Sömürge Gerçekliğinin İnkârı: Anti-kolonyal Bir Siyonizm Kurgusu

Aşağıdaki pasajlar, Maxime Rodinson’un Israel: A Colonial-Settler State? (İng. çev. David Thorstad, Monad Press, 1973) başlıklı kitabından seçildi. Görseller ve resimaltı yazıları e-skop sayı editörü tarafından eklendi. Kitaptan seçilen sayfa aralıkları bölüm sonlarında belirtiliyor. 

Rodinson’un kitap olarak basılan bu metni, ilk olarak 1967’de Sartre’ın Les Tempes Modernes dergisinde, 1000 sayfayı bulan özel “İsrail-Arap Savaşı” dosyasında, “Israël, fait colonial?” başlığıyla yayınlanmıştı. Rodinson'un, Fransız Komünist Partisi'nin ilk üyelerinden olan anne ve babası Auschwitz'te öldürülmüş, kendisi de FKP üyesiyken, Siyonizm konusundaki kaçamak tavrı nedeniyle eleştirdiği Parti'den ihraç edilmişti (1958). Rodinson’un Türkçede yayınlanan kitapları: Batı’yı Büyüleyen İslam (İletişim, 2022); Muhammed: Yeni Bir Dünyanın ve Peygamberin Doğuşu (Doruk, 2013); İslamiyet ve Kapitalizm (Gün, 1969).  

 

Ummu'l-Zinat köyünün topraklarında, yeni Elyakim yerleşiminin tabelası asılıyor. Fotoğraf: Teddy Brauner, İsrail Devlet Basın Dairesi, 1950. Tabelanın arkasında sıfırdan kurulmuş yeni Elyakim yerleşimi görülüyor. Arkada uzanan yol boyunca, 1470 sakini sürüldükten sonra yıkılan Ummu'l-Zinat köyünde un ufak edilen 209 evin molozları seçilebiliyor.[1]

 

Sonradan İsrail Devleti halini alacak Filistin’deki Yahudi topluluğu (Yişuv) ile Araplar arasında süren –ve döneme bağlı olarak soğuk, sıcak ya da ılık seyreden– savaşa eşlik eden, o savaşı hızlandıran, şiddetlendiren ve yönlendiren ideolojik tartışmada Yahudi-İsrail kolonyalizmi teması başat yer tutar. Kimi zaman ısrarlı ve zorlama kuramsallaştırmalara dönüşen keskin iddialar karşı karşıya gelir. 

İsrail’in kolonyalist bir teşekkül olduğu ithamı, Arap entelijansiyasının sol ya da sağ cenah fark etmeksizin neredeyse tamamı tarafından öne sürülür. Marksist kuramsallaştırmanın, Üçüncü Dünya’nın “örtük ideolojisi”nin ihtiyaçlarına en sarih karşılığı verdiği ve en yaygın şekilde benimsendiği yegâne konudur bu. 

Diğer tarafta, bu ithamı karalama olarak niteleyenler yalnızca İsrailli Siyonist sol cenahtakilerdir. Sağ cenahta bu iddia olsa olsa bir rahatsızlığa sebep olur, o rahatsızlığın düzeyi de anti-kolonyalist ideolojinin dünya ölçeğindeki yaygınlığına duyarlı olup olunmamasına bağlıdır. Şunu da eklemek gerekiyor ki, bu konu diplomasi alanında, uluslararası siyaset alanında hatırı sayılır önem kazanmıştır. Birleşmiş Milletler çerçevesindeki uluslararası forumda İsrail’in Avrupa emperyalizmi kampına dahil mi olduğu yoksa bu lekeden muaf mı olduğu sorusu, Afrika ve Asya ülkeleriyle ilişkilerde bir hayli fark yaratır. 

Zamanında Komünist Enternasyonal içerisinde bu konuda süren teorik, stratejik ve taktik tartışmaların, başka birçok meselede olduğu gibi, devletler düzeyinde devam eden mevcut tartışmanın habercisi olduğunu da unutmamak lazım. Fakat bunun ilk izlerini başka bir düzeyde aynı hararetle süren ihtilaflarda da görmek mümkün: terimlerin en geniş anlamıyla evrenselci Yahudiler ile milliyetçi Yahudiler arasında binlerce yıldır devam eden ihtilaflarda. 

