Matbaanın icadından önce, kitaplardan çok mimarlık okunurdu. Mimarlık bir takım sayıların ve formların bileşkesiydi ve bunlar da sembolik anlamda son derecede yüklüydü. Sayılar ve formlar, aritmetik ve geometri; yani mimarlığın matematiği ya da metafiziği, mimarlığın ilk çağlarına kadar giden bir tarihe gönderen bir kozmos, bir mit, bir metin oluştururdu. Henüz akıl icat edilmemişti ve kelimelerle şeyler arasındaki ilişki sonsuzdu, ayrıca zamanına ve mekânına göre değişirdi. Bir katedral, zamanın müzeleri olan nadire kabinelerini andırırdı; nadire kabinelerinin bilgi rejimi de zaten hafıza sarayları denen mimarlık kompleksleri üzerine inşa edilirdi. Yani bilgiyi, -kozmosun gizemini ve gerçekliğini- mimarlık saklardı. Ve bilgi, hafıza saraylarının mimarlığından ışıyan, formlarla sayılar, maddelerle hayaller arasında kurulan gizemli bağıntılar, karşılıklı çağrışımlar (correspondance), alegoriler sayesinde uyanırdı. Hafıza sarayları, âlimleri yeniden bütün insanlık için ortak olan Babil öncesi bir evrensel dil arayışına, Adem’in dilini yeniden keşfetmeye yönlendiren Rönesans’ın neoplatonik felsefesinin ve biliminin arkitektoniğiydi. Bilgi mimarlıkta saklıydı. Mimarlığın ruhunu oluşturan sayılarda, sayılar arasındaki ilişkiyi kuran oranlarda (müzikte), ve bu oranları canlandıran formlarda saklıydı.
Giulio Camillo’nun (1480-1544) Vitrivius’un Döner Tiyatro’larını örnek alan hafıza tiyatrosu veya hafıza sarayı: Rönesans epistemolojisinin mimarisi
Aydınlanmayla birlikte akıl, bilginin kaynağı olarak ansiklopediyi keşfetti. Hafıza saraylarının yerini ansiklopedi aldı. Ansiklopedi bilimseldi, dolayısıyla doğayla özdeşti; doğayı bozan bir yapıntı (artifice) olan mimarlıkla değil. Bilim artificial değil, naturaldı; somuttu, nesneldi, pozitifti, deneyseldi; bilimde şeyler hayalleri gibi değil gözüktükleri gibiydi. Sonuçta kelimeler ve şeyler arasında aklî bir ilişki kuruldu. Hayal ile hakikat ilişkisi parçalandı. Ve bundan böyle hayal dünyası sanata devroldu. Maddeler ve kavramlar arası ilişkinin hayal edilmesinin gücüne dair inanç artık sanat tarafından korunacaktı. Kant ve romantikler sanata özgü yeni bir hakikat rejimi kurdu. Ve romantizm, bilginin rasyonelleşmesine, endüstrileşmesine, gerçekçileşmesine, hatta bizatihî bilgiye karşı kültürel bir devrim başlattı. Bilgiyi yeniden sanat, mimarlık, hayalgücü etrafında örgütlemeye girişti. Bilginin büyüsünün bozulmasına karşı; akılcılaşmayı, bilimselleşmeyi ve endüstrileşmeyi ifade eden modernizasyona karşı, bir karşı modernlik örgütledi: modernizm; ya da kültürel modernizm veya estetik modernizm. Modernlik karşısındaki bu direnişin sembolü Gotik oldu. Gerek romantikler, gerekse onlardan esinlenen ütopistler (Ruskin, Morris, Fourier) Gotik mimarlığı göklere çıkardı.
Modernist sanat ve mimarlığın, kentin rasyonelleşmesine, Paris’in Haussmann’laştırılmasına ve modern urbanizme karşı en güzel tepkisi kuşkusuz flânerie’dir. Hiçbir amacı olmaksızın, tamamen arzulara ve rastlantılara teslim olarak kentte keyfince sürtmek. Kenti ve kentli tipleri gözetlemek, dikizlemek. Bundan hayaller, fanteziler üretmek. Kısacası, mimarlığı yeniden okumayı öğrenmek. Modern kentten ortaçağ romansları düşlemek. Ve bu ‘performansı’ kaplumbağa hızında yapmak. Çalışma, hız, ilerleme gibi modern kültlere karşı, avareliği, aylaklığı, keyfiliği, tembelliği yüceltmek. Yeni kentin anti-modern safralarıyla; bohemlerle, serserilerle, asilerle, orospularla düşüp kalkmak. Kısacası Baudelaire’in şiirini yaşamak.
Gerçekten de, flânerie, mimarlığın rasyonelleşmesine, urbanizme, Bauhaus’a, Le Corbusier’ye ve CIAM/Uluslararası Modern Mimarlık Kongresi'ne karşı sürrealistlerin, dadanın, sitüasyonistlerin ve zamanımızda fluxusun yürüttüğü direnişin kaynağını oluşturur. Guy Debord ve Asger Jorn’un Paris haritalarını keyfince kesip biçerek yaptıkları, kent içinde şansa ve arzuya dayalı güzergâhlar çizen kolajları flânerie'nin en temsili sanatı sayılmalıdır. Çünkü 1968 Mayıs’ında bir süre, sitüasyonistlerin önderliğinde devrimciler Paris’i ele geçirince, çalışmayı terk edenlere, arzularının ve tutkularının peşinde koşanlara bu kolaj haritalar yol göstermiştir! Her Paris’li flânerie'ye dadanmıştır. Mimarlık yeniden efsaneler yazmaya başlamıştır. Nitekim, mimarlığın hayal dünyasına yeniden güç kazandıran ve yer yer Skop’un bu sayısında incelenen hareketler bu dönemde canlanır.
Guy Debord ve Asger Jorn’un “psikocoğrafik” arzu haritalarından biri
Bu hareketlerin bir yandan da mimarî modernizme karşı uyanan postmodern mimarlığı esinlendirdiği doğrudur. Ancak postmodernlik bugün, Dubai’nin zirvesini oluşturduğu bir ultra-fanteziler, hiper-gerçeklikler evrenine, bir mimarlık simülasyonuna evrilmiştir. Öyle ki, mimarlık projeleri hayatla, gerçekle ilişkisini koparmış, tamamıyla hayali bir dünyanın dili, sanatı haline gelmiştir. ‘Mimarlığın Dubaileşmesi’ olarak anılan dönüşüm sonucunda, yapıların, barınma, eğlence, iş, vb. işlevlere hizmet etmeleri, iskân edilmeleri öncelikli değildir. Bir piyasa yaratmaları önemlidir. Ama satılmaları kadar satmaları da önemlidir; yani markalandırmaları. Şirketleri, kentleri, hayatları… Rem Koolhaas’a kalırsa, mimarlığın umudu Dubai’dedir. Sanki mimarlığın çağdaş katedralleri Dubai kuleleridir. Ama onların gerçekliği taklit olmalarıdır. Mimarlığın gizemine, büyüsüne, hayalgücüne ait iktidarını canlandırmak yerine, onu kendilerine mal ederler. Bilgiyi ve sanatı, zamanımızda Tanrı’nın ve aklın yerine geçen piyasanın diline tercüme ederler.