Aşağıdaki pasajlar, Gassan Kanafani’nin On Zionist Literature ([1967] Liberated Texts, 2002) adlı kitabından seçildi; görseller ve resimaltı yazıları sayı editörü tarafından eklendi. Kitaptan seçilen sayfa aralıkları bölüm sonlarında belirtiliyor.
Siyonist hareket edebiyat silahını öyle etkili bir tarzda kullanmıştır ki, bu ancak hareketin siyaseti kullanmasıyla boy ölçüşebilir. Siyonist edebiyat, Siyonist hareketin can alıcı ve ayrılmaz bir parçasıydı; siyasi Siyonizm[1] yalnızca propaganda çalışmalarında değil, siyasi ve askerî seferberliklerinde de bu edebiyattan ziyadesiyle faydalandı.
Edebi Siyonizmin,[2] siyasi muadilinin zeminini hazırladığını ileri sürmek abartı olmaz. Edebi Siyonizmin mahsulü olan siyasi Siyonizm, dünyaya gelir gelmez kendi muazzam projesinde ona biçilen rolü oynaması için edebiyatı hizmetine koştu. Siyasi Siyonizm her ne kadar şovenizmin ve ırkçılığın ürünü olsa da, bu özellikleri ilk gösteren o değil, edebi Siyonizm olmuştu. Gerçekten de bu şovenist ve ırkçı akım, Yahudi dininin siyasallaştırılmasıyla birlikte, ilk önce edebiyatta açığa vurulmuştu.
Tüm biçimleriyle sanatı araçsallaştırması bakımından Siyonist edebiyat tarihte eşine rastlanmamış bir deneyim olabilir. Bu yolla, nihayetinde son derece tehlikeli sonuçlar doğuracak geniş çaplı bir dezenformasyon sürecini işletmiştir; bu sonuçlardan en önemlisi de, görünürde aydınlanma ve hakikat araçları olan şeyler vasıtasıyla insanlığın toptan endoktrinasyonudur. Dolayısıyla İsrail’in medya seferberliği, geçici bir saldırıdan ibaret değildir; sık sık ayak basılan bir alanın külliyen fethidir söz konusu olan ve uzun süredir aldatılmış bir okur kitlesinin bilincinin derinliklerine düzenlenen taarruzlar sayesinde mümkün olmuştur. Bu süreci kavramak için, siyasi Siyonizmin gayrimeşru emellerine hizmet etmekte Siyonist edebiyatın gizliden gizliye oynadığı rolü görüp teslim etmemiz gerekiyor.
Sol: George Eliot (asıl adı Mary Ann Evans, 1819-1880). Fotoğraf: Hulton Archive/Getty. Orta: Eliot’ın Daniel Deronda romanının 2002 baskısı. Sağ: Romanın karakterlerinden Yahudi âlim Mordehay’ı söylev verirken tasvir eden illüstrasyon. Mordehay, Yahudilerin Filistin topraklarında kendilerine bir yurt kurmaları gerektiğini savunur ve romanın başkarakteri Daniel Deronda’yı bu davaya liderlik etmeye ikna eder.
Cevaplanmaları elzem olan birçok soru geliyor akla:
- Daniel Deronda gibi bir kitabın ne tür bir marifeti vardır ki İsrail devleti 1948 yılında kurulur kurulmaz Tel Aviv’in en önemli caddelerinden birine bu kitabın yazarının adını vermiştir?
- Wondrous Tale of Alroy’u (Alroy’un Harikulade Hikâyesi) sonradan Nazizmin gizli kılavuzu haline getiren neydi?[3]
- Wandering Jew’ün hikâyesi neden, nasıl ve ne zaman zulmün sembolü olmaktan çıkıp ırksal üstünlüğün sembolü haline geldi?
- Shakespeare’in Shylock’unun edebi Siyonizmin tarihindeki işlevi nedir?
- Exodus gibi bir romanı, her meşrepten Batılı okurun Ortadoğu’da cereyan eden olayları anlamak için başvurduğu neredeyse yegâne kaynak haline getiren neydi?
- 1948 sonrasında yazılan Siyonist romanlar tarihi nasıl tahrif etti, olguları nasıl eledi ve Batılı okurlarını haksız bir davayı desteklemeye nasıl yönlendirdi?
- Nobel Komitesi, ödül için aranan edebi ölçütlerin hiçbirini tutturamayan gerici ve şovenist bir yazara 1966 yılında neden ödül verdi?