Araplar söz konusu olduğunda, İsrail’i emperyalizmle ilişkilendiren iddialar şüphesiz geniş bir yelpazeye uzanıyor. Sözgelimi Nasır, İhtilalin Felsefesi [1955] kitabında, 30 yaşında bir subayken yeni döndüğü Filistin savaşı (1948-49) hakkındaki düşüncelerini şöyle anlatır:

 

Bunların tümü, tecrübelerimin bana düşündürdükleriyle uyumluydu. [Arap Doğusu], aynı koşullarla ve aynı etkenlerle, hatta kendisine cephe almış aynı güçlerle [işleyen] tek bir bölge oluşturuyordu. Açıktı ki emperyalizm bu güçlerden en bariz olanıydı. İsrail de sadece emperyalizmin sonuçlarından biriydi.

 

Bu da Filistin savaşının hemen öncesinde yazan Lübnanlı bir komünistin tespiti: 

 

Siyonist hareket, emperyalizmin hedeflerine bağlı Yahudi kapitalistlerinin kârı uğruna, büyük çileler çekmiş bir halkın duygularının istismar edilmesinden ibarettir. . . . Siyonistler ticari bir girişime ve kolonyalist bir platforma karşılık kendi halklarının bedbahtlığını satmışlardır.[2]

 

İlerleyen yıllarda yaşananlar, Arap devrimci güçlerini Siyonizmi dünya çapındaki emperyalist sisteme bağlayarak bu analizi daha da genişletmeye sevk etmiştir. Nasır’ın 21 Mayıs 1961’de Mısır’da Halk Kuvvetleri Ulusal Kongresi’ne takdim ettiği Meşru Misak’ta şöyle denir:

 

Halkımızın, Filistin vatanının bir kesiminde İsrail’in saldırgan tutumuna son vermek konusundaki kararlılığı, emperyalizmin halkların mücadelesine karşı sürdürdüğü savaşın en tehlikeli cephelerinden birini ortadan kaldırma kararına denk düşmektedir. İsrail’in Afrika’ya sızma hamlelerini engelleme yönündeki tutarlı politikamız da ölümcül bir emperyalist kanserin yayılmasını durdurma çabasından ibarettir.

 

Özellikle Afrika’ya sızma hamleleri bağlamında geliştirilen, çok-kollu bir emperyalist fail olarak İsrail fikri, örneğin Mehdi ben Barka tarafından 30 Mart-6 Nisan 1965’te Kahire’de düzenlenen Filistin Dünya Kongresi’nde de savunulmuştur.[3]

 

Elmas parlatma fabrikası, Netanya, 1945. Dünyanın en büyük elmas kesme ve parlatma merkezi olan İsrail’in elmas ihracatında kullandığı ham elmasın büyük bölümü Güney Afrika, Liberya, Kongo ve Fildişi Sahili’nden geliyor. Siyonistlerin Filistin’de bir elmas endüstrisi kurma atılımları İngiliz mandası zamanında başladı: 1936’da İngiliz yönetimi ham elmas ithalatındaki gümrük vergilerini kaldırdı, bunun üzerine Edmond Rothschild 1937’de Petah Tikva yerleşiminde ilk elmas fabrikasını kurdu. Avrupa ülkelerinden gelen Yahudi elmas uzmanları bu fabrikalarda çalışmaya başladı.[4]

 

Dolayısıyla Araplar nezdinde İsrail, Ortadoğu’da Britanya emperyalizminin diğerleriyle ittifak halinde kurduğu emperyalist bir üstür, dünya çapındaki emperyalist sistemin parçasıdır; ister kendi çıkarları uğruna ister Amerikan veya Avrupa emperyalizminin çıkarları uğruna olsun, tüm dünyada sürdürdüğü faaliyetler emperyalist mahiyettedir. En azından bu en yaygın görüştür ve sol çevrelerden yöneltilmekle birlikte çok daha geniş kesimlerce kabul görür. Elbette ki bu görüşün benimsenme veya kabul edilme şeklinde birçok nüans vardır. Ama en temelde, Avrupa-Amerika dünyasından güçlü devletlerce desteklenen yabancı bir unsurun sebep olduğu aşağılamaya maruz kalındığı duygusu yatar. 

