Aylak ve Muğlak Kent Deneyimleri

 

Louis Kahn 20. yüzyıl ortalarında “tuğla bir şey olmak ister” demiş, tuğlanın ne olmak istediği sorusuyla mimarlığı yeniden düşünmemizi sağlamıştı. Bugün mimarlığın neyi arzu ettiğini soruyoruz – sonsuz malzeme ve form çeşitliliği içinde, binanın, salt işlevin ötesinde ne olmak istediğini anlamak için. Fakat günümüzde binanın ne olmak istediğini anlamak da yetmiyor; bina kentin bir parçası olduğundan, “kent bize ne söylüyor?” sorusuna da, içinde bulunduğu coğrafyanın küresel dinamikleri bağlamında, sürekli yanıt arıyoruz. Kentle kurduğumuz ilişki, kafa karışıklığı yaratan katmanları netleştirme çabasıyla, soru-cevap sarmalında çoğalan bir diyaloğa dönüşüyor. Bir görünüp bir kaybolan kentsel dinamikleri netleştirme oyunu, mimarlığı anlama ve anlamlandırma yolculuğunda onun gizini açma, nedenselliğini yakalama olanağı sağlıyor. Merak uyandıran gizi açmaya çalışırken, mimarlık bize her defasında farklı şeyler söylüyor.

K. Michael Hays Architecture’s Desire [Mimarlığın Arzusu] adlı kitabında, arzu duyulan mimarlığa farklı bir açıdan bakıyor; estetik hazzın sahiciliğini ve samimiyetini tartışmaya açarak, o hazzın var olma koşullarını betimlemeye çalışıyor.[1] Mimarlık anlatısını, “düşünümsel arzu”[2], iktidar ve tasarım ilişkilerini sorunsallaştırıyor. Merleau-Ponty’nin “radikal düşünüm” yöntemi ise, akıl-beden-mekân yolculuğu yaparken kente farklı açılardan bakmanın, kentlinin kentle ilişkisini yeniden düşünmenin kapısını aralıyor.[3] Akıl-beden-mekân yolculuğu, duyularla düşünme, mekânsal metaforlar, bilinmeyene yönelme gibi muğlaklık potansiyeli olan bir ontolojik öz arayışı. Çoğu zaman muğlak olanın yarattığı uyarıcı güç, merakı tetikleyen bir motivasyon ve arzu kaynağı olabiliyor. Kent-kentli ilişkisinde düşünceyi davet eden nedir? Kentsel mekâna dair bellek ve düşünce, hangi koşullar altında bedensel deneyimde cisimleşir? Bellekle hayal gücünün koordinasyonu, algı dünyamızı nasıl devingen kılıyor? Bu ve benzeri sorular üzerinden kentle kurduğum algısal teması, Boston ve New York kentsel deneyim okumalarında dile getirmeye çalıştım. Söz konusu okumalar, her iki kente farklı açılardan bakarak, ‘arzu mimarlığı’nı idealize edilen çağdaş mimarlık uygulamalarının ötesinde anlama; kentsel yaşam dinamiklerini, çağdaş sanatla ilişkisi içinde mimarlığın olası hedonik yapısını yakalama çabası oldu. Gündelik hayat deneyimlerinin, sıradan duyumsamaların Boston ve New York’ta nasıl cisimleştiğini, kentsel mekânı akışkan ve muğlak kıldığını anlama ve açıklama çabası, aylak gezintilerde beliren farklı zaman-mekân deneyimleri, hayal gücünü tetikleyen bütünleşik bir kent okuması için ipuçları verdi.

‘Arzu mimarlığı’ temasının çift anlamlı çağrışımlarıyla, kent-kentli ilişkisini salt nesnel bilgi bağlamında aramak yerine, çelişkilerle dolu kaygan bir zeminde yakalamaya çalıştım. ‘Arzu mimarlığı’nı, bir yandan tüketim toplumunun arzu nesnesi haline getirilmiş, hız ve haz çağının bir uzantısı olan sözde mimarlık üretimi olarak; diğer yandan da mimarlıkla kurulan diyaloğu sürdürme isteği uyandıran, sadece görselliği değil, yarattığı aura ile birlikte yeniden düşünme olanağı sağlayan mimari ortamı betimlemek için kullandım. Birincisi, eleştirel kuram bağlamında çok yazıldı, tartışıldı. Bugün ise, o tartışmanın araladığı kapıdan bakan söz konusu ikinci kavrayış ve ondan beslenen farklı söylemler önem kazanmaya başladı.

