dan çekilme kararını şu sözlerle duyurdu:
“Manifesta, her tür yasanın ve hukukun yerinde yeller estiği bir
durumda, yapabileceğinin en fazlasının yasalara ve düzene saygı
duyulması yolunda bürokratik buyruklar vermekten ibaret olduğunu
gösterdi. Bu koşullar altında, Manifesta 10’a katılmanın herhangi bir
anlamı kalmamıştır.” Bu sırada, 92 sanatçının “Tecrite Değer Katma”
şiarıyla 19. Sidney Bienali’ni boykot etmesi sonucunda
Bienal, Avustralya’nın ücra köşelerinde mülteci kampları işleten ana
kurumsal sponsoru Transfield’le tüm bağlarını kopardı.
Creative Time’ın “Living as Form” adlı
gezici sergisi de, Judith Butler, Lucy Lippard, Chantal Mouffe, Walid
Raad, Martha Rosler ve Gayatri Spivak’ın aralarında bulunduğu 100’ün
üzerinde katılımcının çekilme çağrısı yaptıkları bir açık mektupla
protesto edildi. Serginin uğrak yerlerinden biri, “Filistin’deki
adaletsiz ve yasadışı işgali sürdürmekte önemli bir role sahipti”. Bu
çağrının ardından Allora & Calzadilla, Ultra-red, Women on Waves,
Basurama, Celine Condorelli & Gavin Wade, Decolonizing Architecture
Art Residency, Chto Delat? ve US Social Forum sergiden çekildiklerini
duyurdular.
Sanat boykotu; kurumları, şirketleri ve
devleti hesap vermeye çağırmak konusunda etkin bir politik aygıt
olduğunu ispat etti. Müze direktörlerinin, CEO’ların ve hükümet
başkanlarının korkudan yeraltı sığınaklarına saklandıkları hayaline
kapılacak kadar saf değiliz; fakat boykottan çok haz etmedikleri de
kesin. Sanat boykotu politik bir eylem. Kurumsal markaların sanat
sponsorluğu vasıtasıyla aklanması şirketlere dair olumsuz anlatının
bastırılmasını ve bu anlatının bir fanteziyle ikame edilmesini
beraberinde getiriyorsa, o zaman boykot, bilinçdışının tehdidini temsil
ediyor demektir. Ya da eğer sanat kurumları, yüksek ideallerin maddi
pratikleri perdelediği yerler olarak ideolojinin mükemmel mecralarıysa,
sanat boykotu, ideolojiyi saptırdığı toplumsal gerçeklikle
yüzleştiriyor.
Her boykot eyleminin politik ya da etik bir
gündemi vardır, peki sanat boykotunun politik anatomisi tam olarak
nedir? Sanat boykotu, tüketici boykotu ile işçi grevinin niteliklerini
harmanlar ve anti-art’ı çalışmanın reddine yaklaştırır.
Şüphesiz sanat boykotunda, sanatın politikası ile genel olarak politik
eylem iç içe geçer; boykot ikisinin de başvurduğu bir tekniktir ve aynı
zamanda belirli bir sergiyi çevreleyen politik koşullara cevap
niteliğindedir. Ama bunun da ötesinde, sanatın politikası ile politik
eylem arasında ortak bir tarihsel koşullar bütünü vardır.
Şiddetli Gazze işgali sebebiyle İsrail
mallarının boykot edilmesine yönelik çağrı veya Karl Marx ve Friedrich
Engels’in külliyatına serbest erişimi engelleyen Lawrence & Wishart
yayınevine karşı yürütülen kısa ömürlü boykot kampanyası gibi vakalar
yoluyla politik bir araç olarak yeniden canlanan boykot, ‘tüketici
aktivizmi’ geleneğine dayanır. Iris Marion Young, 1990’ların sonlarında
ahlaklı tüketicilerin, ilk etapta öğrencilerin, bir tür politik
eylemcilik biçimi olarak geliştirdikleri boykotu savunan bir politik
sorumluluk anlayışı geliştirmiştir. Buradaki ana fikir, “ulusaşırı
karşılıklı bağımlılık sisteminin ve yoğun ekonomik etkileşimin” samimi
bir ahlaki sorumluluğun nesnel zeminini oluşturduğu”dur. Bu etik
yükümlülük hissi, sanat boykotundaki yeni akıma ve yeniden canlanan
politik boykota nüfuz etmiş durumda.