- Batı’daki siyasi yorumlarda kullanılan ifadelerin Siyonist romanlardakilerle neredeyse bire bir örtüşmesi tesadüf mü?
- Batı basınının İsrail’in 1967 tarihli saldırısına verdiği tepki derinlemesine düşünülmemiş yüzeysel bir tepki miydi, yoksa Siyonist edebiyat ve sanat aygıtının uzun süredir yürüttüğü kültürel dezenformasyon çalışmasının doğal bir sonucu mu? Bu habercilik tarzının zeminini hazırlayan, zaten bu dezenformasyon çalışması değil miydi?
- Batılı okurlar, Yahudi olmayanlar tarafından benimsendiğinde utanç verici ve kabul edilemez buldukları ırkçı ve faşist görüşlerle Siyonist romanlarda karşılaştıklarında neden rahatsız olmuyorlar?
Leon Uris’in Exodus (1958) adlı romanının Türkçe baskısının kapağı (Peri Yayınları, 2008). İsrail’in kuruluşunu anlatan roman 1965’te beş milyondan fazla satmış ve onlarca dile çevrilmişti.
Sol: Benjamin Disraeli (1804-1881). Sağ: Disraeli’nin Wondrous Tale of Alroy (1833) adlı kitabının kapağı.
Bu tür sorular ancak geçmişteki ve günümüzdeki edebi Siyonizmin çeşitli yerlerdeki gelişiminin izi sürülerek cevaplanabilir. Hiçbir meşruiyeti olmayan siyasi ve askerî emellere hizmet eden ve neredeyse delinmez bir kalkanla kuşattığı çok sayıda insanın gözünde bu emelleri büyük ölçüde haklı çıkarmayı başarmış, son derece çarpık ve kapsamlı bir kültürel dezenformasyon sürecini ifşa etmek olacaktır bu.[4]
Siyonist Edebiyat, Politikayla Uygun Adım Yürüyor
Örgütlü bir siyasi hareketin itici gücünü arkasına alan Siyonist edebiyat, Daniel Deronda ve Pinski’nin The Eternal Jew’ü gibi yapıtlarla 20. yüzyılın başında temel misyonunu üstlendi. Bu siyasi hareket bir dizi teşvik ve himayenin önünü açmakla kalmadı, siyasetin güdümündeki sanatın tarihinde benzeri görülmemiş tanıtım fırsatları da sağladı. Siyonist edebiyat, eşsiz bir kararlılıkla, iki yönlü bir misyonu yerine getirdi: Bir yandan Siyonizm davasının çıkarlarına uygun bir küresel ortam yaratarak Yahudileri seferber ederken, öte yandan bu eşgüdümlü propaganda kampanyasının önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmaya koyuldu. Bu iyi yönlendirilmiş çalışma; tahrifat, abartı, olguları eleme gibi işlemlerin yanı sıra, tarihî yerlerle, düşünce ve kişiliklerle hiç alakası olmayan yepyeni olaylara geçerlilik kazandırmak amacıyla tarihin fırsatçı bir şekilde istismar edilmesi de dahil her tür silahı itinayla kullandı.
Bu çelişkili misyonun Siyonist edebiyatı içerik ve biçim bakımından vahim tehlikelere açık hale getirdiğine hiç şüphe yok. Buna rağmen kudretli Siyonizm makinesi, sanat üzerinden yürüttüğü sistemli ve etik dışı aldatma pratiklerinin ifşa olmasını engelledi. Misyonlarına olan bağlılıkları –ki göreceğimiz üzere özünde mantıken hatalı bir misyondur– bu sanat eserlerinin propagandist niteliklerinden kurtulma kabiliyetlerine ket vurmuştur. Bu da Siyonist edebiyatı siyasetin güdümündeki diğer edebiyatlardan temelden farklı kılar, çünkü bu edebiyat, önceden varılmış bir sonucu desteklemek amacıyla olguları eğip büken bir edebiyattır. Bu süreçte gerekirse tarih tümden çarpıtılır (hatta zaman zaman düpedüz aldatmacalara başvurulur) ve üst üste bindirilmiş analiz ve hipotezlerle çelişebilecek her şey atlanır.