‘Arzu mimarlığı’ teması, bu yazıda yukarıda değinilen ikinci yaklaşım bağlamında çıkılan bir keşif yolculuğu olarak düşünülebilir. Söz konusu yolculuk, kent ile kentli arasındaki diyalog –ilişkisel kent okumaları– bağlamında ele alınıyor. Görünen ve görünmeyen kent dinamikleri arasındaki ilişkinin keşfi, belirli bir farkındalık düzeyinde yeni düşünceleri çağırıyor. İlişkisel deneyim, bir tür icat diyebileceğimiz yeni bir anlam dünyasını açıyor önümüzde. Diyalog, kent ve kentlinin karşılaşma ânında oluşan ‘çoğul okuma’yla, kentlinin farklı açılardan bakabilme ufkuyla çoğalır. “Çoğul okuma”, Umberto Eco’nun Açık Yapıt’ına dayanıyor.[4] Eco’ya göre çoğul okuma, görünen ve görünmeyen varlık karakterlerini birbiriyle çatıştırarak, her birini ilişkisel okumaya davet eder. Çoğul okuma, aynı zamanda bütün ayrıntılarıyla birlikte beliren bir algı dünyasına kapı aralar ve böylece kentsel dinamikleri oluşturan paradoksal elementlerin etkileşimiyle örülen bir deneyim sunar.

2011 sonbaharında araştırma için Boston ve New York arasında birkaç kez gidip gelerek, her iki kentin kendine özgü varlık karakterlerinin yarattığı paradoksları yakalamaya çalıştım. Farklı bir yerde olmanın sağladığı olanaklar, düşünmeye çağıran, algı kapılarını zorlayan, uyarıcı bir etki yaratarak, çoğul okuma yapmayı, flânerie[5] yapmayı tetikledi. Hız kavramıyla iç içe yaşayan biri olarak, kente dair yeni ipuçları yakalamak için amaçsız, tamamen arzulara ve rastlantılara teslim olarak keyfimce sürtmekte, kenti ve kentli ilişkilerini gözetlemek ve dikizlemekte biraz zorlandım. Buna karşın, kaplumbağa hızında ilerleyen bu aylak ve muğlak deneyim, derslerimde, yazılarımda, verdiğim konferanslarda dile getirdiğim kavramsal-kuramsal çerçeve içinden kenti ve mimarlığı yeniden okuma olanağı sağladı. Kentin bilinçte belirişi ile nesnel dünyanın gerisindeki dünyaya dönme deneyimini ilk kez Boston sokaklarında yakaladım.

Zihinsel yolculuğu zaman-mekân yanılsamasıyla uyaran bir kent deneyimi sunuyor Boston.  Toprak-su ilişkisi, 17. yüzyılda başlayan arazi üretme/toprak kazanma projesinin kentsel gelişim öngörüsü ve akıl almaz teknolojisi; algısal muğlaklık yaratan kentsel deneyimi ile kültürel farklılıkları, toplumsal yapıyı, cinsel tercihleri üst üste çakıştırma, her birini diğeriyle ilişkili hale getirme potansiyeli yaratıyor.

Kent sanki kocaman bir kampüs. Üniversite ve öğrenci yaşamı kentin tüm katmanlarına sızıyor. Gündelik hayatı yönlendiren mimari çevre çeşitli deneyimler sunuyor. Öte yandan, gündelik hayatın kendisi de kent deneyiminin bir parçası. Sözgelimi, çağdaş sanat müzeleri ve galerileriyle, kahve kokusu sinmiş kitapçılarıyla, Boston Senfoni ile Berklee Müzik Okulu’ndan sokağa akan müzikle, Boston Bale’nin sokaktan izlenebilen provalarıyla, gündelik hayat sanata ve mimarlığa dokunuyor; kentin algısını muğlak kılan bir olay örgüsü ortaya çıkıyor. Aylak ve muğlak deneyimler gündelik hayatın içine sızan kentin olay örgüsünün hayalde canlanmasına, çağrışımsal, duyumsal üretime katkı sağlıyor. O yeri farklı kılan çok sayıda ipucu, hayaller, fanteziler, ütopyalar üretmeyi kolaylaştırıyor.

