Kentlerle ilişkimiz rüyada olduğu gibidir: hayal edilebilen her şey aynı zamanda düşlenebilir, oysa en beklenmedik rüyalar bile bir arzuyu, ya da arzunun tersi bir korkuyu gizleyen bilmecedir. Kentleri de rüyalar gibi arzular ve korkular kurar; söylediklerinin ana hattı gizli, kuralları saçma, verdiği umutlar aldatıcı, her şey, başka bir şeyi gizliyor olsa da.
Italo Calvino[1]
Yaratıcı süreçler kaybolmayı gerektirir; sınırsız düşünce ve düşleme eylemini, yeni varsayımların inşasını ve özgürce üretken bir yolculuğa çıkabilmeyi, zamanda kaybolmayı gerektirir ki her seferinde yeni bir bilinç oluşturulsun. Çıkılan her yolculukta, ‘toplayıcı bellek’[2] bir yanda bireyin yaşamının geçtiği kentlerini, bir yandan da zaman ve mekândan bağımsız hayali kentleri biriktirir. Böylelikle kentsel deneyimin en temel biçimi olan yolculuklarda gezgin, anıları ve arzularıyla yol alır; oyunlarla kendi mekânsal hikâyelerini kurar. Aylak yürüyüşlerinden toplanan parçalar, belleğinden kopup gelenler ve anımsananlarla, akılcı kente bir tutam oyunsu iz bırakır. Böylelikle “hareketliliği göçe dayalı metaforik kent, planlı ve okunur kentin metninin içine nüfuz eder.”[3]
Kentte gezinen adımlar, anında belirlenen rotalar ile kentsel mekânı yeniden biçimler. Gezgin, bir doğaçlama ve işgal eylemi olarak deneyimlediği yolculuğu ile her mekânsal göstergeyi başka bir şeye dönüştürür, kişisel atlaslar oluşturur. Mekânın olanakları ve sınırları, gezgin tarafından buradalık ve şimdilikle var edilir. Haritanın temelini de bu rotalar ve bu rotaların deneyimi oluşturur ve haritalar her yolculuğun doğal güncesi, günlüğü sayılabilir. Dolayısıyla haritalar yapılır mı yoksa yazılır mı?
Bu bağlamda, mimarlığın hikâyeler ya da haritalar gibi kurulan, bazen ilgisiz öğeleri bir araya getiren ya da bir arada tutabilen yanına değinmek, gündelik hayatın içindeki anlık deneyimlerin kentte nasıl bir kolaj olduğunu, kentin nasıl anlamlandırıldığını tartışabilmek önem taşımaktadır. Akılcı, işlevsel, yönlendirici, denetimci düzene sahip geçmişin ve bugünün kentinde ‘ütopyacı’ gezginlerin anıları ve arzularıyla içlerinden geldiği gibi oyunsu yaratıcı bir yolculuğa çıkması; üretici/ yaratıcı/özgür bir kentsel yaşamı teşvik eden mimariye ve kentsel çevrelere dair mekansal önermeler yaratabilmesi için… İnsanın unuttuğu varoluşsal benliğine dair tinsel yolculuklar için…
Tıpkı New Babylon ve Görünmez Kentler’de düşlendiği gibi.
Her gün kentin belleğine gerekli gereksiz, renk renk, kelime kelime, büyük küçük, anlamlı anlamsız, uzun kısa, amaçlı amaçsız düşler asmak. Kişisel deneyimlerin getirdiği rotaları, izleri ve imgeleri yan yana dizmek. Farklı dizilişlerin, bir araya gelişlerin bir kolaj bütünü oluşturmasını sağlamak ve kurmaca kenti parça parça örmek, bütünlemek. Kolaj tümceler, kolaj kelimeler kurmak, kolaj öyküler yazmak, kolaj imgeler, kolaj yaşamlar yaratmak, kolaj evrenler düşlemek. Düşleyip bozmak ama her defasında bozup yeniden ve yeniden, tekrar tekrar yapmak... Parçalardan yola çıkarak bütünü kurmak...
