Kutsal “Olmayan” Topraklar: Avrupalı Seyyahların Yeryüzündeki Kudüs’le Karşılaşması

Aşağıdaki pasajlar, Naomi Shepherd’ın The Zealous Intruders: The Western Rediscovery of Palestine (Harper & Row, 1987) adlı kitabının “The Rediscovery of Palestine, 1799-1831” başlıklı bölümünden seçildi, s. 17-26. Görseller ve resimaltı yazıları sayı editörü tarafından eklendi.

 

Antonello da Messina, Çarmıha Geriliş (Antwerp versiyonu), 1475.

 

Elit seyyahlar, maiyetlerindeki âlim, doktor ve korumalarla beraber, 18. yüzyılın ortasından itibaren Mısır’a giderken ilkin Beyrut’ta karaya ayak basar; yol üzerinde de Kutsal Topraklara şöylesine bir göz gezdirmekle yetinirlerdi. Palmira’daki Greko-Romen harabelerin keşfi, gezginleri kuzey Suriye’ye çekiyordu ama Filistin’de onları cezbedecek hiçbir şey yoktu. Ne Parthenon’la veya piramitlerle aşık atacak muazzam anıtları vardı, ne Philae veya Baalbek’le kıyaslanabilecek harabeleri, ne de İskenderiye, Kahire veya Şam’dakilerle yarışabilecek pazarları.   

Üstüne üstlük Filistin’in çok güçlü bir rakiple daha yarışması gerekiyordu: Avrupa sanatında ve edebiyatında yer etmiş kendi imgesiyle. Ressamlar, Rönesans’tan bu yana Kutsal Kitap sahnelerini doğup büyüdükleri Umbria, Fransa ya da İspanya’nın tanıdık manzaralarına veya çeşitli kaynaklardan, sözgelimi Gotik mimarlıktan ya da Bizans ikonografisinden esinlendikleri hayalî manzaralara yerleştiriyorlardı. Antonello da Messina’nın Çarmıha Geriliş isimli tablosunda Kudüs, gerçekte olduğu gibi çöle değil, denize bakıyordu; Claude’un Mısır’a Hicret tablosunda Kutsal Aile, Roma Campagna’sının sulak arazisinde dinlenmekteydi; keza El Greco’nun Sina Dağı tasvirindeki eğri büğrü kaya çıkıntıları, ressamın bizzat gördüğü bir çöl manzarasına değil, Ortaçağ’a ait cehennem tasavvurlarına dayanıyordu. Kutsal Kitap’ı okuyan her eğitimli Avrupalı’nın hayalinde bu türden sahneler canlanıyordu.

 

Claude Lorrain, Mısır’a Hicret Sırasında Konaklama ve Manzara, 1666.

 

Batı resminin Kutsal Toprakları, uzun zaman önce Levanten bağlarından kopmuştu ve bu toprakların gerçek çevresinin keşfi bir şok etkisi yarattı. Durgun ve tekdüze kıyı şeridiyle, kurak vadilerle, ormanları talan edilmiş tepelerle, ekilmemiş geniş ovalarla, çöl güneşinin kızgın ışınlarına maruz kalan çıplak Yahuda Tepeleri’yle karşılaşan hemen her seyyah hüsrana uğruyordu. Kudüs’ü gören bir seyyah “Süleyman’ın Tapınağı nerde; Siyon Dağı’nın ve tüm bu toprakların görkemi nerde?” diye feryat ettiğinde, İkinci Tapınağın İsa’dan sonra birinci yüzyılda Romalı lejyonerler tarafından yerle bir edildiğini gayet iyi biliyordu aslında. Ama yine de zihninin gerisinde bir yerlerde İtalyan ressam Giorgione’nin fırçasından çıkma, selvi ağaçlarının altında uzanan mermerden bir tapınak vardı, “çorak bir dağlık arazinin ortasında yükselen gösterişsiz mazgallı siperler” değil. “Bir zamanlarki askerî azametine ve ticari zenginliğine delalet eden saraylar, kemerler, çeşmeler, revaklar yok; sadece kaba bir duvar işçiliği ve usandırıcı bir yeknesaklık...”  

Dahası, Ortaçağ’ın dinî piyeslerinden (mystery plays) ve Luther’in Kutsal Kitap tercümesinden bu yana, peygamberler ve Kutsal Aile, Avrupa dillerini konuşuyorlardı. Milton’ın Yitirilen Cennet’i, Tasso’nun Kurtarılmış Kudüs’ü ve Racine’in dinsel tiyatro oyunları, Levant’la alakalı her şeyden öylesine uzak klasik modellere dayanıyordu ki, kendilerini gerçek Filistin’de bulan 19. yüzyıl seyyahları bu eserlerden parçaları şaşkın bir hoşnutsuzluk hissiyle okuyorlardı. Yitirilen Cennet’in açılışındaki meşhur gönderme (“Tanrı mabedinin yanından hızla akan Siloa deresi”)[1] Delfi’nin akarsularını akla getiriyordu ama bölgeyi ilk ziyaret edenlerden biri olan Abbé Desmazures, derenin kaynağını bulmak için indiği yeraltından çamura bulanmış vaziyette çıkmış ve karşısında bula bula çamaşır yıkayan köylü kadınları bulmuştu. Tasso’nun Kudüs’ü, Doğu’nun Ferrara’sıydı adeta: “Sabahın şehrin doğu yakasını altına boyadığı yerde / Kutsal Ürdün usulca sularını akıtıyor”. Bu dizeler, yüksek ve kurak şehirden Paskalya zamanı hiddetle taşan nehre inmeye çalışan seyyahlar için pek de iyi bir kılavuz sayılmazdı. Fransız seyyahların Yahuda Tepeleri’nde yüksek sesle okudukları Athalie’deki [Racine] Tapınak’ın yerinde cami kubbeleri ve minareler yükseliyordu.