Katılım göstermeme ediminin bir baskı
oluşturma amacı taşıması yönünden boykot, işçi grevlerine benzer. Fakat,
emekten el çekmenin verimlilik ve kâr üzerinde doğrudan etkisi vardır;
nitekim boykot ile grev arasındaki benzerliğin sona erdiği nokta da
burasıdır. Sanat boykotu, yöntemini tüketici boykotundan ödünç alır:
katılımı askıya alır ve hangi koşullarda katılabileceğini kamuya
duyurur; fakat, tüketici boykotundan farklı olarak vurgu talepten ziyade
arz üzerindedir. İtalyan otonomi hareketinin el çekme şiarından
haberdar olan ve cesaret alan sanat boykotu, esas itibariyle üretimden
değil katılımdan el çekmekle ilgilidir; çünkü burada belirli bir
etkinliğe katılmak o etkinliğe etik açıdan rıza göstermek şeklinde
yorumlanmaktadır.
No
Wave Performance Task Force hayvan kanı ve bağırsaklarıyla Carl
Andre’nin Dia’daki retrospektifini protesto ediyor. Eşi Ana Mendieta’yı
öldürmekle suçlanan Carl Andre tartışmalı bir duruşmanın ardından 1988
yılında beraat etmişti.
Boykot eylemleri mekânları işgal etmektense
terk etseler de, sanat boykotu, politik karakterini ve ivmesini Occupy
hareketinden alır. Sanat boykotu, özellikle de özgün politik eylemcilik
yöntemleri geliştirerek Avrupa ve Amerika’da yeni örgütlenme tarzlarına
öncülük eden 2011 Arap Baharı tarafından yeniden çizilen politik
manzaranın bir parçasıdır. Protestoların başlama tarihine atfen (15
Mayıs 2011) 15M olarak da anılan İspanya’daki “Öfkeliler” hareketi bu
tür yeni hareketlerin ilkiydi. İşgale dayanan ve mutabakat esaslı karar
alma prosedürleri işleten yeni bir kitlesel protesto tarzı
geliştirdiler. Şimdilerde Anonymous hareketiyle ilişkilendirilen Guy
Fawkes maskeleri giyerek protesto geleneğine yeni bir ikon
kazandırdılar.
Occupy Wall Street ve ardından gelen küresel
Occupy hareketleri bilinçli bir şekilde İspanya prototipini model
alıyordu ve bu dünyadan devşirdiği teknikleri ve kuralları yeniden bu
dünyaya yaydı. Occupy kendini, basitçe devletten daha demokratik
olmasını talep etmektense “yeni bir dünyanın çerçevesini bilfiil şimdi
ve burada çizen”, “mutabakata dayalı, hiyerarşik olmayan ve katılımcı
bir öz-yönetim” olarak tarif eder. 2012’ye gelindiğinde Occupy
hakkındaki kuramlar da çoktan abartı ile hayal kırıklığı arasında ikiye
bölünmüştü. Noam Chomsky, hareketin çadır kamplarını işgal etmenin
ötesine geçip “sokak protestolarından serbest kürsü sayfalarına ve
iktidarın tepesine kadar giden bir mesaj” olarak “küresel vicdanı işgal
ettiği” tespitinde bulunuyordu. Peter Osborne ise kısa süre içinde
politik eylem olmaktan çıkıp sembolik olay haline gelen Occupy’ın
ütopyacılığını abartılı bularak, hareketi “güçsüzlüğün ve reddin”
protestosu olarak niteliyor, bu bakımdan “kurumsal olarak sanattan ayrı
olmakla beraber sanatla aynı toplumsal mekânı” paylaştığını öne
sürüyordu.
Occupy ve boykot gerçekten de esas olarak
sembolik eylemlerse, o zaman sanatçıların kendileriyle aynı dili konuşan
bu hareketlere yakınlık duyacağı düşünülebilir. Fakat, Occupy
hareketinin sembolik olmanın ötesine geçip, güçsüzlüğün ve reddin ufkunu
aştığı durumlar oldu. Mesela, 2011 Haziran’ında, oyuncular, sanatçılar,
işçiler ve vatandaşlardan oluşan 80 kişilik bir grup, özelleştirilme
tehlikesiyle karşı karşıya olan Roma’daki Teatro Valle’yi işgal etti.