Bu eğilimi içtenlikle ifade eden ilk kişinin Theodor Herzl olduğuna hiç şüphe yok. 20. yüzyılın başında yayınlanan The Old New Land (Eski Yeni Vatan) başlıklı romanı Herzl’in siyasi Siyonizminin habercisiydi. Öyle ki Herzl’i sanatçıdan siyasal bir figüre çeviren başat etkenlerden biriydi bu roman. Herzl, her ne kadar Birinci Siyonizm Kongresi’ni toplamak için edebiyat kariyerini bırakmış olmaktan büyük pişmanlık duyduğunu ifade etse de, sonradan romanını sanatsal bir kaygıyla yazmadığını, tamamıyla propaganda amacı taşıdığını itiraf edecekti. Dolayısıyla söz konusu “romanın” 1962 tarihli Almanca baskısının propaganda broşürleriyle bire bir aynı formatta yayınlanmış olmasında şaşılacak bir şey yok: Roman metninin arasına serpiştirilmiş, göç eğilimlerini ve üretimin, ordunun, yasama organının gelişimini bıktırıcı ve taraflı bir şekilde belgeleyen, İsrail ve Yahudi tarihi hakkında kuşe kâğıda basılı 200 diyagram ve illüstrasyona ilaveten İsrail şehirlerinin renkli fotoğrafları eşliğinde kalın kâğıda basılı 220 sayfa. Aslına bakılırsa Herzl bu kitapta Daniel Deronda’nın Mordehay karakterini bir adım ileriye taşımaktan öte bir şey yapmamıştı – Eliot’ın propagandacıdan ibaret Mordehay’ını, eylem alanına fırlatmıştı.
Sol: Theodor Herzl (1860-1904). Sağ: Eski Yeni Vatan romanının Almanca baskısı.
Herzl kendisinden sonra takip edilecek bir stil formülü icat etti. Bu formülde Filistin, Yahudilerin dönüşüyle meskûn hale gelip kalkınmayı bekleyen ıssız bir diyar olarak tarif edilir; halihazırda orada yaşamakta olan halkın hiç lafı geçmez. Dahası, Yahudilerin Filistin’e göçü Batılı düşünce biçimine yapılmış bir hizmetmiş gibi sunulur: Herzl, Yahudilerin modern ülkelerde 19. yüzyılın sonundan itibaren var olan modern kurumları eski yeni vatana götürmekten başka bir şey yapmadıklarını yineleyip durur. Mordehay’ın nutuklarını hatırlatan bir üslupla, İsrail’in “geri kalmış” Asya ve Afrika kıtalarında oynayacağı rolden bahsetmesinin sebebi belki de tam olarak budur.[5]
Ama Daniel Deronda’nın Mordehay’ı –tıpkı The Wonderous Tale of Alroy’un Sidonya’sı ya da Pinski’nin The Eternal Jew’deki başkarakteri gibi– Filistin’i fethetmeye yönelik bir eylem planı üzerine kafa yorup, bu sırada belirli entelektüel ve siyasal yankıları olan sloganlar kullanan bir propagandacıyken, Eski Yeni Vatan’ın başkarakteri bu planları uygulamaya koyar. Bu karakter, tıpkı yaratıcısı gibi, tutarlı bir düşünce yapısı ve belirli amaçları olan fiilî bir siyasal hareketin parçası haline gelir. Bu fark, Mordehay’ın konumunda nitel bir değişikliğe sebep olmakla kalmaz, olgularla daha dolaysız bir çatışmayı da beraberinde getirir. Nitekim Eski Yeni Vatan’dan itibaren Siyonist edebiyatın karakterlerinin, giderek çelişkilere daha açık hale gelen Siyonizmin siyasal programıyla uygun adım yürümesi şart olmuştur. Öyle ki Mordehay’ın nutuklarında değinmekten kaçındığı meselenin, Arthur Koestler’in Thieves in the Night (Gece Gelen Hırsız) romanındaki Joseph veya Exodus’taki Ari Ben Canaan karakterleri için somut bir gerçeklik olarak ele alınması şarttır artık. Mordehay’ın, dili ve bir dizi ahlaki buyruğu suistimal ederek erişebildiği şeye Ari Ben Canaan, Joseph ve diğerleri tarihî olguları çarpıtarak, eleyerek ve tahrif ederek ulaşmak zorunda kalacaklardır. Yine de burada değinilen bütün evrelerin ortak zemini, Siyonizmin sapkınca bir üstünlük hissi yaratmak amacıyla milliyetçiliğe din katmasıdır.