Siyonist ve İsrail yanlısı yazarlar haliyle bu ithamları yalanlamak için ellerinden geleni yaparlar. Bu amaçla da, Siyonist hareketteki sosyalist unsurları vurgularlar. Herzl’i ve resmî Siyonist Teşkilatı’nı mümkün mertebe sümen altı edip, İsrail’in bugünkü durumunda sosyalist ideolojilerden devşirilmiş her unsuru öne çıkarırlar. Siyonist Teşkilatı’na karşı çıkarak Yahudi tarihini sınıf mücadelesi çerçevesinde yorumlayan, zafere ancak Filistin’de ulaşabilecek bir Yahudi proletaryasını yücelten Marksist Siyonist Ber Borohov’un (1881-1917) etkisinin altını çizerler. Toltoy’dan esinlenmiş bir sosyalist olan, çalışmayı yücelten ve hayatının son yıllarını Degania kibbutz’unda [kolektif çiftlik] geçiren Aaron David Gordon’dan (1856-1922) dem vururlar. Kimileri Marksist olan bu sosyalist düşünürlerin fikirlerinin, Filistin’e giden Yahudi göçmenlerin kurucu faaliyetlerine yön vermekte büyük payı olmuş hareketlerde somutlaştığı öne sürülür. İsrail’in az çok kolektivist yerleşimleri ve bunların oluşturduğu ağlar etrafında gelişen kurumlar, bu ideolojik hareketin somut neticeleri olarak kabul edilir –ki bu doğrudur– ve sosyalist icraatın modelleri olarak takdim edilir. Buradan da zımnen şu sonuca varılır: Mayasında sosyalizmin böylesine derin izlerini taşıyan bir toplum, kolonyalist veya emperyalist olarak nitelenemez. 

 

  

Sol: Aaron David Gordon, 1856-1922. Sağ: Filistin’de kurulan ilk kibbutz olan Degania’da ilkokul, 1910.

 

Ayrıca, İsrail’e atfedilen sosyalist karakteri daha da vurgulamak için, Arap dünyasının baştan beri feodal, bugün de kısmen faşist mahiyette olduğu öne sürülür. Dolayısıyla, Arapların görüşlerinin aksine sosyalist Siyonistler, iki toplum arasındaki mücadeleyi, ilerici, sosyalist ve devrimci bir gücün geri kalmış veya gerici bir topluma karşı savaşı olarak görürler. Bu görüşün en müfrit sözcülerinden biri, sonradan Siyonizmi benimsemiş bir Arap olan Abdürrezzak Abdülkadir’dir: Büyük Cezayir emiri Abdülkadir el-Cezayiri’nin torunlarından Abdülkadir’in François Maspero tarafından yayınlanan eserleri Fransız solunda büyük heyecanla karşılanmıştır. [s. 27-30]

Siyonist hareketin ilhamını ve İsrail devletinin kökenlerini ortaya koymayı amaçlayan bu iddialara, Yahudi göçmenler ile yerli Araplar arasındaki iç ilişkiler üzerine düşünceler de eklenir. Bir Yahudi devletine temel sağlayacak Arap topraklarının satın alınmasının hiçbir surette yağmaya denk düşmediği iddia edilir – örneğin Robert Misrahi bu fikri uzun uzun geliştirmiştir.[5] Misrahi’ye göre, genel olarak etik açıdan, “Rousseau ve Marx’ın savunduğu gibi toprak kim işliyorsa ona aittir” denebilir.[6] Daha somut açıdan bakıldığındaysa, Filistin’deki durum Cezayir’dekinden farklıdır: 

 

Fransızlar Cezayir’e gittiklerinde bütün verimli toprakları Cezayirliler işliyordu, halbuki Filistin’e giden Yahudi göçmenler işlenmemiş topraklardan ve çölden başka bir şeyle karşılaşmadılar.[7]

 

Üstelik Misrahi’ye göre Arapların topraklarını işlememek için haklı gerekçeleri de vardı: Dört yüzyıl boyunca Türkler tarafından “feodalleştirilmiş”, onların kolonyal sömürüsüne maruz kalmışlardı.[8] “Satılan toprakların büyük kısmı, orada bulunmayan toprak sahiplerine aitti”: Bunlar “ya Türkiye veya Suriye’de yaşayan Türklerdi”, ya da “çoğu Suriyeli olan feodal Arap eşrafıydı”,[9] dolayısıyla Filistin’de değillerdi. “Araplar arasında topraklarını Yahudilere satan küçük toprak sahipleri de vardı elbette”; ama “vergi ve kiralar altında ezilen” bu küçük toprak sahiplerinin parsellere bölünmüş ve iki yılda bir yeniden pay edilen ortak topraklardan “gelir elde etme olasılığı” yoktu,[10] tarım yöntemlerini az da olsa geliştirebilmek için tek imkânları toprak satarak elde edecekleri paraydı.[11] Gayet yüksek bir fiyat karşılığında satın alınan topraklar, ekili toprakların sadece bir kısmıydı (demek bir miktar ekili toprak da varmış!!), dolayısıyla Arapların yaygın şekilde mülksüzleştirilmesi söz konusu değildi. 