Aradan geçen üç sene boyunca işgalciler tiyatroyu gayet başarılı bir
şekilde işletmekle kalmadılar; aynı zamanda kamu yararı (bene comune) fikrine dayalı kültür yönetimi modelleri geliştirmeye çalıştılar. Zaman içerisinde, işgal başka tiyatrolara da yayıldı.
Slavoj Žižek, Arap Baharı’nın ardından
“protestonun muhteşem dönüşü”yle beraber “işçi protestolarından ziyade,
işçi konumuna indirgenme tehdidine karşı protestolara” tanık olduğumuzu
iddia etti. Ve bu noktadan hareketle, 2011 yılında Britanya’da
gerçekleşen öğrenci protestolarına ve yağmalama olaylarının yaşandığı
Tottenham ayaklanmalarına yanlış tanı koydu. Žižek’e göre, öğrenci
protestoları, burjuva gençliğin ayrıcalıklarını korumak uğruna ortaya
koyduğu ortak bir mücadeleydi; Tottenham ayaklanmaları ise tüketiciliğin
olumlanmasından ibaretti. Oysa, öğrenciler, ayrıcalıklılardan başka
herkesi üniversiteye gitmekten alıkoyacak neoliberal politikalarla karşı
karşıyaydılar ve harçları yükselterek yüksek öğretime eski
ayrıcalıklarını iade etmeye yeltenen de koalisyon hükümetiydi. İkincisi,
yağmacılığı kapitalist piyasa ekonomisi ütopyasıyla uyumlu bir hareket
olarak görmenin elle tutulur bir yanı yok: Mübadele olmadan, alım
olmadan yapılan tüketimin kapitalist olmadığı ortada.
Yine de, Žižek’in, protestonun muhteşem
dönüşüne dair yaptığı sınıf analizinde bir doğruluk payı varsa, o da
şudur: Sanat boykotu da dahil olmak üzere bu tür protestolar,
hükümetlere, şirketlere ve kurumlara meydan okuduklarında dahi,
konformizm ve suç ortaklığı ihtimalini içerir. Chomsky, Occupy
hareketini, 30 seneden uzun bir süre boyunca hegemonik olmuş
neoliberalizmin ve küreselleşmenin etkilerini “bertaraf edebilecek ilk
gerçek, büyük halk tepkisi” olarak tanımlamakta haksız değildir; fakat
bu, günümüzde protestonun kısmen de olsa, ayrıcalıklar için bir mecra
olmasını engellemez. Dolayısıyla, çoğunlukla güçsüzler ve çaresizler
adına konuşan sanat boykotu da ayrıcalığın alanıdır. Tüketici boykotları
politik aktörlüğü varlıklılara devrederken, sanat boykotları da politik
aktörlüğü az sayıda başarılı sanatçıya devreder.
Her şeye rağmen, küratörün ve şirket
sponsorluğunun yükselişine, dolayısıyla bu gelişmeyle hatları çizilen
neoliberal sanat kurumuna ilk ciddi darbe, büyük sergileri boykot eden
sanatçılardan geldi. Tek tek boykotların içerikleri bir yana, genel
olarak boykot sanat alanındaki güç dengelerini yeniden masaya yatırıp
müzakereye açmaya yarayan bir yöntem. Sanatçı grevi tek tek küratörleri
ya da kurumları hedef alamayacak kadar genel bir eylemdi. Oysa, örneğin
küratoryal eser seçiminin ırkçı olduğu gerekçesiyle Whitney Bienali’nden
çekilen Yams Collective birilerini suçluyor, isimler veriyor ve somut
reformlar talep ediyor.
Boykot, Halk Meclisi'nin (Occupy forumları)
el işaretlerinden birini, konsensüs odaklı tartışmalarda kullanılan
‘engel’ hareketini anımsatır. Kolların, çapraz bir haç biçiminde göğsün
üzerinde kavuşturulmasıyla yapılan bu işaret, Genel Meclis’te geçerli en
uç harekettir. Writers for the 99%’in [%99 için Yazarlar] ifadesiyle,
‘engel’ işareti, “getirilen öneriye ciddi bir ahlaki ya da pratik itiraz
olduğunu gösterir” ve bu şüpheler giderilmediği takdirde itirazda
bulunan kişinin meclisi terk edeceği anlamına gelir. Bununla birlikte,
‘engel’ boykottan daha etkindir. Engel koymak veto işlevi görür, boykot
ise, bir serginin kompozisyonunu değiştirir ya da bir ihtimal belirli
bir kimseyi istifa etmeye zorlar ama etkinliğin gerçekleşmesine toptan
engel olamaz.