 

 

Modern kentte geçmişi düşlemek, şimdiyi geçmişle ilişki kurarak anlamak, geleceğe dair hayaller kurmak, yoğun ilişkiler ağı ve olaylar örgüsü sayesinde mümkün oluyor.  Deneyimi mekânsal-zamansal (spatio-temporal) bir düzleme taşıyor. Harvard, MIT, Yale gibi üniversite kampüslerinde mekânsal-zamansal katmanlardan kaynaklanan kentsel dinamikleri birbiri içine geçmiş bir olay örgüsü olarak deneyimlemek, yeni avandgard mimarlık ile klasik mimarlık arasındaki diyaloğu yakalama olanağı sağlıyor. Louis Khan ile Steven Holl arasındaki geçişler; Eero Saarinen ile Charles Correa arasındaki eşik deneyimleri; Alvar Aalto ile Frank Gehry arasındaki gerilim, birbirinin varlığını tehdit etmeden aynı ortamda nasıl yan yana var olabileceklerini yeniden düşünme olanağı sağlıyor. Boston’da çok sık karşılaşılan bu ve benzeri farklı zaman-mekân oluşumları arasındaki mimari diyalogları gündelik hayatın bir uzantısı olarak, kent-kentli ilişkisi bağlamında düşünmek, kentsel deneyimin olay örgüsünün sonsuz sayıda ilmekten oluşmasına yol açıyor. Mimarlığı yeniden düşünmek gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor.

 

 

Kışkırtıcı bir kent New York. Dikeyliğinde vücut bulan özgürleştirici mekânlarıyla, bütünüyle muğlak; hem felaket, hem de ulvi. Ortogonal kent dokusunu diagonal kesen Broadway üzerinde hareket eden beden, çelişkiler arasından süzülerek, kendine özgü yaşam alanları belirleyen koşullarla mimarlık arasındaki ilişkileri keşfediyor. Kentsel boşluk hissini güçlü bir şekilde yansıtan New York sokaklarında bedensel deneyim, mekânsal algımızın özünde yer alıyor. İnsanı ezen, ürküten dar ve karanlık sokaklarda kentsel boşluk, öze ait bitmemişlik hissiyle bedeni mekânda yönlendiriyor. Kentin bedeni yönlendiren potansiyeli, akıl-beden-mekân ilişkisini dinamik kılıyor. Böylece modern kent örgüsü, çevresini kuşatan yüksek teknolojili binalar arasından bireyi kent tarihini okumaya, geçmişle ilişki kurmaya çağırıyor. Gündelik hayatın gözle görünmeyen kentsel dinamiklerinin bedeni belirli bir zaman dilimi boyunca mekânda hareket ettirmesi sonucu kentsel mekân, algılanan süre/durée[6] çağrışımlarıyla sonsuz sayıda boyutuyla birlikte beliriyor. Belirleyici bir bakış açısı, kaçınılmaz olarak, belirleyici olmayan perspektif akışına yol açıyor. Kuşkusuz bu paradoksal duruş ve onun açılımları –etkileşimler, algılar, çağrışımlar ve anılar bütünü olarak “mekânsallık”– olagelen ve süregiden zaman-mekân ilişkisini yeniden sorgulamamıza neden oluyor. Farklı zaman-mekân oluşumlarının mimari detaylara yansıyan çelişki oyunları, bir tür mekân sarhoşluğu yaratarak, tercüme ettiği dünyayı keşfetmenin hazzıyla birleşiyor; duyumsanır olanın algısını salt maddeye değil, maddesel olmayana da atfeden bu kışkırtıcı saptırma, mimarlığın arzusu.