Siyonist yazarlar arasında ortak olan bu dava, ortak bir yörüngeye oturmalarıyla sonuçlanmıştır. Bu yüzdendir ki, İsrail’in kuruluşunu konu edinen romanların hemen hepsinde neredeyse bire bir aynı olay akışıyla karşılaşırız:
1. Kahramanımız feci zulümlere maruz kaldığı Avrupa’dan gelmiştir. Hitler’in yakın zamanda gerçekleştirdiği, ruhunda ve bedeninde derin yaralar bırakan birkaç katliamın anısından kaçmaktadır. Bu süreçte ailesini ve arkadaşlarını kaybetmiştir; yaralarını sarabileceği sakin bir yer aramaktadır. Bu yere vardığında, bilinçaltının derinliklerinde yatan ulusal özlemler birden uyanarak zedelenmiş onurunu onarır.
2. Kahramanımız Yahudi olmayan, buna karşın (kısa süre sonra anlaşılacak sebeplerden ötürü) kesinlikle Arap da olamayacak birine âşık olur. Yazar, bu ilişki aracılığıyla Siyonist bakış açısının ve Siyonizmin özlemlerinin eksiksiz bir açıklamasını sunar ve karakterler arasında yürüttüğü diyalog üzerinden, “Yahudi ıstırabı” anlatısını ön plana çıkaran bir hikâye anlatır – böylelikle meselenin özünü tümüyle gizler. Bu diyalog sonucunda, yaşanan felakette kendi kişisel sorumluluğu da olduğunun farkına varan Yahudi olmayan karakter, başka yerde işlenmiş bir günahın kefaretini ödemek uğruna Yahudiliği benimser ve nihayetinde Siyonizm davasının savunucularından biri haline gelir.
3. Yahudilerin açık düşmanı olan Araplar, bir amacı, ülküsü olmayan bireyler olarak temsil edilirler, genellikle yabancı ya da –en iyi ihtimalle– feodal güçlere hizmet eden paralı askerlerdir. Yazar böylelikle Arapların zihnen ve medeni açıdan geri kalmışlığının, tedavisi olmayan bir hastalık olduğunu teyit eder. Olur da kahramanın sevip saydığı bir Arap çıkarsa, o da muhakkak Araplar için tek çözümün Yahudilik olduğuna inanan bir karakter olacaktır. Yazar, romanda serimlediği olaylar boyunca “Arapların barbarlığına” ve kuşaklar boyunca harap ettikleri memlekete karşı hiçbir bağlılıkları olmayışına odaklanır. Buna genellikle Yahudilerin Filistin topraklarıyla bağını abartan bir anlatı eşlik eder. Hatta Yahudi kahramanın arkeolojik meselelerle ve Eski Ahit’te aktarılan efsanelerle ilgilenen ferasetli bir âlim olduğu ortaya çıkar.
4. Yazar, bu araçları kullanarak hikâyeyi ilerletir. Yine de, içinden çıktığı toplumla neden kaynaşamadığını açıklaması gerekmektedir. Onun için de, dünyanın Yahudileri maruz bıraktığı zulüm, yerli yersiz, durmadan vurgulanır. Burada amaç sadece söz konusu zulmü anlatmak ve abartmak değil, bu zulüm karşısında Yahudi dayanışmasını da sergilemektir. Buradan hareketle diğer halklar aşağılanıp küçümsenir. Tıpkı Leon Uris’in Exodus’ta Polonya’daki Yahudi direnişini betimlemek için sayfalar boyunca Polonyalıları aşağılaması gibi…
5. Yahudileri birbirine bağlayan hiçbir coğrafi, dilsel, tarihsel ve ekonomik bağ bulunmadığından, Siyonist yazarın tek çaresi vardır: zulüm ve Hitler’in katliamları gibi dış etkenlerin yanı sıra Yahudileri Filistin’e yönelten yegâne iç etkeni din ve ırk olarak görmek. Bu nedenle Siyonist edebiyat eserlerinde bitmek bilmez ırkçı nutuklar karşımıza çıkar; kahraman bu söylevlerle mutlak bir yetkinlik hissi kazanarak zihinsel, fiziksel ve tarihsel bir yanılmazlığa erişir. Bu karakter binbir zorlukla karşılaşmakla kalmaz, bu zorlukların hepsini kolayca alt eder. Bir başka deyişle, karakter tam bir karikatüre dönüşür – insani deneyimle hiçbir alakası olmadığı gibi sanatsal hüner kriterlerinin de hiçbirini karşılayamayan bir karikatür.