 

Rus Yahudi göçmenlerinin kurduğu Rişon le Zion köyü, 1890’lar. Kuzey Amerika’da kurulan Yahudi kolonilerinden farklı olarak Filistin topraklarındaki köylerin uzun ömürlü olup gelişmesinin sebebi, Baron Edmund de Rothschild’in 1883’ten itibaren bu yerleşimlere büyük yatırımlar yapmasıydı. Rothschild’in Yahudi Kolonizasyon Derneği’yle ortaklığı sayesinde, Filistin’de tarım arazileri satın alındı, tarım yöntemleri ilerletildi ve 1948’den önce onlarca koloni kuruldu.[12]

 

“Rişon le Zion Köyü’ndeki bağda üzüm toplayanlar”, Britanya Enformasyon Bakanlığı tarafından çekilen Wine Industry and the Laying of the Foundation Stone of the Jewish University (1917) başlıklı propaganda filminden, Londra İmparatorluk Savaş Müzesi Arşivi. Kaynak: James Renton, The Zionist Masquerade: The Birth of the Anglo-Zionist Alliance, 1914-1918 (Palgrave MacMillan, 2007) s. 102.

 

Fransa Yahudi Öğrenciler Derneği’nin (UEJF) bir bildirisinde de şöyle denmektedir:

 

1948’den önce Filistinli Yahudi toplumunun asli ve kökensel özelliği, Filistinli Arap hemşehrilerinin emeğinden hiçbir surette yararlanmamalarıydı. Bilakis, ülkenin kalkındırılması Yahudi kooperatif işçileri ile kibbutz üyelerinin kol emeği sayesinde başarılmıştı. O halde burada kolonyalizmden bahsedilebilir mi? 

 

Robert Misrahi de, Yahudi Ulusal Fonu’nun elindeki toprakları verme şartlarının altını çiziyor: “Geçici malik, her türlü şart altında, toprağını kendi işleyecek, ister Yahudi ister Arap olsun başkalarını çalıştırmayacaktır. Dolayısıyla, Kitab-ı Mukaddes mitolojisi dolayımıyla, başkasının emeğini sömürmenin yasaklanması gibi devrimci bir neticeye varılıyor”[13] – en azından Yahudi Ulusal Fonu’nun elindeki topraklar için.

Yani bu iddiaya göre, Filistinli Arap köylüler sömürülmemektedir. Dahası, tam da Yahudilerin oraya yerleşmiş olmaları sayesinde hayat standartları, alım güçleri, kültür, teknoloji ve sağlık standartları hatırı sayılır ölçüde yükselmiş; hayatın her alanında, bağımsız Arap ülkelerinde yaşasalar sahip olacakları imkânlardan çok daha iyisine kavuşmuşlardır. Filistinli Arapların sefalet içindeki kolonyalizm mağduru imgesiyle bir benzerliği yoktur. [s. 31-33]

Siyonistlerin ve İsrail yanlılarının, Araplar ve bazı Marksistler nezdindeki İsrail algısına karşı yürüttüğü öfkeli polemik, aslında baştan sona, son derece güçlü psikolojik stereotiplerden etkilenmiştir. Sömürgeleştirme mağduru denince, paçavralar içinde açlıktan kırılan, gözleri korkuyla dolu, sefil halde kapana kısılmış, fellik fellik yiyecek arayan bir insan görüntüsü çizilir. Sömürgeci ise, ister asker ister sivil olsun, gaddarın biridir; ya kibir içinde bastonuyla oynarken, perişan haldeki yerli işçilerin taşıdığı çekçekte caka satar, ya da yarı sarhoş ve şuursuz halde küçük siyah kızlara tecavüz eder. Resmî yayınlarda demokrasinin seçim sandıklarına ağırbaşlılıkla oy pusulalarını atarken veya bir belediye meclisindeki görüşmelere katılırken gösterilen kibar İsrailli Arapları böyle bir imgeyle bağdaştırmak ne mümkün? Ya da, getto hayatıyla aşağılanmış ceddinin yaralarını arkasında bırakıp, Süleyman’ın, İşaya’nın ve İsa’nın ayak bastığı o toprakları elleriyle işleyen, nur yüzü yüce ülküleriyle aydınlanmış kibbutz üyesini? Gerisi, taban tabana zıt –ve hepsinde bir nebze doğruluk payı olan– bu imgelerin bağdaşma olasılığının öfkeyle inkâr edilmesinden ibarettir. 