 

 

New York’taki aylaklık deneyimim, Rem Koolhaas’dan Jane Jacobs’a, Henri Lefebvre’den Gilles Deleuze’e uzanan bir zihinsel yolculuğa çıkarak, bir kent okuması yapmama yol açtı. Bu zihinsel yolculuk, SoHo, NoHo, Little Italy, Chelsea sokaklarında küçük mimari dokunuşlarla yaratılan kontrastın bitmez tükenmezliğine eklemlenerek çoğalan bir düşünce ve duygu sarmalına dönüştü. Burada, geçmişin mimarlık diliyle bugünün mimarlık dili arasındaki çelişkinin tasarıma yansımalarına rastlamak; küçük müdahalelerin büyük değişimlere yol açabileceğine tanık olmak olası. Hafızayı sürekli devingen kılarak orada olmanın hazzını arzuya dönüştüren gücün kaynağının bu olgu olduğu düşünülebilir. Bu gücün, bir zamanlar çöküntü bölgesi olan yerlerin yeniden canlanması için hayata geçirilen taktiklerden biri olduğu söylenebilir. Sözgelimi Chelsea’yi yeniden canlandırma projesinin bir uzantısı olan HighLine projesi, kendiliğinden organize olabilen farklı oluş tarzları yaratmasıyla, kent-kentli ilişkisinde ayartıcı bir güce sahip. Ortaya çıkan ilişkisel deneyimde baş dönmesine neden olabilecek bir sapma, karşıtlık, tutarsızlık, kentliyi gerçeklik ile yanılsama arasında düelloya davet ediyor. Benzer şekilde, Times Square, Columbus Circle, Washington Square gibi birçok kamusal alanda da gerçek görüntü ile sanal görüntü arasında yaratılan yanılsama oyunları, kentliyi, kentsel deneyimi çekici kılan ‘arzu mimarlığı’nın kucağına düşürür. Bu bağlamda büyülenme ve baş dönmesi yaratan bir tür mutluluk vaadi olabilen ‘arzu mimarlığı’, Koolhaas’ın Delirious New York adlı kitabında[7] belirttiği gibi, paradoksal unsurlarla beliren kentsel deneyimin dayanılmaz çekiciliğine işaret eder.

 

 

Chealsea HighLine projesi, ortaya çıkış kadar koyboluşun da izlerini taşır. Yeniden beliriş sürecini kendinden organizasyonlu bir süreçle gerçekleştirmiş olmasından dolayı, çevresine sinerji yayan bir kentsel peyzaj düzenlemesi. Bir zamanlar New York’un terk edilmiş çöküntü bölgesi olan Chelsea’de, yükseltilmiş eski bir demiryolu hattı üzerine yeniden tasarlanmış kamusal peyzaj deneyimi,[8] “zaman, içinde bulunduğumuz an mı, yoksa içine gireceğimiz boşluk mu?” sorusunu sorduran bir mekânsallık yaratıyor. HighLine projesi, bir çöküntü bölgesinde küçük dokunuşların, kendiliğinden oluşan büyük değişikliklere nasıl yol açabileceğini keşfetmek açısından, çoğul kent okumaları bağlamında ufuk açan bir ilişkisel deneyim sunuyor. HighLine, ezber bozan bir proje. Bilinen tasarım ilkelerini tersine çeviren mekânsal düzenlemeleri ve bu şekilde yaratılan kentsel boşlukları deneyimleme olanağı sağlıyor. “İnsanı özgür kılan mekân nasıl olmalı?” sorusuna yanıt bulabileceğimiz bir tasarım anlayışıyla, farklı mekânsal arayışlara yönelik nişler yaratıyor. HighLine üzerinde ilerlerken, insanı bugünden geçmişe götüren izler, tekrar bugüne geri getiren enstantaneler, sıradışı bir deneyime yol açıyor. Detaylarda ve bütündeki iç içe geçmeler, çevreyle kurulan ilişki ve diyalog, heyecan verici, dinamik bir deneyim sunuyor. HighLine, yaşayan, canlı bir kamusal alan olmanın ötesinde, terk edilmiş binalarıyla ıssız bir bölge olan Chealsea’yi kendinden organizasyonlu bir organizmaya dönüştüren, canlandıran önemli bir potansiyel olarak da düşünülebilir. Terk edilmiş binaları yıkmadan yapılan küçük müdahaleler, hatta bazı noktalarda ciddi müdahaleler, müthiş bir denge içinde bir çokluk uzamı yaratıyor. HighLine’ın yanıbaşında yeniden canlanan Chelsea Market, çağdaş bir koruma, restorasyon örneği olarak sıradışılığı ile insanları etkiliyor olmalı ki, hep cıvıl cıvıl. Çoğul kent okumasının koşulu olan algısal muğlaklık, Chelsea’de farklı anlam katmanlarının; zaman, mekân, kültür, malzeme, gündelik hayat tarzının iç içe geçmesine neden oluyor; bulanık bir ortam yaratıyor. HighLine ve yakın çevresinde kameram ile çıktığım zaman-mekân yolculuğu boyunca anlam çokluğu içeren, birden çok kodu olan mimarlığı birarada ‘anlama’nın muğlak algının süzgecinden geçmesi gerektiğine tanık oluyorum. Her anlam katmanının bir diğerini görünür kılacak şekilde, zıtlıklar yaratarak belirmesini sağlayan muğlaklık, bir tür mekân sarhoşluğu yaratarak deneyimlenen ‘arzu mimarlığı’nın kodlarını çözmeye yardımcı oluyor. Bir zamanlar kentin gıda deposu olan antrepoların, ulaşım ağının çağdaş yaşamı içine alan kendinden organizasyonlu canlı bir organizma olarak kendini yeniden sunmasıyla, tek bir koda indirgenen ‘mekân’ yerine, çok kodlu muğlak bir kavram olan ‘mekânsallık’[9] deneyimi arasındaki fark birden apaçık beliriyor.