Ters yönden gelip sanat boykotunu boşa
çıkaran bir durum ise iktidarın bazen politik yüzleşmeyi göze alamayıp
geri çekilmeyi tercih etmesidir. 13. İstanbul Bienali’nin
organizatörlerinin şehri etkisi altına alan protesto eylemlerinin hedefi
haline gelebileceği korkusuyla kamusal programını iptal etmesi, ters
boykot olarak tarif edebileceğimiz durumun bir örneğidir. Bir başka
versiyonda ise, kurumsal eleştiri boykotun sanat kurumlarına yönelttiği
etik suçlamayı kabul eder ve onu geri çekilmekten ziyade katılmak için
bir gerekçe olarak kullanır. Andrea Fraser kurumsal eleştiriyi şu
şekilde izah eder: “Kurumsal eleştirinin bakış açısından, eleştiri,
tahakküm ilişkilerinin yeniden üretimindeki payımızı özdüşünümsel bir
şekilde değerlendirmeye yönelik etik bir pratiktir”. Bu durumda etik
kaygılar, nesnel olarak müşkül bir duruma öznel bir telafi sunarak bir
kurumda rol almayı meşrulaştırır. Sanat boykotundan ziyade kurumsal
eleştiri örneğini model alan Liberate Tate [Tate’i Özgürleştir],
protesto gösterilerini bilfiil Tate’in içinde sahneliyor; kurumdan
çekileceğine itirazını sakınmadan kurumda yer alıyor. Tate ile BP
arasındaki nesnel ekonomik ilişkiye normatif olarak karşı olduğu
gerekçesiyle müzeye girişini meşrulaştıran Liberate Tate, Occupy
hareketinden daha kısa ömürlü ve sanatçı boykotuna nazaran kurumla daha
içli dışlı bir ilişki içerisindedir.
Occupy hareketi etik öz-örgütlenme yoluyla
bir yerin yönetimini üstlenir; kurumsal eleştiri etik eleştiri
pratikleri yoluyla kurumda yer alır; sanat boykotu ise etik olarak
kurumlardan çekilmeye mecburdur. Sanatın toplumsal kuvvetlerle suç
ortaklığı konusunda fazlasıyla duyarlı olan sanat âlemi, aynı
duyarlılığı sanatın daha kapsamlı politik mücadeledeki rolü konusunda
göstermez. Mekâna-özel eylemciliğini kendini eksilterek ortaya koyan
boykot, bu koşulların ikisini de karşılar. Paradoksal bir şekilde,
boykot, geri durmak suretiyle bir duruş ortaya koymaktır; ki bu da
boykotun bir tür eylem mi yoksa eylemsizlik mi olduğu sorusunu gündeme
getirir. Boykotu “hiçbir şeyin olmaması” durumu olarak mı anlamak
gerekir, yoksa ne pahasına olursa olsun tartışmalı sergilere katılmayı
“işlerin olağan seyrinde yürümesi” olarak görmek mi doğru olur? Boykot
politik bir eylemse de, burada söz konusu olan politikanın sanat
eserinin içeriğinin ya da özgül niteliklerinin hiçbir surette katkı
yapamayacağı formalist bir politika olduğu su götürmez. Ve eğer
sergilere katılmak kaçınılmaz biçimde serginin nesnel kurumsal formunu
kabullenmek olarak görülüyorsa, bu da, maddi ve göstergesel
özelliklerinden bağımsız olarak sanat eserini kınayan formalist bir
politikaya işaret eder. İşte bu yüzden, sanat boykotu da en büyük
meşruiyetini, sanat eserinin içeriği kurumsal sergileme koşulları
tarafından hükümsüz kılındığı anda kazanır.
Çatışma alanlarında sanat etkinlikleri
düzenlenmesine karşı itirazlar ekseriyetle şu varsayımlara dayanır:
sanat eseri lüks bir üründen ibarettir veya sanat her daim olumlayıcı
olacaktır. Art Against Cuts bu duruma iyi bir örnek teşkil ediyor.