Bu beş madde genel hatlarıyla Siyonist edebiyatın parametrelerini ortaya koyuyor. Yalnızca 1948’den önce zaten Filistin’de yaşayan Yahudi yazarların eserleri bu maddelere bağlı değildir. Bunun çeşitli sebepleri var ve bunların başında da, bu yazarların gerçekliğe olduğu haliyle tanıklık etmiş olmaları ve eserlerinde yabancı okuyuculara hitap etmemeleri geliyor. Exodus, yukarıdaki taslağın yoğunlaştırılmış bir örneğini sunuyor. Aynı şey, sayısız başka eser için de geçerli: Arthur Koestler’in 1940’ların ortasında yayınlanan Thieves in the Night’ı; Robert Nathan’ın A Star in the Wind’i [1962]; Yaël Dayan’ın Dust’ı [1963]; Ted Berkman’ın Cast a Giant Shadow’u [Devlerin Gölgesinde; 1962]; Joseph Viertel’in The Last Temptation’ı ve Lester Gorn’un The Greater Glory’si gibi. Kısacası, Siyonist yazarlar eserlerinde aşağıdaki temalarla ilgileniyorlar:
・Mutlak Yahudi üstünlüğü ve yanılmaz bir kahraman.
・Genel olarak diğer halklar, özel olarak da Araplar karşısındaki konum.
・Yahudi halkının karakteri ve İsrail’le nasıl ilişkilendikleri.
・Genel olarak Yahudilere yönelik zulme, özel olarak da Hitler’in katliamlarına yapılan vurgu da dahil olmak üzere Filistin’in işgalini haklı göstermek için sunulan Siyonist gerekçeler.[6]
Sol: Moşe Dayan’ın kızı, yazar ve siyasetçi Yaël Dayan’ın (d. 1939) “Toz” adlı romanının kapağı. Orta: Ted Berkman’ın, tam adıyla “Devlerin Gölgesinde: Kudüs’ü Kurtarmak İçin Ölen Mickey Marcus’un Hikâyesi” adlı romanının kapağı. Sol: Berkman’ın aynı adlı romanından uyarlanan Devlerin Gölgesinde filminin (1966) Almanca afişi. Devlerin Gölgesinde, aslen ABD askeri olan ve 1948’deki Arap-İsrail Savaşı sırasında Siyonist paramiliter örgüt Hagana’ya danışmanlık yapmak üzere sahte kimlikle Filistin’e giden David “Mickey” Marcus’un hikâyesidir.
Nobel Ödülü’nden 1967 Saldırısına
1966 yılının sonlarında Nobel Edebiyat Ödülü ilk defa İsrailli bir yazara, Shumel Yosef Agnon’a verildi. Nobel Komitesi’nin açıklamasına göre, Agnon’un eserleri “İsrail’in çağımıza verdiği mesajı temsil ediyor” ve “Yahudi halkının kültürel mirasını yazılı ifadelerle sunmak gibi zor bir işi başarıyor”du. Komite, “Yahudi halkının yaşamından motifler içeren son derece kendine özgü hikâyecilik sanatı”ndan ötürü Agnon’a özel takdirlerini sunuyordu.
Bu sözler ile 5 Haziran 1967’de başlayan saldırı arasında yalnızca yedi ay var. Nobel Komitesi Agnon’un şovenist, ırkçı ve gerici yazılarında İsrail’in dünyaya verdiği mesajın doğru bir temsilini bulduysa, çoğu Batılı medya kuruluşu da İsrail’in 1967 saldırısında benzer bir mesaj buldu. Bu iki olay, ırkçı düşünce ve edebiyatın aldatmacaları, endoktrinasyonu ve propagandalarıyla geçen uzun yılları taçlandırıyor. Sözde ırksal ve etnik üstünlüğe dayalı saldırganlığın onaylanması ve meşrulaştırılması üzerine kurulmuş bir yapının doğal ve mantıksal uzantısıdır bu.
Bu iki olayın kısa bir arayla meydana gelmiş olması tesadüf değil. Yukarıdaki sayfalarda tanıklık ettiğimiz şeyin doğal sonucu bunlar. Aldatmaca ve şovenizm, evvel ezel, stratejik amaçlar uğruna kasten birbirine karıştırılmış olan kültürel ve siyasal düzlemlerde zirveye ulaşmış durumda. Sözgelimi, 1967 saldırısından sonra, (14 Haziran 1967 tarihinde) Time dergisinde Araplara ilişkin Siyonist tasvirleri olabilecek en kaba ve yanıltıcı şekilde tekrar eden ve bu tasvirleri tartışma götürmez kabuller olarak sunan bir makale okuyor olmamız da tesadüf değil.