Bu açıdan bakıldığında Prometheus, Epimetheus ve Menoitios’un kardeşi, Titan İapetos’un dev oğlu Atlas; var olduğunu hiçbir zaman unutamayacağı bir ağırlığın altında, omuzlarında aslında sadece gök kubbeyi taşımıyordu. Taşıdığı yük, fiziksel bir kürenin, karaların ve denizlerin, yükseltilerin ve derinliklerin, yerin ve göğün, dünyanın çok ötesinde, yeryüzünün aksine, ‘göksel bir kürenin’ aynı zamanda kozmik ve hermetik evreniydi.
Ve dolayısıyla Atlas; yeryüzü ve üzerinde yaşanmışlıklar, geçmiş ve anılarla olduğu kadar arzular ve hayaller, düşler ve düşlenenler, gece ve gündüz, simya ve yer altı, gelecek ve ütopyalarla da yüklüydü.
“Atlas zorlu bir baskı altında kaldı:
Dünyanın bittiği bir yerlerde,
Güzel sesli akşam perilerinin karşısında
Dimdik ayakta tutuyor göğü
Başı ve yorulmaz kolları üstünde.
Akıllı Zeus’un ona ayırdığı kader bu.”
Hesiodos[4]
“Bol ağaçlı bir ada, içinde bir Peri,
Kara yürekli, uğursuz Atlas’ın kızı.
Bu Atlas görür denizin bütün uçurumlarını
Ve koca direkleri omuzlarında taşır,
Yeri göğü birbirinden ayıran direkleri.”
Homeros[5]
Okuma Tarihi’nin yazarı Alberto Manguel de, Gianni Guadalupi ile yayına hazırladığı Hayali Yerler Sözlüğü’nde, birkaç bin yıllık yazın tarihinde Çin’den Peru’ya bütün dünyaya ve bütün çağlara uzanan kurmaca kıtaların, adaların, ülkelerin ve denizlerin tuttuğu yerin, hayali bir evrenin uçsuz bucaksız büyüklüğünü gösterir.[6]
Peki ya hepsinden hareketle tamamen hayal ürünü bir yeryüzü haritası, bir küre atlas düşlenemez mi?
Yerkürenin Suretleri 1 / a. Babil Dünya Haritası, MÖ 600 civarı. Bu harita çepeçevre bir okyanus içinde yaşanan dünyayı göstermektedir. b. Borgia veya Tavola di Velletri’nin Dünya Haritası, 1430. c. Ebstorf Haritası, 13.yy. d. Hereford Haritası, 13.yüzyıl e. ? f. El İdrisi’nin Dünya Haritası. g. Avrupa’nın en eski haritası, Imitating Map of Mamun. h. Bilinen en eski Türk haritası, Kaşgarlı Mahmud’un eseri Divan-ı Lügati’t Türk’ten, 1072. i. Ptolemy’nin Dünya Haritası, imitasyon.
Haritada Bir Yolcu: Yollar, Yolculuklar, Haritalar ve Atlaslar
Michel de Certeau, The Practice of Everyday Life kitabında, kent üzerinden ‘hikaye kurucu mekânsal pratikleri’ arar.[7] Certeau, mekân kurucu bir eylem olarak yürüme eylemini ve yolculuk etmeyi ele alır, bunun kentin mekânsal coğrafyasına yansımasını bir takım rotalar ve bu rotaların oluşturduğu haritaların şekillenişi üzerinden tartışır.
Certeau’ya göre, kartografinin bir bilim olarak ortaya çıkmasından önce yapılmış haritalar çoğunlukla, yapılan bir yolculuğun görsel bir günlüğünden başka bir şey değildir. On beşinci yüzyıldan on yedinci yüzyıla uzanan bir süreçte kartografinin bilimsel bir konum almasıyla, haritalar o güne kadar kendilerini mümkün kılan rotalardan uzaklaşır.[8] Öklid geometrisi etkisinde soyut mekân tanımlarına yer vermeye başlarken, üzerlerindeki anıları, canlandırıcı öğeleri, yaşanmışlıkları, aranıp ulaşılanları yavaş yavaş atar. Sahip olduğu bilgileri sadeleştiren ve soyuta indirgeyen bir ifadeler bütününe dönüşür.