Topluluk, öğretmen, öğretim üyesi ve kamu çalışanlarının greve
gidecekleri 30 Haziran 2011 günü kültür çalışanlarına ve yöneticilerine
“tüm kültürel etkinlikleri ve işleri askıya almaları” çağrısında
bulundu. Bu özgül örnekte boykot, halihazırdaki sanat boykotu modasından
ziyade işçi grevleriyle dava birliği yapıyor. Politik protesto
gösterilerini boykot etmek (yani, savunulamaz olduğu gerekçesiyle
belirli bir durumda doğrudan eylemde bulunmamayı seçmek) saçma telakki
edilirken, sanatı boykot etmenin (savunulamaz bir durumdan ötürü belirli
bir sergiden çekilmek) hiç saçma bir yanı olduğu düşünülmez. Sanat
boykotu, sanatı politik mücadelenin etkin bir faili olarak düşünmez; her
politik mücadelenin aynı zamanda kültürel bir mücadele olması
gerektiğini de teslim etmez. Bilakis, sanatın yegâne katılım tarzının
suç ortaklığı şeklinde olabileceği fikrindedir.
Liberate Tate, Hidden Figures (Gizli Rakamlar/Saklı Figürler), 2014.
Sanat boykotunun eylem ve eylemsizlik
hakkında başvurduğu kimi felsefi argümanlar bir sonuca ulaştırılamayacak
gibi durmaktadır – en azından halihazırda sanat boykotundan
bahsettiğimiz genel seviyede bu böyledir. Fakat, silah tüccarları,
eşcinsel hakları, mutenalaşma gibi tekil konulara yoğunlaşan boykot,
boykot edilen kurumun normal şartlar altında bir sakıncası olmadığını
ima eder; ki bu da boykotun en sorunlu yanıdır. Boykotlar atipiktir;
özgül kurumsal kusurlara dikkat çekebilmelerinin de, tüm sanat
kurumlarının paylaştığı genel ve yerleşik teamüllerle ve yapılarla baş
edecek donanıma sahip olmamalarının da sebebi budur. Boykotlar, hedef
alınmayan kurumları olumluyorlar mıdır? Etkin eylemsizlik için belirli
sergileri ve kurumları seçen sanat boykotunun, alttan alta, seçilen
hedefler dışında her şeyin güllük gülistanlık olduğu mesajını verdiği
izleniminden kurtulmak pek de kolay değildir.
Sanat boykotu ve kültürel işgal, benzer bir
politik çizgiyi paylaşsa da, taktik olarak birbirinden ayrılır.
Kapatılma tehlikesi altındaki kâr etmeyen tesislerin işçi ve topluluk
ortaklığında ve işçilerin yönetiminde başarılı firmalara dönüşmesini
sağlayan işçi işgallerine benzeyen tiyatro işgalleri, sanat boykotunun
ahlaki perhizinin ötesine geçer. Mesele boykotun olumsuz, işgalin olumlu
olması değil, bilakis işgalin statükonun ciddi bir olumsuzlamasını
içermesidir. Temelde fark, boykotun, sadece itiraz ufkuyla sınırlanmış
olması, işgalin ise politik dönüşüm sürecine doğrudan müdahil
olabilmesidir. Ne var ki, politikada bazen olaylar ilkeleri boşa
çıkarır.
Manifesto 10’dan çekilme kararını duyurmadan
kısa bir süre önce Chto Delat? özellikle de Rusya gibi “herhangi bir
kültürel engellemenin gerici kuvvetlerin pozisyonunu pekiştirmekten
başka bir işe yaramayacağı” bir ülkede sanat boykotuna karşı olduğunu
açıklamıştı. Rus bir sanat kolektifi olan Chto Delat?, Manifesta’yı
boykot etmektense, sergide yer alıp “alternatif ev sahipleri ve kentin
temsilcileri” görevini üstlenmeyi umut ediyordu. Manifesta’nın küratörü
Kasper Köning gittikçe daha kararlı bir şekilde devletin
huzursuzluğundan veya katılımcılardan kaynaklanabilecek politik
aksaklıkları marjinalize etmenin peşine düşünce, Chto Delat? verili
koşulların katılım amacını boşa çıkaracağına karar verdi. İlkesel olarak
boykot karşıtlığını sürdüren topluluk, bu baskılar sebebiyle
Manifesta’dan çekildi. Dolayısıyla, tüm kısıtlarına rağmen boykot
hegemonik rehavetin can evine politik ihtilafı sokmaya yarayan bir
yöntemdir.
Kaynak: “To Boycott or not to Boycott?”, Art Monthly, no. 380, Ekim 2014, s. 11-14. Çeviri ilk kez skopbülten'in 8.11.2014 tarihli sayısında yayınlanmıştır.