 

El Greco, Modena Triptiği arka yüz, ortada Sina Dağı tasviri, 1568.

 

Edward Clarke 1801 yılında bir Britanya donanma gemisiyle Akka’ya geldi. Geminin kaptanı, Mısır’da Napoléon’un ordusunu kuşatan kuvvetlerin beslenmesi için boğa tedarik etmekle görevlendirilmişti. Yüzyıl başında Filistin’e ulaşmanın en kısa yolu Yunanistan, Türkiye veya Mısır’dan denize açılmaktı. Güneyden çöl yolunu takip etmek, Bedevi kervanlarıyla hasım kabilelerin topraklarından geçmek anlamına geliyordu. Suriye’nin kuzeyindeki dağlık bölgeden geçen rota, Dürziler, Şiiler ve Marunilerin yanı sıra hasım Türkmen ve Kürt aşiretlerin arasından geçiyordu.

Filistin’e adım atar atmaz Clarke’ın ilk işi, geminin kaptanıyla beraber [Akka valisi] Cezzar’a saygılarını sunmak ve keşif gezileri için yaşlı zorbadan izin almaktı. O zamanlar artık Cezzar Avrupalıların gözünde tam bir öcüydü, zalim Türk imgesini ya da Shakespeare’in “barbar İskitli”sini ete kemiğe büründüren biriydi: “Açlığını gidermek için öz çocuklarını yiyen bir yamyam”.[2]

Clarke’ın ekibi, Cezzar’ın yanlarına verdiği askerlerin refakatinde –yalnızca önemli ziyaretçilere sunulan bir hizmetti bu– Filistin’i gezmeye başladı. Filistin’i muhakkak bir mihmandar eşliğinde gezmek gerekiyordu, ne doğru dürüst yol vardı ne de güvenilir bir harita. Napoléon’un haritacısı Jacotin’in hazırladığı ilk modern Filistin haritasını edinmek ancak savaşlardan sonra mümkün olacaktı. Kırsal bölgelerde döşek, yiyecek ya da ateşli silah satın almak mümkün değildi; dolayısıyla bu tür ihtiyaçların hepsi yük hayvanlarıyla (bölgede pek at olmadığından daha ziyade deve ve eşeklerle) taşınıyordu. Filistin’de, Levant’ın tamamında olduğu gibi, tekerlekli araç yoktu ve ekip, kızgın güneşten korunmak için şemsiye taşıyordu. Ama en azından Cezzar’ın askerleri sayesinde her an her yerden çıkabilecek yağmacılardan korunuyorlardı.

 

Giovanni Battista Piazzetta, Torquato Tasso’nun “Kurtarılmış Kudüs” şiirinin üçüncü kantosu için illüstrasyon, Venedik 1745.[3]

 

Seyyahları bekleyen ilk tehlike yağmacılarsa, ikincisi de hastalıktı. Clarke seyahatinin ortasında sıtmaya yakalandı, zaten sıtma ya da dizanteri kapmadan gezisini tamamlayabilen pek az seyyah oluyordu. Hem Napoléon’un ordusunu hem de İngiliz-Türk kuvvetlerini perişan eden veba, öngörülemez aralıklarla ve korkutucu bir sıklıkla nüksediyordu.

Fakat kanunsuzluğa ve hastalıklara rağmen Clarke, tıpkı Volney gibi, Filistin’in o dönemde Batı’da zannedildiğinden çok daha bereketli bir ülke olduğunu tespit etti. Her sene ilkbaharla birlikte doğa yeniden canlanıyordu: Taberiye Gölü balık kaynıyordu – gerçi gölde tek bir tekne vardı, o da Cezzar’ın askerlerinin vaktiyle gölün doğu yakasından odun taşımak için kullanıp sonra da kıyıda terk ettikleri tekneydi ve balıkçılar göle açılmak yerine bu teknenin kenarından ağ atıyorlardı. Av hayvanından geçilmiyordu; Celile’de sülünler o kadar alçaktan uçuyordu ki pekâlâ sopayla vurulup indirilebilirlerdi. Yahuda Tepeleri’nde yer alan El-Halil bölgesinde, Avrupa’dakilerden daha kaliteli incir ve üzüm yetişiyordu ama Müslüman çiftçiler ihtiyaç fazlasıyla şarap değil, dibs [pekmez] denen tatlı bir içecek ya da kuru üzüm yapıyorlardı. Tepelerdeki zeytinlikler, yağ ve sabun üretmeye yetecek mahsul veriyordu; Ürdün yakınlarında biten çivitotundan doğal boya elde edilebiliyor, ülkenin kuzeyinde de kaliteli pamuk yetişiyordu.