Örneğin, Ptolemy Coğrafyası’nda veya on dördüncü-on sekizinci yüzyıllarda denizcilerin kullandıkları portolan ve deniz haritalarında olduğu gibi, bir kısmı gözleme, bir kısmı ise geleneksel kaynaklara dayalı olarak üretilen bu haritalar artık enlem ve boylama sahip kürenin düz çizgileriyle kusursuz bir şekilde kâğıda aktarılma deneyimini ifade eder. Dünyanın en inandırıcı, en sahici ve en hakiki görünüşleri olarak Keşifler Çağı’nın bilimsel temelini oluştururlar. ‘Yanlışsız konum ve rota’ belirlemeye olanak veren bu yer küre izdüşümleri, pusula doğrultuları çizgilerle belirtilmiş, uzaklıkların işaretlendiği, dereceler, denizler, nehirler, yerleşim yerleri ya da dağlar gibi yerkürenin fiziksel özelliklerini betimleyen geometrik suretlerdir.
Yerkürenin Suretleri 2 / a. Berlinghieri, 1480 civarı. b. Portolan. c. Ptolemy’nin Coğrafya’sından. d. Ptolemy’nin Coğrafya’sından. e. Piri Reis, Kitab-ı Bahriyye, 16. yüzyıl ortası. f. Piri Reis, Kitab-ı Bahriyye, Dünya Haritası. g. Amerika Portolanı, 16. yüzyıl ortası.
Aynı dönemlerde ressamlar da kenti insan gözünün sahip olmadığı bir perspektifte çizer. Bu kente yukarıdan bakan tanrısal bir gözdür, birer tanrı atlastır. Resmedilen, kuş bakışı kent görüntüsü ve onun kente yabancılaşan ‘hayali bütün algısı’dır.[9] Tıpkı İstanbul’un on beşinci, on altıncı ve on yedinci yüzyılın seyyahlarına ait tasvirleri gibi.
Bu yaklaşıma karşıt bir öneri olarak, bireyin kent içindeki deneyimi düşünülebilir çünkü kentsel mekân aslında gündelik hayatın, adeta tüm yaşamın sahnelendiği enteraktif bir sahnedir; kişisel yolculukların, yaşanmışlıkların mekânıdır ve bu deneyim Ortaçağ’ın yolculuklarında ve rotalarında da vardır.
Ortaçağ’ın ilk haritaları, gezginlerin çizgisel rotalarının belirlendiği; durakların; içinden geçilen, konaklanan ya da kutsal alanlarında ibadet edilen şehirlerin; bu şehirlerde referans noktaları olan önemli yapıların dökümünün yapıldığı, uzaklıkların ise yürüyerek alınan mesafelere denk düştüğü zaman birimlerine göre hesaplandığı parşömenlerdir.[10] Böylece coğrafi bir imgeye mekân boyutunun yanı sıra, zaman boyutunun da katılmasıyla haritalarda işaretlenen, belirlenen yerler artık mekânların geçmiş öykülerini, yaşam pratiklerini de temsil etmeye başlar. Doğal olarak yolculuk, kişisel bir deneyime, seyyahın kendi rotasına bağlıdır. Bu çizimler yeryüzünün bilimsel/bütüncül belgelenmesinden ve evrenselin grafik bilgisinden çok, mekânlaştırıcı pratikleri irdeler. Her parşömen bir Aeneis’e, Gılgamış’a, İlyada ve Odysseia’ya, Plutarkhos’un Theseus’una, Argonautica’ya dönüşür.
On üçüncü yüzyıl Ebstorf ve Hereford dünya atlaslarında görülen garip resimler ve yaratıklar, Haçlı Seferleri’ne katılanlar tarafından anlatılan söylence ve abartmalardan yola çıkılarak haritaya aktarılmıştır.[11] 1430 tarihli Borgia veya Tavola di Velletri dünya haritası da yer kürenin fiziksel katmanlarından çok, yerlerin öyküsel örüntülerini anlatır.