Bu inkârın sebepleri anlaşılabilir. Fakat sorunu biraz daha ciddiyetle irdelemek gerekiyor. Yukarda değindiğimiz Yahudi Öğrenciler Derneği metninde daha sağlam bir analiz çabasının emareleri görülüyor. Ancak, bu yöndeki girişimlerin çoğu, neredeyse kaçınılmaz biçimde, terimin skolastik anlamıyla bir “gerçekçilik” kaygısına sürükleniyor ve bu da somut gerçeklikle ilgili sayısız “metafizik” tasavvuru besliyor. Kimileri kolonyalizme sanki zihinsel bir yaratımmış gibi muamele ediyor: hemen ayırt edilebilecek, sınırları her yönden açık biçimde çizilmiş, bir bitki veya hayvan türüymüşçesine net bir tanımla tarif edilebilecek bir varlıkmış gibi. Sağlam yuva bulduğu sosyal bilimlere ve ideolojilere büyük zarar veren, kökü kazınması neredeyse imkânsız bir eğilim bu. 

Gerçek şu ki, kendi başına kolonyalizm ve emperyalizm diye bir şey yoktur. Aralarında birtakım benzerlikler kurulabilecek, ama sayısız farklılıklar da barındıran, yine de aynı adla nitelenen bir dizi toplumsal görüngü vardır. Başka deyişle, üzerinde herkesin hemfikir olduğu bir nüve vardır, ama dış kenarlara gidildikçe bu nüve fark edilmeden dağılır, öyle ki terminolojinin gruplara veya düşünce ekollerine göre, hatta kişiden kişiye değiştiği bir bölgeye girilir. Sözlük tanımlarındaki farkların sebebi de budur. 

Öte yandan Siyonizm, şimdiden uzun bir tarihe sahip olmakla birlikte öncüleri tespit edilebilecek, çok geniş kapsamlı bir ideolojik harekettir. Tarih boyunca daima çok çeşitli biçimler almış, birbirinden farklı eğilimleri barındırmıştır – sancılı ve gel-gitli tarihine, kendi içindeki ayrışma ve kopuşlara, sert iç çekişmelerine şöyle bir bakıldığında bile bunu görmek mümkündür. 

Buna rağmen, genel nitelemeler yapmak da mümkündür. Siyonist harekete gücünü vermiş olan kitlelerin, emperyalist hırsları Joseph Chamberlain’in tezleriyle şekillenmiş Britanyalı kapitalistlerle aynı saikleri taşımadıkları inkâr edilemez. Bu kitleleri harekete geçiren esas etken, genel olarak Çarlık Rusyası ile Doğu Avrupa’da maruz bırakıldıkları zulümden bezmiş olmalarıydı. Bu koşullara karşı başkaldırıları (ki her başkaldırı kadar haklı gerekçeleri vardı), katılan gruplara ve kişilere bağlı olarak –ve kendi özgül durum ve tarihleri doğrultusunda– farklı güzergâhlara yöneldi. Mevcut ideolojiler de (bunlar da yine her vakada değişiklik gösteriyordu) bu hareketlerde önemli rol oynadı. 

Asimile olmuş Yahudilerin bazıları, maruz kaldıkları aşağılayıcı koşullar karşısında, kendilerini vatandaşı olarak gördükleri ülkelerde siyasi –ve zaman zaman devrimci– mücadele yolunu seçtiler; parçası olmayı istedikleri bir halkın arasında, aynı fikirleri paylaştıkları Yahudi olmayan insanlarla omuz omuza mücadele yürüttüler. Bundistler gibi bazıları, benzer mücadelelere bağlanmakla beraber, sadece Yahudilerden oluşan gruplar kurdular. Bazıları ise, bütünleştikleri halk, ülke ve devletle her türlü bağı reddedip başka bir vatana, sadece Yahudilere ait bir vatana umut bağladılar. Bu vatanın fiilen nerede yer alacağı çoğunun pek de umurunda değildi. 1904’te Berdiçev’de [Ukrayna] araştırma yapan Fransız bir Yahudi, bölgedeki Yahudilerin, kendisi ile arkadaşlarının Siyonist olup olmamasıyla hiç ilgilenmediklerini kaydetmişti; sordukları ilk soru, Amerika başta olmak üzere birçok yerde tarım kolonileri kuran Yahudi Kolonizasyon Derneği’nden gelip gelmedikleriydi. “Hatta Filistin onlara, bulundukları ülkeden göç etmek kadar cazip gelmiyor”du.[14] Gelgelelim, bazı etkenlerin birleşmesiyle Filistin gelecek hayallerinde özel bir yere sahip olacaktı. 