Clarke, birçok başka seyyah gibi, yerli halkın doğal kaynakları ihmal etme sebebinin tebaasına hiçbir faydası dokunmayan, uzaklarda taht kurmuş bir hükümetin uyguladığı cezalandırıcı vergi sistemi olduğuna hükmetti. 1825’te yayınlanan ilk Filistin rehberinde, diğer seyyahlarınkiyle birlikte Clarke’ın tanıklıklarına da yer verildi; amaç, yayıncının ifadesiyle “yeryüzündeki bu en ayrıcalıklı ve en günahkâr topraklar”da Avrupa yatırımlarının –yollar, köprüler, kanalizasyon şebekeleri, sulama ve ağaçlandırma çalışmalarıyla– Kutsal Toprakları geri kazanıp eski zenginliğine kavuşturabileceğini göstermekti.

Fakat Clarke’ın tek derdi ülkenin fiziksel durumu değildi. Kafasını en çok meşgul eden şey, “Kutsal Toprakları alçaltan utanç verici batıl inançlar”dı: Ona göre esas sorun, Filistin’deki Müslüman hâkimiyeti değil, Katolik ve Rum Ortodoks cemaatlerinin inançlarıydı. Akka ziyareti sırasında, Sarazenlerin istilacı Haçlılardan çok daha eğitimli ve kültürlü olduğunu anlamıştı ve Müslüman tarihçilerin Hıristiyanlarca yapılanları bir bir yazacaklarına hiç şüphesi yoktu. Nasıra, Kudüs ve Beytüllahim’in kutsal mekânlarında düzenlenen çağdaş törenler daha da rahatsız ediciydi.   

Çoğu seyyah gibi Clarke da manastırlarda ve Katolik rahipler tarafından idare edilen misafirhanelerde kalmış, Hıristiyanların kutsal mekânlarını bu yerlerin geleneksel muhafızları olan Fransiskenlerin rehberliğinde gezmişti. Clarke gibi “aydın” bir Protestan için “Adem’in başının bulunduğu yer, Hıristiyanlığın ilk şehidi Aziz Stefan’ın taşlandığı kaya, kuru incir ağacının konumu – Meryem Ana’nın sütü ve Aziz Petrus’un gözünden akan acı yaşlar” gibi röliklerin ve elle tutulur ibadet nesnelerinin muhafaza edilmesi, hep, utanç verici batıl inanç, “şarlatanlık” veya “sahte sofuluk” alametleriydi. Bu nesnelerin etrafında gelişip serpilen efsane ve âdetler bütününün, Kutsal Kitap’ın metninden başka hiçbir şeye hürmet etmeyen bir Hıristiyan’ı çileden çıkaracağı muhakkaktı. Clarke, tarikatlarının buyrukları gereğince Filistin’de duruma göre on iki yıl geçirebilen Fransiskenlerin genellikle fakir İspanyol ve İtalyan ailelerden geldikleri ve iyi eğitim almadıkları gerçeğini hiç hesaba katmıyordu. Katolik hac geleneğiyle ilintili her tür ıvır zıvır canını sıkıyordu; Kudüs’e vardığında Katolik ve Rum Ortodoks ruhban sınıfına ve bunların paylaştıkları dinî mekânlara yönelik tepkisi öyle bir noktaya varmıştı ki Hıristiyanlar için en kutsal olan mekânlara bile şüpheyle bakar olmuştu.

Clarke’tan sonra Filistin’e giden Protestan ziyaretçilerin çoğu da, aynı onun gibi, Kutsal Şehir’deki “sahte sofuluk” pratiklerine tiksintiyle bakacaklardı. Birçoğu Kudüs’ten kaçarak, peşine düştükleri ruhani deneyimi açık havada ya da çöllerde bulma umuduyla dağlara çıktı. Hıristiyanlığın kaynağına en yakın hissettikleri yer, şehrin dışında yer alan Zeytin Dağı’ydı; tektanrılı dinlerinin doğum yerini, Sina’nın çıplak ve tehlikeli kayalıklarında bulduklarına inandılar.

 

 


[1] John Milton, Yitirilen Cennet, çev. Yiğit Yavuz (İstanbul: İthaki Yayınları, 3. basım 2022) s. 24 – ç.n.

[2] William Shakespeare, Kral Lear. Kitabın iki farklı çevirisinden faydalanılmıştır: Özdemir Nutku (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009) ve Bülent Bozkurt (İstanbul: Remzi Kitabevi, 5. basım 2020) – ç.n.

[3] Kaynak: www.meisterdrucke.us – e.n.

skopdergi 24