Benzer şekilde Evliya Çelebi’nin on yedinci yüzyıla ait Nil Haritası ve Dicle-Fırat Nehirleri Haritaları da gerçek imgeleri resmetmekten çok, bir dizi gezi notu, odaklar ve ilkel mekân betimlemeleriyle ‘mito-poetik’ bir deneyimin izlerini taşır. Bu tabloya Boyer, on üçüncü yüzyılda üç Mezopotamyalı keşişin dünyanın sonunu, yani ucunu bulmak için yaptıkları yolcuğu anlatan dünya suretini ekler. Bu keşif yolculuğu, kulaktan dolma bilgiyle dünyanın bilinen ve spekülatif coğrafyasına, fakat bilinmeyen dünyanın ücra köşelerinde görünmeyen gerçeklerin ve söylencesel yerlerin hayali algısına; düşsel imgeler, anamoliler, boşluklar ve harikalarla dolu arazilerinedir. Giden kimsenin geri dönmediği bir yeri bulma arzusuyla başlayan, bilinmeze yapılan bu yolculuk, keşişleri, içinden geçtikleri hayali dünyaların bilinmedik ve gerçeküstü deneyimine götürür.[12] Tıpkı kişisel deneyimin ön planda olduğu, arzularını takip eden bireyin rotalarının bir kolajı olan Guy Debord ve Asher Jorn’un ‘psikocoğrafik arzu haritaları’ gibi.
Aynı şekilde, Eski Yunan’da bir coğrafyanın fiziksel olarak varlığı, o toprakların mitik yapılarla donatılmasına bağlıdır. Dünya kavramı ise insanoğlunun üzerinde yaşadığı topraklarla sınırlıdır. Harita kavramının yerine kullanılan ‘periodos ges’ yani dünya çevresinde yolculuk ise, üzerinde yürünen toprakların yazınsal bir haritasını, yürüyerek yapılan bir yolculuktan zihninde kalanları ya da söylencesel bir serüveni temsil eder.[13]
M.Ö. beşinci yüzyılda yaşayan Heredot, yerin şeklini oval bir düzlem varsayarak ve topladığı bilgilerle okuduğu kitaplardan yararlanarak bir dünya haritası çizmiştir. Heredot’un haritasında dünya üç büyük kara parçasından oluşur: Avrupa, Asya ve Libya.[14] Kaşgarlı Mahmut’un on birinci yüzyılda Divan-i Lügat it Türk adlı kitabına eklediği dünya haritasında sadece bildiği ve duyduğu bir dünyayı resmettiği görülür: Türkçenin değişik şivelerle konuşulduğu dünya bölgeleri. Tepsi gibi düz ve yuvarlak dünyanın üzerinde Orta Asya’nın büyük bir kısmı, Çin ve Kuzey Afrika vardır.
Yerkürenin Suretleri 3 / a. Evliya Çelebi, Dicle ve Fırat Haritası, 17. yüzyıl. b. Evliya Çelebi, Nil Haritası, 17. yüzyıl. c. Ortaçağ İngilteresi'ndeki Chertsey yerleşimi, 15.yüzyıl. d. Giovanni Francesco Camocio, İstanbul, 1566-1574. e. Heredot, Dünya Haritası, M.Ö. 5. yüzyıl. f. Thomas Artus, İstanbul, 1662. g. Vavassore, İstanbul, 1477. h. Thesaurus exoticorum, İstanbul, 1688.
Constant ile Calvino’nun Düşsel Atlasları
İnsana hatırlatmak istedikleri açısından New Babylon ve Görünmez Kentler, Ortaçağ kartografyasına yakın birer atlas olarak görülebilirler. Tek farkları, düşsel birer atlas olmaları belki de… Her ikisi de bilinen zaman ve mekân duygusundan bağımsız, bildik kentlerden uzak, hayali ve kurmaca kentler, keşfedilmeyi bekleyen rotalar, görünüp kaybolan ipuçları ve kentsel deneyimlerdir. Saate endeksli, dakik, programlı yaşamın hayatı otomatiğe alma durumuna kısa devre yaparak dünyaya, kente ve gündelik hayata başka türlü bakılabileceğini hatırlatma çabaları açısından çok önemliler: Zamanı ve zamanın hızlı akışını, bağımlılıkları unutmak, unutturduklarını hatırlamak, oyun oynayan insana geri dönmek, özgürleşebilmek ve yaratmak… Dolayısıyla ‘kentleri kent olarak yaşamanın zorlaştığı günlerde, yaşanmaz kentlerin’ kalbine birer yürüyüştür her ikisi de. ‘Geometrik rasyonellik ile insan yaşamlarının iç içe geçmiş yumağı arasındaki gerilimi’, üst üste düşemeyişini gözler önüne sererler.