Shumel Agnon ve Nelly Sachs, Nobel Ödül Töreni, 10 Aralık 1966, Stockholm. 1966’da Nobel Edebiyat Ödülü İsrailli yazar Shumel Agnon ile İsveçli yazar ve şair Nelly Sachs’a verildi. Komite’nin Nelly Sachs’a ödül verme gerekçesi, “İsrail’in yazgısını dokunaklı bir etkiyle yorumlayan lirik ve dramatik metinleri”ydi. Kaynak: www.nobelprize.org
Keza, İngiliz siyaset yazarı Peregrine Worsthorne’un, gelişmekte olan Üçüncü Dünya ülkelerinin halklarını (ümitsiz vaka oldukları ve ileri ülkelerin “üstünlükleri” onlara gelişmekte olan dünyanın kaynaklarına hükmetme hakkı verdiği için) ezip ekonomik olarak ileri ülkelerin yetkisine tabi kılma çağrısında bulunduğu bir makale okuyor olmamız da tesadüf değil. Bu tür görüşler Siyonist romanlarda neredeyse bire bir aynı kelimelerle ve aynı şekilde ifade ediliyor ve bu da, ortak duygudaşlıklar neticesinde ortaya çıkması mümkün olmayan kasıtlı bir eşgüdüme işaret ediyor.
Koestler, Gorn ve Uris gibi yazarlar ve The Anglo-Saxons ve A Star in the Wind gibi kitaplar, İsrail sömürgeciliğinin “ıslah edici bir misyonu” olduğu ve “geri kalmış Doğu’ya” “medeniyet” götürerek Arapları “kurtardığı” gerekçesiyle Siyonist fethi meşrulaştırıyorlardı. Randolph Churchill tarafından yazılmış (ve 1967’nin Temmuz ve Ağustos aylarında The Sunday Telegraph’ta tefrika edilmiş), 5 Haziran 1967 saldırısı hakkındaki bir kitapta neredeyse bire bir aynı kelimelerle karşılaşmak bizi şaşırtmamalı.
Siyonist romanın şovenist Batı zihnine çoktan zerk ettiği görüşler ile bu zihnin nihayetinde politik olarak desteklediği konumlar arasındaki bağlantının ve (son noktada) örtüşmenin en açık ve pervasız tezahürü, William Stevenson’un yazdığı ve 1967 saldırısının üzerinden on gün geçmeden dağıtımı tamamlanan The Israeli Victory başlıklı kitaptır. Bu kitabın görevi, okura siyasi ve askerî bir rapor sunmaktı. Kitap ayrıca, yukarıda tanıştığımız ve Exodus başlıklı kitabında geliştirdiği fikirleri incelediğimiz Leon Uris tarafından yazılmış ek bir bölüm daha içeriyordu. Her okur, kitabın askerlik ve siyasetle ilgili kısımlarının Exodus’ta ifade edilen görüşlerin bir kopyası ya da bu görüşlere yapılmış bir eklenti olduğunu görecektir. Uris tarafından kaleme alınmış “Üçüncü Tapınak” başlıklı bölüm ise, 1967 saldırısının iyiden iyiye pekiştirdiği görüşlerin bir uzantısından veya tekrarından ibarettir. Bu iki parçanın yan yana yayınlanmış olması meseleyi özetliyor. İşte aynı ırkçı zihniyette iç içe geçmiş olay zincirleri ve üst üste binmiş tüneller. Gerçekten de, Nazi ırkçılığının eşsiz numunelerinin 1930’larda Yahudiler hakkında konuşur veya yazarken kullandıkları üslubun, Uris’in “Üçüncü Tapınak”taki müthiş ırkçılığından daha nefret dolu, daha cahilce ya da aldatıcı olup olmadığı tartışılır. Şaşırtıcı olan, Batı’daki güçlü ve gelişkin bir akımın, yıllar boyu günbegün sorgusuz sualsiz bu tutumları, fikirleri ve görüşleri yuttuktan sonra, onu mantıklı ve kabul edilebilir bulması. Nihai sonuç, Batı’nın günümüzdeki tavrıdır.
Fakat tüm bunlardan önce, Shumel Agnon tarafından ifade edildiği haliyle “İsrail’in mesajına” onay veren, Nobel Komitesi’ydi. Bu mesaj –bu şovenist ve gerici İsrailli yazarın eserlerinde ifade edildiği haliyle– 1967 saldırısına ve bu saldırının Batı kamuoyunun büyük bir bölümü tarafından kabul görmesine varan olaylar zincirindeki epizotlardan biriydi sadece. Exodus, Agnon ve “Üçüncü Tapınak” insan aklına kasteden aynı komployu temsil ediyor – Nobel Komitesi, Worsthorne ve Churchill’in (hem baba hem oğulun) bütün yaptığı da bu süreci tekrarlamaktı.