 

 

Aylak kentsel deneyimi Boston’da yaşatan yerlerden biri de, “çokluk uzamı” yaratan Copley Meydanı. 1972’de inşa edilmiş olan John Hancock Tower, bu ince, zarif, 60 katlı I. M. Pei binası, burada önemli bir odak oluşturuyor. Trinity Kilisesi ve Boston Kütüphanesi gibi 19. yüzyıla ait iki binanın hemen yanı başında gökyüzüne süzülen bu bina, kentliye nerede olduğunu anımsatan bir işaret. Bu binaların, karşıtlıkların birarada, muğlak bir uyum/uyumsuzluk içerisinde, birbirlerinin varlıklarını tehdit etmeden, yan yana var olabilmelerinin, ilişkilendirilmelerinin çarpıcı bir örneği olduğu söylenebilir. John Hancock Tower, belirli bir mesafeden güneşli ve bulutlu havalarda sürekli devinen gökyüzüne ait bir nesne gibi algılanan; yakından bakıldığında ise, kentin sanal bir parçası haline gelen bir arzu nesnesi adeta. Uzaktan yaklaşırken bir anda beliren, sonra aniden kaybolup tekrar beliren yansımalar, muğlak bir deneyim hissi ile –muğlak olanı netleştirme arzusu ile– insanı kendine çeken bir algısal güce sahip. Copley Meydanı’nda beliren tüm paradoksal unsurlar, bir diğerini görünür kılma yarışında. Ezilmişlik ve yücelik duyguları, burada tuhaf bir şekilde birbirini tetikliyor. Algısal muğlaklık yaratan tüm paradoksal unsurlar, gerçek hayat deneyiminde var olan çelişki ve karmaşayı yeniden yaşamamıza neden oluyor. Paradoksal durumları çekici kılan şey, karmaşa ve çelişkinin kendine özgü bir düzen algısına yol açması, keşfetme duygusunu tetikleyen, alışılmışın dışında yeni bir deneyim sunması. 