 

Petah Tikva yerleşimi, 1911. “Köylerin Anası” (Em HaMoşavot) olarak da anılan Petah Tikva, 1878’de Heradi Yahudileri tarafından kuruldu ve Baron Edmond de Rothschild’in mali yardımıyla 1883’te daimi bir yerleşim oldu. 

 

Kutsal metinlerin ve tefsirlerin okunup öğrenilmesiyle, ibadetle ve yazılı kaynaklar aracılığıyla nesilden nesle aktarılıp yaşatılan Yahudi geleneğinin tamamında Filistin, Yasa’nın Tekrarı (Tesniye) kitabındaki dolaylı ifadelerle, “Tanrınız Rab’bin mülk olarak size vereceği ülke”nin adıydı – her Hamursuz yemeğinin sonunda bir sonraki yıl kavuşmanın dilendiği “Büyük Kral’ın şehri” Kudüs’ün gölgesinde, huzurun ve mutluluğun sonsuza dek hüküm süreceği o ülke. Yahudilerin birçoğu ata dinlerinden az çok uzaklaşmış olsalar da, etkisini kaybeden tüm ideolojilere özgü o tutarsızlıkla, böylesi kalıcı bir kültürel gelenekte nesilden nesle aktarılan Filistin bağlılıklarından hiçbir şey kaybetmemişlerdi. Siyonist hareketin milliyetçi kanadı, Yahudilerin tarihsel olarak tescillenmiş vatanlarının merkezî yer tutacağı bir ideolojik gelişmeyi savunmamazlık edemezdi. Sosyalistler bile, ister Marksist ister Tolstoycu olsunlar, Yahudilerin yeni bir yurtta yeniden toplanması fikrine meylettikten sonra bu yer tercihini benimsediler. Sadece Yahudilerden oluşan bir sosyalist toplumun bir yerlerde kurulması gerekiyordu, bunun için Yahudi tarihinin tamamında işaret edilen yerden daha iyi bir seçenek olabilir miydi? 

Bu tercihin altında yatan saiklerde illa başlı başına kolonyalist veya emperyalist bir yönelim olması gerekmiyordu. Rusya ve başka ülkelerdeki Yahudi esnaf, satıcı, zanaatkâr ve aydınların bu arzularını emperyalizmin kavramsal yörüngesine sokan, kimsenin önemser görünmediği küçük bir ayrıntı vardı: Filistin’de başka bir halk yaşıyordu. Doğu Avrupa’daki Yahudi kitlelerinin Filistin’deki yerli nüfus hakkında ne tür fikirleri olduğunu görmek için dönemin gazete ve kitaplarını taramak çok ilginç olurdu. Muhtemelen pek bir fikirleri yoktu, varsa da gerçeklikten epey uzaktı. Kaldı ki, uzak bir gelecekte gerçekleşeceği düşünülen ülküler çerçevesinde, Rus Yahudilerinin o dönemki tabirle “Filistinofil” tutumlarında net tanımlanmış bir siyasi hedef yoktu, dolayısıyla Filistin’in yerli nüfusu mesele bile edilmiyordu. 

Bu “Filistin sevdası”, veya 1881’de dizgininden boşanan anti-Semitizm dalgasına karşı Yahudilerin tepkisi –Simon Dubnow buna “ikinci tepki” diyor–[15] basit fikirlere dayanıyordu. Bu bilge tarihçi (ki kendisi anti-Siyonist bir Yahudi milliyetçisidir) şöyle yazıyor: 