New Babylon 1
Calvino’nun Görünmez Kentler’inde Marco Polo’nun çıktığı sonsuz yolculuk; Constant’ın New Babylon sakinlerinin sürekli hareketli olma, göçebe olma hali, düşlenen bu atlaslarda, sürekli yer değiştirme üzerinden kentsel deneyimin en temel biçimi olarak karşımıza çıkar. Hayali kentler ile arzulanan yolculuk, yerlerin ve rotaların bilgisini kör bir içgüdüsellikle var eder gezginin içinde ve yönsüzdür. Berrak, planlı, okunabilir, işlevsel, yönlendirici, akılcı ve tertemiz kentin haritası üzerinde hiçbir zaman tam olarak okunamayan ve okunamayacak olan başka bir metin oluşturur. Seyyahların gezilerinde de olduğu gibi, bu yolculuk, insan-biçimsel karakteri reddeden, geometriden arınmış bir bireysel ya da toplumsal yaşam kolajıdır. Yere ait hikâyesel örüntüler kişisel rota parçacıkları ve mekân dönüşümleri ile şekillenir. Kentsel mekân böylelikle iki kez örülür: birincisi fiziksel coğrafya ile; ikincisi ise bu coğrafyayı sarıp sarmalayan deneyim ve deneyimin bıraktığı yaşamsal/varoluşsal izler ile. Kent böylece arzularla ve bedenle yeniden biçimlenir.
Her iki yolculuk da bireyi, ‘üçüncü bir kentin olası sakinleri’ yapacak kente ve kentlinin arayışına götürür. Bir noktada ‘bellekte başlayıp metropollerde biten pusulasız bir yolculuğun güncesi’dir ikisi de; kurmaca kentlerin üzerinde değil, tam da içinde yolculuk etmek üzerinden.
Dolayısıyla da aynı patikadan yola çıkarak bu düşsel coğrafyada ilerlemek, ilerlerken kişisel bir rota oluşturmak ve bu rotada hayal edilen kentlerin mekân kurucu bileşenlerini kurcalamak bu yazıya rehberlik edecektir.
New Babylon 2
New Babylon
New Babylon projesi (1956-74), sanatçı ve belki de bir ‘hayalperest’ vizyoner mimar olarak nitelendirilebilecek Constant Nieuwenhuys’un yeni bir kenti ve o kentin sakinlerini anlattığı resimler, çizimler, kolajlar, ölçekli modeller, yazılar ve litografiler bütünüdür.
New Babylon, Constant’ın Paris’te çıktığı ‘flânerie’ turları sonrasında yaşadığı deneyimlerden ve Alba’daki Çingene yerleşimlerinden esinlenerek ortaya koyduğu yeni bir yaşam biçimidir. Çingene yerleşimlerinin esnekliğini, yapım tekniğini, derme-çatmalığını, geçiciliğini, değişkenliğini var eden öğeler ile sakinlerinin göçebe yaşam tarzlarını ve kültürlerini inceleyerek düşlediği yeni bir insan, yeni bir toplum [a ludic society / mass and free] ve yeni bir kenttir. İnsanın [homo faber] içindeki gerçek ve belki de ‘ilkel’ atalarına ait unuttuğu izlerin [homo ludens] dünya ile etkileşimini, dünya deneyimini günışığına çıkaran başka bir insan için başka bir şehirdir. İçerisinde insanın benliğini, kendi varoluşunu keşfettiği, hatırladığı yeni fakat sosyal bir mekân tahayyülü/ temsilidir.