Bu uzun aldatmaca ve saldırganlığı meşrulaştırma sürecinde Agnon’un önemli bir konum işgal ediyor olmasının sebebi, dünyanın en önde gelen kültür kurumunun onayından geçmiş ve uydurma bir meşruiyet belgesi almış olmasıdır. Siyonist edebiyatın uzun yolculuğunda bir zafer ânına denk gelmektedir bu. Nobel Edebiyat Ödülü’nün Agnon’a verilmesi, temelde insanlıkdışı olanı insanileştirmeye; gerici, şovenist ve ırkçı olana bir medeniyet değeri kazandırmaya yönelik hileli ve gayri meşru bir edebi onayı temsil etmekteydi. Bu ödül, edebiyatın Balfour Deklarasyonu’dur.
Agnon’un hemen hemen tüm romanlarındaki karakterler Yahudi ritüellerini yerine getirir ya da aktarır ve Eski Ahit’in kahramanlarını yâd eder. Hikâyelerinde Tanrı’dan, Yahudiliğin peygamberlerinden ya da ölmüş birinden bahsedilip de ardından münasip dinî ifadelerin gelmediği nadirdir. Bu ifadeler muhafazakâr Yahudi okurların hislerini kabartıyor olabilir ama Yahudi olmayan okurların önündeki dil engelini ortadan kaldırmaktan çok uzak oldukları kesin. Agnon’un, yerel değeri ne olursa olsun, hümanist veya evrensel bir boyuta sahip olmadığı, demek ki Nobel Ödülü’nü kazanmak için gerekli iki temel koşulu karşılayamadığı anlamına geliyor bu. Agnon’un “seçilmiş anayurdu hakkında çok az yazdığı” doğru ama bu konuda yazdığı şeylere, Siyonist edebiyatın asla kaçmayı başaramadığı o iki anlatı türü damga vuruyor: yayılmacı fetih çağrısı ve diğer halkları hor görme.
Agnon’nun ana teması Doğu Avrupa’dan göç eden Yahudilerdi. Şüphesiz bu, diğer Siyonist edebiyat örneklerinde benimsenenlere benzer bir pozisyon almayı gerektiriyor: diğer halklarla bütünleşmemeyi bir meziyet gibi sunmayı. Yahudi yazarlar arasında dinî meseleler ile siyasi meseleleri en başarılı şekilde bileştiren Agnon olmuştur, bu da onun Siyonizme en önemli katkısıdır. Gözde karakteri, üstüne bol gelen dinî kıyafetler içinde şöyle demektedir: “Kudüs’ün Şam’a kadar ve her yönde uzandığı günü görmek nasip olsun.” Nobel Komitesi nezdinde “Yahudi halkının kültürel mirasını yazılı ifadelerle sunmak gibi zor bir işi başarmış” bir adamın kaleminden çıktığı düşünülürse, tesadüfi bir cümle değil bu. Komite’nin bakış açısı buysa, böyle bir mirasta nasıl olur da hümanist bir mesaj içeriliyor olabilir?
Agnon yazılarında tekrar tekrar fetih mesajı veriyor – bu mesaja dinî kıyafetler giydirmeyi de ihmal etmiyor. Ünlü romanı In the Heart of the Seas’de, Sur ve Sayda’yı hayalindeki İsrail devletinin sınırları içine katıyor ve bu hamlesini Yahudilerin bu kentlerde bulunan dinî mekânlarının kutsallığının “ihlal edildiği” iddiasını tekrarlayarak haklı çıkarmaya çalışıyor. Bu tavır, diğer Siyonist romanlardaki Nazi katliamına ilişkin tartışmalarla aynı rolü oynuyor; o tartışmalar gibi fethe bahane sunuyor. Ama bu tavır, diğer Siyonist romanlarda gördüğümüz gibi Arapları iflah olmamacasına geri kalmış bir halk olarak tasvir etmeyi gerektiriyor; böylelikle, sözümona Yahudilerin kutsal mekânlarına saygısızlık etmeleri beklendik ve kaçınılmaz bir şey olarak sunulabiliyor. İşte bu yüzden Agnon, Arapları grotesk bir şekilde temsil etmek zorunda kalıyor. Yahudilerin Araplar tarafından “mahvedilen İsrail topraklarını” neden böylesine “derinden sevdiklerini” açıklayabilmek için ısrarla Arapları aşağılayıcı şekillerde tasvir etmesi gerekiyor. Bu aynı zamanda, Yahudi göçünün neden “insani bir kurtarma misyonu” olarak tanımlanabileceğini de açıklamaya yarıyor. Aksi takdirde, böylesine kaba ve aşağılayıcı imgeler son yirmi yıldır Siyonist edebiyatta tekrarlanıp durmazdı.