Bugün mimalık daha çok gerçeklik düzleminde tartışılıyor. Bir yandan toplumsal/kamusal üretim niteliğini sürdürürken; diğer yandan da kişiselleştirme, markalaştırma çabalarının odağı, küresel değerlerin uzantısı. Görüntü takıntısı olan arzu toplumu içinde yaşadığımızı iddia eden David Harvey’in penceresinden, mimarlığın hakikat/gerçeklik ve görüntü ilişkisini yeniden düşündüğümde Boston, çoğul okumalara olanak tanıyan bir algısal muğlaklık olarak beliriyor. Akıl-beden-mekân ilişkisi yardımıyla çoğul okuma yapma olasılığı sağlayan kentsel boşluk ve onun sunduğu algısal muğlaklık; bir kaybolma ve yeniden bulma oyununa dönüşüyor. Söz konusu kentsel dinamikler, özgün, çekici, canlı bir yer imgesi ile bellek oluşturuyor. Bu açıdan bakıldığında, modern kentin uzamı, ‘gönül gözü’ne görünen uzamdır.  

 

 

Kentlinin kentle ilişkisi, algısal muğlaklık yaratan durumların farkındalığıyla çoğul okumaya dönüşür. Bu açıdan bakıldığında, aylak ve muğlak kent deneyimlerinin, bir mimarlık bilgisine dönüşebileceği söylenebilir: bir tür mimari dürtü veya mimari tavır arayışı. Sezgi yoluyla elde edilen bilgiyi varlık bilgisine dönüştürmek, ya da tam tersi, varlık bilgisini sezgisel bilgi süzgecinden geçirmek için, deneyim yoluyla elde edilen bilginin katkısı oldukça fazla. Bu nedenle, öze ait bilgiyi özle birlikte varlık kategorisine geri koyabilmede, deneyimsel bilgi önem kazanıyor. Mimari dürtüyle beliren ‘farkındalık’, aslında gündelik toplumsal yaşamın parçası ve geniş kapsamlı bir uygulaması.

İndirgemeden, bütüne hâkim olma çabasında, tüm paradokslarla baş edebilmek için, mimarlığın ontolojisini epistemolojiyle birarada düşünmemizi sağlayan fenomenolojinin alanına girmek durumundayız. Merleau-Ponty’de fenomenoloji[10], hem özün bilgisi, hem de özü varoluş içine yeniden yerleştiren bir felsefe. Dış dünyayla algısal, düşünsel temasımızın doğasını betimleyen bir yöntem. Algının fenomenolojisi, -hem algının hem de bilincin özü olarak- deneyim yoluyla elde edilen bilgiyi, ontoloji ve epistemoloji arasında bir yerde konumlandırır. Slavoj Žižek’e göre[11], öznenin bakış açısındaki “epistemolojik kayma”, daima nesnenin kendisindeki bir “ontolojik kaymayı” yansıtır. Bu anlamda bir yansıma, Kartezyen ikilemin en temel ikilisi olan ontoloji ve epistemoloji arasında bir gerilim yaratarak, bilginin her koşulda nasıl değişebileceğini, nasıl eklenerek çoğalabileceğini düşünmenin yollarını açar. Söz konusu gerilim, Kojin Karatani’nin “paralaks”[12], Žižek’in ise “paralaks boşluk”[13] olarak tanımladığı yarıkta, arada gerçeklik, muğlaklık, algısal muğlaklık olarak belirir.