Birey, saatin hükmettiği bir dünyadan bağımsız olarak tüm yaşamı boyunca zamanını istediği gibi kullanmakta, istediği yere gitmekte, istediği şeyi yapmakta, istediği zaman bu ağdan çıkmakta özgürdür. Yaratıcı, hareketli, özgür, maceracı ve oyuncu bir öznedir. İşten, aile yaşantısından, toplumsal sorumluluklardan muaftır. Mekân ve zamandan bağımsızdır. Bu da yeni bir kentleşmeyi beraberinde getirir. Tamamı yapay bir çevrede inşa edilmiş, pilotiler üzerinde yükselen, dinamik ve sürekli yeniden oluşturulan bu sonsuz geçici labirenti yeni göçebe insan, kendi ihtiyaçları doğrultusunda yeniden ve tekrar tekrar yaratır. Böylece kendi yaratıcılığını da oyunla keşfeder. Mevcut kentler üzerine yerleşen ağda boşluk yoktur, yaşam değiştiği anda o da değişir. İçinde çok yavaş bir akış ve devinim vardır. Süreklidir ve kentleri birbirine bağlar. Burada ise ‘yaşam hazdan geriye kalan’dır. Çünkü modern mimarlık ve kent ihmalkârdır; statik ve mekânizedir, ilişkileri koparır.[15]
Görünmez Kentler
Italo Calvino’nun 1972’de yazdığı Görünmez Kentler ise, tanıyamadığı için imparatorluğuna bir türlü sahip olamayan ve dünya yıkıma uğradığı için uçsuz bucaksız gücünün değerini kaybetmekte olduğunu anlayan Kubilay Han ile kendisine imkansız kentlere dair görünmez bir rota çizen ütopyacı gezgin Marco Polo’nun zaman ötesi yolculuğuna ait bir dizi gezi notudur. Düşsel atlaslarda yapılan yolculuklarda, satranç partilerinde sınanan bir kimlik, bir özgürlük arayışıdır. Belki de üzgün ve mutlu kentlerden yola çıkarak yazılmış ‘düşünceyle gidip görülen’, olmayan kentlerin öyküsüdür. Buradaki yolcu elli beş kente uğrar. Yol aldıkça da bir şeylerini yitirir. Yolculukların amacı, ‘mutsuz kentlerin içine gizlenmiş, sürekli biçim alıp yitirilen, biçimsiz mutlu kent imgeleri’ üzerinden insanları kentlerde yaşatan gizli nedenleri, değerleri keşfetmektir. Yolculuklar; anılar, arzular, göstergeler, takas ve gözlerin; isimler, ölüler, geçmiş, bellek, yeryüzü ve gökyüzü ile kurduğu ilişkide; sonsuzlukta, çoğullukta ve tarihsiz ama birbirine dönüşen bir zamanda parça parça kurulan kentleredir. Bu kentlerin sınırsızlığında, biçimsizliğinde dünya imgelemini değiştirecek, mevcut kentlere ve kentlerin inşasına başka başka şekilde baktırabilecek yepyeni ve çok eski yollar üzerinedir. Kentler ve insanoğlu arasında binlerce yıldır süregelen gerilimli ilişkinin düşsel kurgusudur.[16]
Arzulanan Coğrafyalar ve Hayal Kurucular
1950’lerden beri sorgulanıyor ama bugün de güncelliğini koruyan bir soru bu: Kent, kentli ya da kent mekânı kavramı bizim için ne anlama geliyor? Bu bağlamda Görünmez Kentler ve New Babylon geçmişte olduğu gibi bugün de gündelik yaşam pratikleri ile toplumsal mekânın üretimi arasındaki ilişkinin tekrar tekrar ele alınmasında kentsel yaşama ve mekâna dair önemli tartışmaları gündeme getiriyor. Çıkılan düşsel yolculuklarda, kentsel yaşamın bu kural tanımaz, ele avuca gelmez, dile dökülemez düşsel pratikleri, kurmaca hikâyeleri, kışkırtıcı önermeleri hayali rotalarla birlikte bilindik kent mekânını işgal ediyor. Alışılageleni dönüştürerek yerinden oynatıyor. Anılardan, geçmişten akıp gelenleri bir sünger gibi emiyor kent, ‘kolektif hafıza’sına kaydedip genişliyor. Böylelikle imler ve hatıralar ile rotalar üzerinde tekil öyküsel örüntüler yazılıyor ve mekân, yerin geçmiş hikayeleri ve kazandığı ‘mito-poetik’ içerikle bir harita-yazı olarak bir kez daha biçimleniyor.
