Amilcar Cabral (1924-1973), Afrika’daki Gine-Bissau ve Cape Verde (Yeşil Burun) Adaları’nın Salazar liderliğindeki faşist Portekiz sömürgeciliğinden kurtulmasını sağlayacak bağımsızlık hareketinin önderiydi. Cabral bir şairdi ve kendi varoluşunu şiirle tanımlıyordu; Afrikalıların zihinlerinin “yeniden Afrikalılaşması” için şiirin elzem olduğunu düşünüyordu. Kurtuluş mücadelelerinde kültürel direnişin asli bir rolü olduğunu savunuyordu; ancak, o dönem yaygınlaşan “kökenlere dönüş” ve Pan Afrikanizm gibi akımlar, veya 1930’larda Martinik kökenli şair Aime Cesaire’in başını çektiği ve tüm dünyadaki Afrikalıların ortak bir siyah kimliğini sahiplenmesini savunan Negritude felsefesi gibi kimlik ve köken temelli hareketleri eleştiriyordu. Ona göre “kültürel direniş”, etnik veya başka türden bir kimliğin sembollerini sahiplenmek değil, baskı ve sömürüye maruz kalan halkların kendiliğinden sergilediği ve politik-ekonomik-askerî mücadelenin önünü açacak bir direnişti. Dahası sürekli değişimin, sabit bir “köken” arayışını sürekli boşa çıkaracağını savunuyordu. Aynı zamanda tarım uzmanı olan Cabral, dönemin Marksistleri arasında nadir rastlanan derin ve radikal bir ekolojik perspektif geliştirmişti. Aşağıda pasajlarını sunduğumuz metin, Cabral’ın 1972’de Lincoln Üniversitesi tarafından kendisine verilen fahri doktorluk unvanı üzerine yaptığı konuşmadan alınmıştır. Kaynak: The African Liberation Reader, cilt 1, (ed.) Aquino Bragança ve Immanuel Wallerstein, s. 157-166.
Amilcar Cabral, 1966’daki Küba ziyareti sırasında Fidel Castro’yla.
[...] İnsanlar tarihin hiçbir döneminde, başka insanlar ve başka toplumlar hakkında bilgi sahibi olmaya, içinde bulunduğumuz emperyalist yüzyıldaki kadar büyük ilgi duymadılar. Emperyalist tahakküm koşulları altında, özellikle halkları ve insan gruplarını konu alan tarih, etnoloji, etnoğrafya, sosyoloji ve kültür alanlarında eşi görülmemiş bir bilgi, hipotez ve teori birikimi oluştu. Irk, kast, etnisite, kabile, ulus, kültür, kimlik, onur ve benzeri birçok kavram, “ilkel” veya “gelişmekte olan” sıfatlarıyla tarif edilen insanları ve toplumları inceleyenlerin odak noktaları oldu. Yakın zamanda, kurtuluş hareketlerinin yükselmesiyle beraber, bu toplumların niteliğini, sürdürdükleri savaşların ışığında tahlil etme ve bu mücadeleleri başlatan veya engelleyen etkenleri belirleme ihtiyacı hasıl oldu. Araştırmacılar bu bağlamda kültürün önemli bir yeri olduğunda genel olarak hemfikirler. Dolayısıyla, (bağımsızlık öncesi) kurtuluş hareketinin gelişmesinde kültürün gerçek rolünü açıklığa kavuşturma yolundaki her çabanın, halkların emperyalist tahakküme karşı yürüttüğü geniş çaplı mücadeleye önemli katkısı olacağı söylenebilir.
Bu kısa konuşmada, ulusal kurtuluş hareketi bağlamında “kökenlere dönüş” meselesini, ve kimlik ve onur sorununu ele alacağız. Bağımsızlık hareketlerinin daha ilk evrelerinde bile kültürel etkinliklerde büyük bir artış görüldüğü için, bu tür hareketlerin öncesinde tabi konumdaki halk arasında bir “kültürel rönesans” yaşandığı öne sürülmüştür. Kimileri daha da ileri giderek, kültürün bir grubu biraraya getirme aracı olduğunu, hatta bağımsızlık mücadelesindeki silahlardan biri olduğunu savunur.
Kendi mücadelemizden, hatta Afrika’nın tamamındaki mücadelelerden edindiğimiz tecrübelerden yola çıkarak, kurtuluş hareketinde kültürün hayati önemi konusunda son derece dar, hatta yanlış bir fikrin söz konusu olduğunu düşünüyoruz. Bize göre bu fikir, gerçekliği olsa da çok sınırlı olan bir fenomenin yanlış biçimde genelleştirilmesinin sonucu; bahsettiğimiz fenomen, sömürgeleştirilmiş toplumların dikey yapısında, elitler ya da sömürge diasporası düzeyinde var olan bir hadise. Bu genelleştirme, meselenin özünü görmüyor veya es geçiyor: yabancı tahakkümüyle karşı karşıya kalan halk kitlelerinin kültürel direnişinin yok edilemezliği.
Emperyalist tahakküm hiç kuşkusuz kültürel baskıyı gerektirir ve tabi kılınan halkın kültürüne ait önemli unsurları ya doğrudan ya da dolaylı olarak yok etme girişimlerinde bulunur. Ama insanlar, tam da kültürel hayatları üzerindeki kesintisiz ve organize baskıya rağmen kültürlerini hayatta tuttukları ve politik-askerî direnişleri kırıldığında bile kültürel olarak direnmeye devam ettikleri için kurtuluş hareketini yaratıp geliştirebilmişlerdir. Ve öyle bir zaman gelir ki, kültürel direniş, yabancı tahakkümüne karşı savaşmanın yeni (politik, ekonomik, askerî) biçimlerine dönüşebilir.