Agnon’un edebi üretimi, (özellikle de Doğu Avrupa’dan) Filistin’e göç davetinden ve (Nobel Komitesi’nin sözleriyle) “Yahudi değerleri ve kültürü” adına bu toprakları fethetme çağrısından ibaret. Bu iki hedef konusundaki ısrarı, sanatsal ve etik ihlallere yol açıyor: Çok tehlikeli bir işe girişerek, insani değerler pahasına tarihî uydurmalara girişiyor. Bu uydurmaların etkisi ne olursa olsun, bir insan böyle bir projeye soyunmuşsa, hümanizmi teşvik etme iddiasındaki uluslararası bir kültür kurumu, yaşadığı felaketle hâlâ dünyanın vicdanını sızlatan bir bölgede barut fıçısını ateşleyerek kendine zarar vermiş olur. Gelgelelim Nobel Komitesi bundan da fazlasını yapmıştır. Bilerek ya da bilmeyerek, İsrail’in saldırısını aklamış, meşrulaştırmış ve onaylamış, Yahudiler arasındaki ırkçı akıma kültürel bir onur payesi vermiştir.
Nobel Komitesi, 1967 saldırısından sonra Avrupa ve ABD’de Arapları hedef alan korkunç ırkçı saldırıları aklamaktan suçlu bulunmayabilir belki, ama başka bir suçu olduğu muhakkak: Agnon’u ödüllendirme kararları, yarım yüzyılı aşkın bir süredir tüm dünya kamuoyunda aralıksız yankılanan Siyonist propaganda yoluyla insanlığın kolektif vicdanının aldatılmasını meşrulaştırmıştır.[7]
[1] İngilizceye çevirenin notu: Siyonizmin fiilen siyasi bir hareket olduğundan, yazarın “siyasi Siyonizm” terimini kullanması garipsenebilir. Yazarın amacı, yazının ilerleyen bölümlerinde anlaşılacağı üzere, edebiyat fenomeni (yani, “edebi Siyonizm”) ile 1897’de Basel’da toplanan ilk Siyonist Kongre’de resmiyet kazanan dolaysız siyasi faaliyetleri birbirinden ayırmak.
[2] İngilizceye çevirenin notu: Yazar “Siyonist edebiyat” ve “edebi Siyonizm” terimlerini birbiri yerine geçecek şekilde kullanıyor. İkisi arasında kavramsal açıdan çok ince bir ayrım var ve bu inceleme bağlamında daha ayrıntılı bir açıklamayı gerektirmiyor.
[3] İngilizceye çevirenin notu: Yazar bu iddiasını kitabın üçüncü bölümünde açıyor; ancak burada işaret ettiği bağlantıya sonradan ana-akım Batı kaynaklarında da yer verildi. Örneğin: “[...] Hitler ve kimi yandaşlarının [...], Yahudi kökenli ilk Britanya başbakanı olan Benjamin Disraeli’ye karşı tuhaf bir hayranlığı vardı; Disraeli’nin ‘ırk her şeydir’ sözü Almanya’da çok sık alıntılanırdı”: Ian Buruma, “Class Acts”, The New Republic, 24 Eylül 2001. https://newrepublic.com/article/92620/ornamentalism-david-cannadine (Erişim tarihi: 1 Haziran 2022).
[4] “Introduction”, s. 1-5 arasından seçilmiş pasajlar – e.n.
[5] Yazarın notu: Şunu da unutmadan kaydedelim, romanını yazmadan önce Filistin’e giden Herzl’in burada geçirdiği süre yalnızca birkaç gün olmuştur.
[6] “Zionist Literature Marches in Lockstep with Politics”, s. 57-60 ve s. 68-71 arasından seçilmiş pasajlar – e.n.
[7] “From the Nobel Prize to the 1967 Aggression”, s. 110-113, s. 114-116 ve s. 118-119 arasından seçilmiş pasajlar – e.n.