İmgeler, Anılar, Kalıntılar
Anılar, 'toplayıcı bellek' ve coğrafyayı sarıp sarmalayan hikâyeler, kurmaca kentlerde önemli bir mekânsallaştırıcı öğe olarak karşımıza çıkar. Görünmez Kentler’de Marco Polo, Kubilay Han’a Zaira kentini şu şekilde anlatır:
“Merdivenli yolların kaç basamaktan oluştuğundan, kemer kavislerinin açı derinliğinden, çatıların hangi kurşun levhalarla kaplandığından söz edebilirim sana; ama şimdiden biliyorum, hiç bir şey söylememiş olacağım sonunda. Zira bir kenti kent yapan bunlar değil, kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir: bir sokak lambasının yerden yüksekliği ve orada idam edilen zorbanın sallanan ayakları ile yer arasında kalan uzaklıktır; o lambadan karşı parmaklığa gerilen ip ve kraliçenin geçeceği güzergâhı donatan süslemelerdir; parmaklığın yüksekliği ve şafakta onun üzerinden atlayıp kaçan gizli sevgilinin sıçrayışıdır. Bir saçağın eğimi ve aynı pencereye süzülen bir kedinin o saçak üzerinde kayarcasına yürüyüşüdür; burnun arkasından birden çıkıveren harp gemisinin toplarıyla çizdiği siluet ve saçağı yok eden bombadır; balık ağlarındaki yırtıklar ve ağları yamamak üzere iskeleye oturmuş, kraliçenin gayrimeşru oğlu olduğu ve kundağıyla, orada iskeleye bırakıldığı rivayet edilen zorbanın harp gemisinin hikâyesini yüzüncü kez birbirlerine anlatan o üç yaşlı adamdır.”[17]
Ya da hayallerin kenti İsidora’da gezginin yaşadığı dejavude olduğu gibi:
“Burada evlerin salyangoz kabuklarıyla kaplı merdivenleri vardır, en iyi dürbün ve keman burada yapılır, bir yabancı, iki kadın arasında bocaladığında, burada daima bir üçüncüsüne rastlar ve horoz dövüşleri burada bahisçilerin kanlı kavgalarına dönüşür. Bir kent arzuladığında hep bunları düşünürdü o. Onun hayallerinin kenti İsidora öyleyse: ama bir farkla. Düşlenen kent gençliğiyle içeriyordu onu; geç yaşta gelir İsidora’ya. Kent meydanında yaşlıların bir duvarı vardır: üzerine dizilir, gençliğin önlerinden gelip gidişine bakarlar; o da oturur aralarına.”[18] Kentlerin belleğinde ‘arzular birer anıdır şimdi.’”[19]
Ancak ne bellek, ne de anılar ayrılamaz arzulardan, çünkü yaşanan kente, algılanan dünyaya arzular biçim verir. Karadan ve denizden başka başka görünen Despina’ya bakan deveci, kenti yelkenli bir gemi gibi görür:
“Gökdelen tepelerinin, radar antenlerinin, rüzgârda beyaz, kırmızı, dalga dalga rüzgârgüllerinin, kurum kusan bacaların, yaylanın göğe değdiği çizgiden fırlayışını gören deveci bir gemiyi düşünür; bir kenttir bu, bilir, ama kendisini çölden alıp götürecek bir yelkenli gibi görür onu; (…) Denizci ise, kıyının pusunda, bir deve hörgücünün biçimini, sağa sola sallanarak ilerleyen iki benekli hörgüç arasında parlak püsküllü bir eyerin biçimini seçer, bir kenttir bu, bilir, ama hamudundan şarap tulumları, meyve şekerlemeleri, hurma şarapları, tütün yaprakları dolu torbalar sarkan bir deve gibi görür onu…”[20] Çünkü “her kent biçimini karşısında gördüğü çölden alır.”[21]
Calvino’nun hikâyelerinde yolculuk halindeki gezgin, kentsel deneyimini mitler ve hatıraların kentle kurduğu ilişki üzerinden, geçmişle birlikte, düşüncede geçmişin arkeolojisini yaparak yaşar. Geçmiş buradaki özgürlük arayışının vazgeçilmez parçasıdır: Yaşamak, düşlemek ve düşlerden geri kalanı hatırlamak.
