Arzu, dünyada insanları güdüleyen yegâne ilke, tanımaları gereken biricik efendi…
André Breton[1]
‘Arzu’nun, kimi dillerdeki karşılığı desiderio, deseo, désir, desire sözcüklerinin ortak kökü, Latince desidero. O da de + sidus’tan türüyor. Anlamı “yıldızlardan”.[2]
Arzu, kökeni dolayısıyla, ötelerden gelen; ötelerde olan parlak, ışıklı şeye duyulan güçlü istek. Kendin olmayana, kendinde olmayana duyulan özlem. Düşlerle, hayallerle, hülyalarla, hazla ilintili. Ve eksikliklerle, korkularla, kaygılarla…
“Sınırlar ve Ötedeki Yıldızlar” dediğimizde, bilgileri, anlamları, algıları birarada tutan sınırlardan söz ediyoruz. Mesela disiplinlerin sınırlarından. Ve sınırı, denetlenen bir hat olmak yerine, ilişkilerin yaşandığı; iç içe geçmelerin, üst üste binmelerin gerçekleştiği; yeni anlamların türediği yaratıcı bir alan olarak düşünüyoruz. Dolayısıyla, sınırların geçirgenliğine, muğlaklığına; bilgilerin, anlamların, algıların sınırın bir tarafından öteki tarafına kaymasına, sızmasına değinmek istiyoruz. Diğer taraftakine duyulan arzuları önemsiyoruz. Arzunun, “ötedeki yıldızlara” uzanan anlamı bize şiirsel bir başlangıç gibi görünüyor.
Arzu Mimarlığı
Skop Dergi’nin bu ikinci sayısının başlığı: Arzu Mimarlığı. Burada ‘mimarlık’, mimarlık disiplinini ve onun ürünü olan mimarlık nesnesini ifade ediyor. Her disiplinin koruyup denetlediği sınırları var; kendi içine kapanan düşünme ve yapma biçimleri var. Biz de mimarlığı bir yandan kendi bütünlüğünü korurken, bir yandan da inşa ettiği yapılarla dünyayı düzene sokarak bütünselleştirmek isteyen bir disiplin olarak görüyoruz. Bunu sağlamak için kullandığı bir otoritesi olduğunu varsayıyoruz. Ama aynı zamanda biliyoruz ki bütünlük de, bütünselleştirme de yanılsamadan ibaret.
Korunan sınırların içindeki ‘bütün’ aslında bütün değil. Eksiklikleri var. Tamamlanması için kendi normlarının, yasalarının, kurallarının, hiyerarşisinin ötesine yönelmek zorunda. Başka disiplinlere ait bilgilere, yöntemlere, ürünlere ulaşmak zorunda. Ayrıca, dünyayı ‘bütünsellik’ sunan bir yer olarak örgütlemek de mümkün değil. Düzene sokulmaya direnen özneler var: Mimarlığı kullanarak dönüştüren ikâmetçiler ile kök salmamakta ısrar eden gezginler, göçebeler, hayalperestler var. Onların denetlenmeye gelmeyen öznellikleri, duyusallıkları, bellekleri, düşleri var. Bedenleri var. Dolayısıyla, disiplinin korunduğu sanılan sınırları, aslında korunamıyor. İyi ki de korunamıyor.
Sınırlarda açılan kimi gediklerde mimarlık, başka disiplinlerle kaynaşıyor. Sanatın, felsefenin, edebiyatın, sinemanın, fotoğrafın mimarlıkla kesişen üretimleri, bu disiplinlerin her birine başka gözle bakmayı sağlıyor. ‘Disiplinleri’ çözüyor. Otoriteleri sarsıyor. Dışarıda bırakılanları, düzene sokulmaya direnenleri içeri alıyor. Başka özneler ve nesneler ile kusurlara, boşluklara, yarılmalara, fragmanlara yer açıyor. Mimarlık söz konusu olduğunda, bu kesişmeler onun bütünlüğünün yanı sıra, sağlamlık, bitmişlik, yenilik, kalıcılık, kusursuzluk gibi savlarını sarsıyor.
Bizce sınırların ihlali arzuyla ilişkili. İçeriden dışarıya ulaşma ve dışarıdan içeriye yansıma arzusuyla. Yıldızların şiirsel diline dönerek farklı biçimde söylersek, hem sınırların ötesindeki “parlak, ışıltılı şeylere” –yani yıldızlara– yönelen şey arzu; hem de yıldızların sınırların içine düşen ışığı...
Arzu Mimarlığı derken, mimarlığın akılcılığına, işlevciliğine, denetimciliğine meydan okuyan; sınırlarını aşan ve bozan; orada yaratıcı alanlar açan söylemlerle pratiklerden söz ediyoruz. Sayı kapsamında biraraya getirdiğimiz yazılar bunlara odaklanıyor. Yaftalaması kolay olmayan, sınıflandırmaya gelmeyen üretimlere bakıyor. Dolayısıyla, ezber bozmaktan, nüfuz etmekten, altını üstüne getirmekten, ters yüz etmekten söz ediyor.
Bu sayıda, hayalle hakikatin arasında gidip gelerek, kurulmuş yapıları bozan, yeni dünyalar kuran Piranesi var. Bir gezginin, bilinen zaman ve mekân duygusundan bağımsız, düşsel kentlere pusulasız yolculuklarını anlatan Italo Calvino ile göçebeler için derme çatma, geçici, değişken, kurmaca kent temsilleri üreten Constant var. Onların kurguladığı sonsuz labirentler var. Babil Kulesi ile Yeni Babil var. Mimarlığın sabit anlatılarının yerine, ötekiliği, başkalaşımı, kesintisiz bir oluş halini koyan Derrida var; Deleuze ve Guattari var. Rasyonel, işlevci mimarlığın, sermayeci sistemin, evi içinde yaşanılacak bir makineye, bir tüketim nesnesine dönüştürmesini eleştirirken, mimarlığı sanata kaynaştıran Gordon Matta-Clark, Rachel Whiteread, Cornelia Parker ile bir türlü kurulamayan endüstri ürünü evi sessiz filminin konusu yapan Buster Keaton var. Mimarlığı hayallerde ortaya çıkan düş imgeleri olarak gören sürrealistler; onu “hayatı dönüştürmenin bin yolu üzerine deney yapmanın aracı” haline getiren sitüasyonistler var.