Lilienblum, Pinsker ve Lewanda, özgür yurttaşlık umutları suya düştüğünden, şu şiarı ilan ettiler: ‘Biz her yerin yabancısıyız, yurdumuza dönmemiz gerek!’ Karmaşık ulusal soruna verilen bu basit ve temel cevap birçokları için cazip bir teoriye dönüştü, ama pratikte yalnızca sınırlı sonuçlar verdi. Büyük göçmen kitleleri, bu fikrin öncülerinin ve savunucularının öngördüğü Filistin kolonizasyonunun dar yolunda kendilerine yeterli yer bulamadılar. On binlerin Amerika’ya doğru yola çıktığı bir zamanda her yıl Filistin’e giden birkaç yüz kişi, diaspora Yahudilerinin ana kitlesini tarihsel vatana taşıma ümitlerini boşa çıkarıyordu.[16]

 

Umudun diri olduğu dönemde, insanlar ya dinî inançlarına tutunup, oraya buraya dağılmış bir avuç öncünün ilahi bir mucizeyle Mesihin Krallığına dönüşeceğine inandılar, ya da sorunu belirsiz bir geleceğe havale ettiler. Filistin’de halihazırda yaşayan insanların bulunması, tamamen Yahudilikle veya Yahudi topluluğuyla ilgili sorunlara dayandırılan muğlak fikirlere gölge düşürmedi. Filistin topraklarının boş olmadığına, bunun da birçok sorun teşkil ettiğine dikkat çeken sadece birkaç sağduyulu insan vardı (daha 1891’de bu konuda yazan, “ruhani Siyonizm”in teorisyeni Ahad Ha’am[17] da onlardan biriydi).[18]

Fakat bu insanların uyarıları dikkate alınmadı. Gayet mazur görülebilir ve anlaşılabilir bir umursamazlıktı bu, ama gelecekteki çatışmaların tohumlarını taşıyordu. Üstelik, Avrupa üstünlüğüyle bağlantılı bir umursamazlıktı ve Avrupa’nın proleterleri ile ezilen azınlıklarının bile menfaatineydi. Nitekim, Yahudilerin ata topraklarında o dönem dünyaya egemen olan köklü sanayileşmiş toplumlardan biri yaşıyor olsa, güçlü bir ulus bilinci aşıladığı bir bölgeye sapasağlam yerleşmiş bir halk olsa, o zaman diyelim Almanları, Fransızları veya İngilizleri yerlerinden edip vatanlarının ortasına ulusal açıdan bütünlüklü yeni bir unsuru taşımanın yaratacağı sorunlar hiç şüphesiz en cahil veya yoksul Siyonistin bile zihnini meşgul eden başat konu olurdu. 

Ama Avrupa üstünlüğü, en yoksul kesimlerin zihnine bile, Avrupa’nın dışındaki herhangi bir toprağın Avrupalıların işgaline açık olduğu fikrini nakşetmişti. Bu açıdan bakıldığında Siyonist ütopyanın, özünde Étienne Cabet’nin İkaria’sı gibi sosyalist ütopyalardan hiçbir farkı yoktu. Mesele boş bir bölge bulmaktı – üzerinde yaşayan insan bulunmaması anlamında “boş” değil, bir nevi kültürel çoraklık anlamında “boş”. Metternich’in dediği gibi, uygarlığın sınırlarının dışında, az çok geri kalmış halklara karşı değil onlar arasında, serbestçe Avrupa “kolonileri” kurulabilirdi; bu “koloniler” kaçınılmaz olarak –yeni bir terimi anakronistik biçimde kullanarak söylersek– “kalkınma kutupları” olacaktı. Filistin’in parçası olduğu Osmanlı İmparatorluğu da, en hafif tabirle kültürel açıdan çorak bölgelerle doluydu. [s. 35-40]

 

Nauvoo şehrinin görünümü, gravür, 1855. Fransız ütopyacı sosyalist Étienne Cabet’nin Illinois’de satın aldığı araziler üzerinde Avrupalı takipçileriyle kurduğu İkaria komünü burada bulunuyordu. 19. yüzyıl başına kadar bölgede farklı yerli kabileleri yaşıyordu. ABD hükümeti 1804’te Sauk ve Meswaki kabilesinden beş kişiyle yaptığı gizli bir anlaşmayla gülünç bir bedel karşılığında bütün topraklarını (20 milyon hektar) almıştı.[19] Bundan sonra bölgede Mormon ve İkaryen cemaatlerinden yerleşimciler egemen oldu. 