Bazı istisnalar sayılmazsa, sömürgeleştirme dönemi en azından Afrika’da tabi halkın kültürünün ve geleneklerinin en önemli unsurlarını yok edecek veya tahrip edecek kadar uzun sürmemiştir. Afrika’da sömürgecilerin emperyalist tahakkümü (soykırım, ırk ayrımcılığı ve apartheid dışında) şunu gösterir ki, sömürge kuvvetlerinin tabi halkın kültürel direnişini kırmak için bulabildiği yegâne pozitif çözüm “asimilasyon” olmuştur. Ama yerli halkın “tedrici asimilasyonu” politikasının tamamen başarısız olması, hem bu teorinin yanlışlığının hem de tabi halkın direnme gücünün kanıtıdır. Portekiz sömürgelerinde, (Gine’de) asimile edilen insanların toplam nüfustaki oranı %0,03’tü – üstelik 500 yıl süren “uygarlaştırma misyonu”na ve yarım asırlık “kolonyal barış” sürecine rağmen. [...]
Yukardaki iddia çerçevesinde, genel olarak baktığımızda tabi kılınan ülkede ne kitlelerin ne de yerli yönetici sınıfların (geleneksel şefler, soylu aileleri, dinî otoritelerin) kültürüne veya geleneklerine kalıcı bir zarar verilmemiş olduğu söylenebilir. Baskı, zulüm, aşağılama, ve yabancı güçlerle işbirliğine giren belli grupların ihaneti sonucunda kültür köylerde, ormanlarda, ve tahakküm mağdurlarının ruhlarında sığınak bulmaya zorlanmıştır. Kültür bütün bu zorluklara göğüs gererek hayatta kalır ve bağımsızlık mücadelesi aracılığıyla yeniden yeşerir. Dolayısıyla, “kökenlere dönmek” veya “kültürel rönesans” gibisinden meseleler, halk kitleleri arasında hiçbir zaman gündeme gelmez, çünkü kültürün kaynağı zaten bizzat onlardır ve onu koruyup inşa ederek tarihi yapacak olan yegâne toplumsal yapıyı da onlar oluşturur. [...]
İşte onun için, Pan Afrikanizm veya Negritude gibi teori veya “akım”ların (ki ikisi de büyük ölçüde, bütün siyah Afrikalıların bir kültürel kimliğe sahip olduğu varsayımından doğmuş tabirlerdir), Siyah Afrika’nın dışarısında ortaya çıkmış olmasına şaşırmamak gerekiyor. Siyah Amerikalıların son zamanlarda Afrika kimliğini sahiplenme yönündeki –hayli ümitsiz– girişimleri de, bu “kökenlere dönüş” ihtiyacının bir başka vesikasıdır ve yeni bir durumdan esinlendiği açıktır: Afrika halklarının büyük kısmının halihazırda bağımsızlığını kazanmış olmasından. [...]
Bir bireyin veya belirli bir grubun kimliği, o kişi veya grubun iradesinden bağımsız biyo-sosyolojik bir etkendir, ve ancak başka birey veya gruplarla ilişki içinde ifade edildiğinde anlamlı olur. Kimliğin diyalektik niteliği, bir bireyin (veya grubun) belli bireylere (veya gruplara) benzerliğini, ancak başka bireylerden (veya gruplardan) farklılığı üzerinden tanımlamasından ve ayırt etmesinden ileri gelir. İster bireysel ister kolektif olsun, kimliğin tanımlanması, aynı zamanda, bireyleri ve grupları gelişimlerinin bir noktasındaki tarihsel (biyolojik ve sosyolojik) etkenler aracılığıyla tanımlayan bazı özelliklerin olumlanıp bazılarının reddedilmesini içerir. İşin aslı, kimlik değişmez değildir – tam da onu tanımlayan biyolojik ve sosyolojik etkenler kesintisiz değişimden geçtiği için. Biyolojik ve sosyolojik yönden bir başkasının aynı veya bir başkasından tamamen farklı olan hiçbir (bireysel veya kolektif) varlık yoktur, çünkü her ikisinde de ortak veya ayırt edici özellikler bulmak daima mümkündür. Keza, bir varlığın kimliği daima göreli, hatta koşullara bağlıdır, çünkü kimliği tanımlamak o varlığın biyolojik ve sosyolojik özelliklerini kesinlikli ve titiz biçimde seçmeyi gerektirir. [...]
Şunu da eklemek gerekir ki, sömürge güçlerinin etnik gruplara yönelik tavrı çözülmez bir çelişki yaratır: Sömürgeci, bir taraftan, tahakküm kurmak için halkı bölmek veya mevcut bölünmeleri muhafaza etmek zorundadır, bu nedenle de etnik gruplar arasındaki ayrımları, hatta çatışmaları teşvik eder; ama öte yandan, tahakkümünü kalıcı kılmak için bu grupların toplumsal yapısını, kültürünü ve dolayısıyla kimliğini yok etmesi gerekir. Dahası, bu gruplar içinde sömürgeci fetihlerine destek veren yönetici sınıfları da (bizim ülkemizdeki Peul kabilesi veya ulusu gibi) korumak zorundadır, ki bu da söz konusu grupların kimliğinin korunmasını teşvik eden bir politikadır.