Bu kuramsal çerçeve içinden bakıldığında, kentlinin kentle kurduğu ilişkide ortaya çıkan bilgi, gerçeklik düzlemindeki olası durumları açıklar. K. Michael Hays’in yazının başında da bahsedilen kitabı: Architecture’s Desire [Mimarlığın Arzusu][14]; temsil konularının tartışıldığı bir alan olarak mimarlığın kültürel statüsü üzerinde durur. Mimarlığı bir bina sanatı ya da bir meslek olarak düşünmenin ötesine geçer; gerçeklik tartışmasının odağına yerleştirir. Toplumsal düzenin sınırında yer alan süreçler ile buna işaret eden simgeler âleminde mimarlığın konumunu, yetki alanı içinde aracılık etmesi anlamında, tartışmaya açar. “Mimarlığın arzusu”nu ortaya çıkartmak için bir tür mimari dürtü ve mimari tavır arayışı ile yeni görme, düşünme biçimleri geliştirmek gerektiğine dikkat çeken Michael Hays, felsefî tutkuları, beklentileri olan uygulamalı mimarlığın bir ânını keşfetmeye çalışır. Mimarlığın ontolojik sınırlarında dolaşan kavramların üretimine öncelik veren günümüz mimarlığını, yaşam pratiğine geri dönmeye yönelen bir geç avangard tavır olarak tanımlar. Ve geç avangard mimarlığın ancak deneyim yoluyla anlaşılabileceğinin, ancak deneyimsel bilgi olarak aktarılabileceğinin altını çizer. Eleştirel kuramın araçlarını Lacan’ın imgesel-simgesel-gerçek üçlemesi üzerinden tartışmaya açan Hays, mimari pratiğin terimleri ve sorunlarıyla özgün bir mimari arzu kuramı oluşturur. Çağdaş mimarlığın gerçekliğini tersyüz eden Koolhaas ve Tschumi’nin, yeni gerçeklik kavrayışını açığa çıkarmak için nasıl da daha gizemli olan ve elle tutulamayan boyutlarla mimarlığın bilinçaltına, metafizik güçlerle denge arayışına giriştiklerine dikkat çeker.

 

Son Söz

Bugün mimarlığın gizemine, büyüsüne, hayal gücüne ait kaybolmuş varlık karakterini yeniden canlandırmak için algısal muğlaklık, mekânsal derinlik, hareket eden ardışık düzen, doğrusal olmayan ilişkiler, içkin davranışlar, oluş ve bunlar gibi çelişki oyunları öncelik kazanıyor. David Harvey, Umut Mekânları kitabına Balzac’tan bir alıntı yaparak başlar: “Umut, arzulayan bellektir.”[15] Aylak ve muğlak kent deneyimiyle bellekte beliren algısal muğlaklık, netleşme umudunu bitmez tükenmez bir devinime sokar. Arzu uyandıran algısal muğlaklık, arada oluş, bireysel elementlerin netliğini kaybetmeye başladığı an, nesnelerin algısal alanda kesiştiği, birbirini görünür kıldığı an olarak tanımlanır. Arada oluş/aradalık[16], aslında her şeyi bir araya getirebilme olanağı sağlayan bir zemin olarak düşünülebilir. Bu açıdan bakıldığında muğlaklık, muğlak olma olasılığı olan netlikle ortaya çıkar. Kent ve kentli, bedensel deneyimle –akıl-beden-mekân ilişkisi içinde yönelmişlik diyalektiğiyle– içe içe geçerler. Bu diyalektik hareket sadece yaşanmış zamansallık-mekânsallık yaratmaz, aynı zamanda birbirinden ayrılmaz çoklu anlam katmanlarıyla çoğul okumaya yol açar. Mekânsal-zamansal muğlaklıktan kaynaklanan sarmal ilişki içinde ilerleyen bu dinamik bedensel mekânsallık, anlam dünyamızın sınırlarını genişletirken orada olma arzusu uyandırır. Geçmiş, şimdi ve gelecek, bu muğlak devinimin birbirinden ayrılmaz zamansal boyutlarıyla, olay örgüsünü okumada kentliyi özgür kılan, kentlinin kendi var olma potansiyelini keşfettiği andır. Bu bağlamda mekân, içinde nesnelerin düzenlendiği fiziksel bir kurgu olmaktan çok, deneyimin bir formu olarak tanımlanabilir. Aylak ve muğlak deneyimde, mekân içindeki nesneler, bunlar arasındaki ilişkileri algılayan öznenin deneyimiyle ortaya çıkarlar. Algı, her bilinç eylemini yönlendiren deneyimin arka planı, zeminidir. Bilinçli olma hali, düşünceyi içerdiği gibi duyumsamayı da içeren paradoksal bir süreçtir. Dikkatimizi canlı tutan şey, duyumlara dayanan görsel ayrıntılar; ilgimizi canlı tutan şey de o çevrenin bizdeki görünüş şekli, yansıması, ruh halimize uygun olmasıdır. İçinde bulunduğumuz çevrenin bir parçası haline gelebilmek, kendi dışımıza çıkmak, bütünü görebilmek, onun şiirselliğini yakalayabilmek için aylak ve muğlak deneyimler çeşitlenebilir. Bu denemenin son sözü, mimarlığı çekici kılan şeyin bir özgürleşme dürtüsünden kaynaklandığı, bunun da bir tür ‘arzu mimarlığı’ olduğudur.[17]

 

 


[1] K. Michael Hays, Architecture’s Desire, Reading the Late Avant-Garde (Cambridge, Ma.: MIT Press, 2010).