 

Siyonist hareketin yükselişinin ve başarısının, Avrupa’nın sonradan Üçüncü Dünya denecek ülkelere yayılması çerçevesinde cereyan ettiği aşikârdır. Hareketin ilk hedefleri düşünülürse, başka türlü olması da mümkün değildi. 20. yüzyılda Arapların yaşadığı bir Filistin’de tamamen veya baskın biçimde Yahudilere ait bir devlet kurma arzusunun kolonyal bir duruma yol açmama ihtimali olamazdı; bunun da (sosyolojik açıdan gayet olağan bir sonuç olarak) ırkçı bir kafa yapısına ve son tahlilde iki etnik grup arasında askerî çatışmaya evrilmesi kaçınılmazdı. Siyonist liderlerin Araplarla barışa götürecek uzlaşma tekliflerini neden tekrar tekrar geri çevirdikleri bu çerçevede anlaşılabilir: Bu uzlaşmaların, gelecekteki Filistin’in hâkimi olmalarını garanti etmeyeceğinden korkuyorlardı. Yıllardır İsrail Dışişleri Bakanı olarak görev yapan ve böylesine saygın bir makamdayken dahi 17 yaşında militan bir Amerikan Siyonisti olarak benimsediği inatçı ve dar bakışa sadık kalmaya devam eden Golda Myserson’un (Golda Meir) sözleri de böylece anlaşılabilir. 1946’da Filistin’de araştırma yapan son İngiliz-Amerikan komisyonunun Amerikalı bir üyesi şöyle sorar: “Araplara bir azınlık olarak vaat ettiğiniz hakların aynısı, bir azınlık olarak Yahudilere verilse, bu sizi tatmin eder miydi?” “Hayır efendim,” diye cevap verir Golda Myerson, “çünkü Yahudilerin bu dünyada azınlık olmayacakları bir yere ihtiyaçları var”.[20] [s. 77-78]



[2] Raif  Hûrî, “El-kadiyye el-filistiniyye”, et-Tarîk, Beyrut, 31 Mart 1946, s. 2. 

[3] El-Ahram, 2 Nisan 1965. 

[5] R. Misrahi, “Les Israeliens, les Arabes et la terre”, Les Temps Modernes, sayı 147-148, Mayıs-Haziran 1958. 

[6] A.g.e.

[7] A.g.e.

[8] A.g.e.

[9]  A.g.e.

[10] Bu iddialarda tam bir kafa karşılıklığı ve birçok yanlış genelleme söz konusu. Geçerken yalnızca şunu belirtelim ki, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Filistin coğrafi olarak Suriye’nin parçası sayılıyordu. Siyonist liderlerden Arthur Ruppin’in bölgenin ekonomik potansiyeli konusunda kaleme aldığı çarpıcı raporun başlığı “Ekonomik Bir Bölge Olarak Suriye” idi, her ne kadar hedefi kuşkusuz Filistin’in kolonizasyonu için hazırlık yapmak olsa da. Arazilerin periyodik olarak yeniden paylaştırıldığı kırsal topluluk biçimi “Osmanlı mülkiyet sistemi” değil, “müşterek tasarruf” biçimlerinden biriydi. Bunun ne kadar yaygın olduğuna karar verebileceğimiz istatistikler mevcut değil. Ruppin’in bahsettiğimiz raporuna göre, sistem çözülme aşamasındaydı ve “Suriye”nin “birçok köyünde” özel mülkiyet tesis edilmişti. Siyonist propagandada binlerce defa tekrar edilen, Filistin’in 20. yüzyıl başında çöl olduğu fikri tamamen yanlıştır. 

[11]  Misrahi, a.g.e.

[13] A.g.e.

[14] G. Delahache, "Un voyage d'etudes" (Cahiers de la quinzaine içinde, Aralık 1904, s. 69-116), s. 96. 

[15] S. M. Dubnow, Die neueste Geschichte des judischen Volkes (1789-1914) (Berlin: Judischer Verlag, 1920-1923) cilt III; Fransızcası: Simon Doubnov, Histoire moderne du peuple juif (Paris: Payot, 1933) cilt II. 

[16] S. M. Dubnow, a.g.e., s. 327 f. 

[17] Asıl adı Ascher Ginsburg (1856-1927). 1889’dan itibaren “Halktan Biri” anlamına gelen “Ahad ha Am” takma adını kullandı – e.n.

[18] Ahad Ha'am ve Isaac Epstein (1907), aktaran M. Perlmann, “Chapters of Arab-Jewish Diplomacy, 1918-1922”, Jewish Social Studies, New York, cilt VI, sayı 2, Nisan 1944, s. 123-124. 

[20] Marie Syrkin, Golda Meir (Paris: Galli­mard, 1966) s. 133. 

 

skopdergi 24