[2] “Reflexivity”, özne nesne dolayımının yansıtmacı düşünme biçimini anlama yolu; diğer bir deyişle düşünce duygu sarmalında varlığın bize belirmesi, içsel zorunluluklar ile dış dünya arasında gerilimi yansıtan “düşünüm” olarak çevrilebilir. Merleau-Ponty’ye göre “özne nesne ayırımının algıdaki doğum anına dönme” olgusunu yansıtan bir dizi anlam katmanı içeriyor; algıda hem nesneyi hem kendini yansımalar ilişkisi içinde görebilmek.

[3]  Maurice Merleau-Ponty, Phenomenology of Perception, çev. Colin Smith  (London: Routledge &Kegan Paul, 1981)

[4] Umberto Eco, Açık Yapıt, çev. Y. Şahan (İstanbul: Kabalcı,1992).

[5] Vizörden bakarak yaptığım kent okumaları sırasında kendimi keyifli bir bilgi alışverişine çıkmış kameralı flâneur olarak, farklı bir aylak konumunda hissederim. Hiç video çekmedim, denemedim, ancak fotoğraf çekmenin, fiziksel olarak anı dondurmanın zihinsel olarak zaman-mekân yolculuğunu tetiklediğini, algı ve düşünme sarmalında keyfince sürtme olanağı verdiğini düşünüyorum.

[6] Gilles Deleuze, Bergsonculuk, çev. Hakan Yücefer, (Otonom Yayıncılık, 2010).

[7] Rem Koolhaas, Delirious New York: A Retroactive Manifesto for Manhattan, (The Monacelli Press, 1997).

[8] Kamusal peyzaj projesi yerine, esas amacının deneyim tasarlamak olduğunu hissetiren bir yere dönüşmesi ön plana çıkmış. Bu nedenle, ‘kamusal peyzaj deneyimi’ ile vurgulanmak istenen bir süreç. Bu süreçte tasarlanan yer, algılanan yere dönüşüyor ve algılayan özne ile empatik ilişki beliriyor. Bir yere canlılık getiren bu sürecin tasarımına bugün ‘deneyim odaklı tasarım’ deniliyor.

[9] Steven Holl “mekânsallık” terimini deneyim üzerinden açıklar: deneyim, öznenin mekânı tüm kodlarıyla bir arada, algısal muğlaklık süzgecinden geçirme, keşfetme sürecidir. Holl, algılanan dünyanın birincil koşulu olan ‘mekânsallık’ vurgusu ile güncel mimarlık uygulamalarında ‘deneyime geri dönüş’e dikkat çeker.

[10] Bknz.: Maurice Merleau-Ponty, Phenomenology of Perception, çev. Colin Smith  (London: Routledge &Kegan Paul, 1981).

[11] Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, çev. Erkan Ünal, (Metis Yayınları, 2010).

[12] Kojin Karatani,, Transcritique On Kant and Marx, çev. Sabu Kohso, (MIT Press, 2005).

[13] Bkz. Slovoj Zizek, “Mimari Paralaks” (Ahir Zamanlarda Yaşarken)

[14] K. Michael Hays, Architecture’s Desire, Reading the Late Avant-Garde (Cambridge, Ma.: MIT Press, 2010).

[15] David Harvey, Umut Mekânları, çev. Z. Gambetti (Metis, 2008).

[16] In-between terimi, aylak ve muğlak kent deneyimi için anahtar bir kavram. Deneyimi transkritik bir yarıktan sürdürme, eşit mesafeden farklılıkları anlama olanağı sağlıyor. 

[17] Tüm fotoğraflar, Semra Aydınlı arşivinden.

skopdergi 2, flâneur, Arzu Mimarlığı, mimarlık