Zamansızlık, Sonsuzluk, Çoğulluk
Aynı anılar ve ‘hatırlayan belleğe’ New Babylon’da rastlanmaz, sadece gelecekte bir şehir, bu şehirde de an, yaratıcılık, oyun ve arzular vardır. Her şey geçici, devingen ve değişkendir, dolayısıyla da anılar ve inşa edilen izler sürekli olarak silinir. Şehir her defasında sakinleri tarafından yeniden kurulur. Yere bireysel aidiyet yoktur. Babylon sakinleri hareketlidir, göçebedir. Çingeneler gibi ve hatta Constant’a bu özgür ve sonsuz dünyanın arayışında esin kaynağı olan Alba kentinin dağ eteklerinde mola veren Alba Çingeneleri ve onların yaşam biçimleri gibi. Onlar sahip oldukları bu özgürlüğü şöyle açıklar:
“Bizler sınırsız olmayan bir dünyanın, Orta Asya’nın bozkırlarından Atlantik sahillerine, Güney Afrika’nın yüksek platolarından Finlandiya ormanlarına herkesin engeller olmadan istediği yere gidebildiği ve silah olmadan sahip olunan özgürlükler dünyasının yaşayan sembolleriyiz.”[22]
İşte New Babylon’da aranan özgürlük de böyle bilinen, kalıplaşmış her şeyden; geçmişten, anılardan, aile kurumundan, zamandan, rutinden, mevcut sistemden, bireyi yere ve başka bireylere bağlayan her şeyden, herkesten uzaktır. Orada içinden geldiği gibi anlık davranma, arzularını harekete geçirme, kendini dinamik zevklere ve özgürlüklere adama esastır.
Gerek New Babylon’da gerekse Görünmez Kentler’de öngörülen kentsel deneyim, bilinen ve deneyimlenen zaman hissiyatından ve zaman akışından bağımsızdır. Tarihsiz, kurmaca bir zamandır. Sonsuzdur ve çoğullukta yaşanır.
Ütopyacı gezgin Marco Polo’nun uğradığı kentler farklı zamanlarda tasavvur edilen kolaj evrenlere ait fragmanların biraradalığıdır. Zaman ötesi ya da zamanlar arasıdır. Zamansal açıdan çok boyutludur. Sadece bazı hikâyelerde hayal edilen yere varmak için bilinen anlamda bir zaman dilimi dile getirilir.
“İnsan oradan yola çıkar ve üç gün doğuya giderse Diomira’da bulur kendisini.”[23] “Üç gün hep güneye gidersen, karşına ince ince kanallarla sırılsıklam, göklerinde uçurtmaların uçtuğu bir kent, Anastasia dikiliverir.”[24] “Karayele karşı seksen mil yürürsen yedi düvelden tacirlerinin her gündönümü ve ekinoksta buluştuğu Eufemia’ya varırsın.”[25] “Oradan yola çıkıp altı gün yedi gece yol gidersen ay ışığına sereserpe uzanmış, sokakları bir yün yumağı gibi birbirine dolanan beyaz kente, Zobeide’ye varırsın.”[26] Ancak ne yola çıkılan ne de varılan nokta hiçbir zaman belli değildir.
New Babylon’da ise zamanın tamamı boş zamandır ve zaman çok yavaş akar. Uyumak, yemek yemek, dinlenmek gibi doğal aktiviteler istenilen anda, istenilen yerde gerçekleştirilebilir. Yaratıcı olmak, yaratıcı duygularını tamamen serbest bırakabilmek önemlidir. Burada sadece birey değil, tüm toplum, güruh halinde zamandan özgürdür. Çünkü her şeyi otomasyon sistemleri yapar ve New Babylon sakinlerinin neredeyse tüm zamanı boştur. Constant bunu şu şekilde açıklar:
“Ne kıtlık ne sömürü ne de işin olduğu ve eksiksiz herkesin yaratıcılığını özgürce kullanabildiği bir toplumda nasıl yaşayacağı sorusu, bizi şimdiye kadar bilinen gerçekçi ortamlardan ve mimarlık ya da şehircilik alanlarında ortaya konandan farklı bir şeyler hayal etme dürtüsüyle harekete geçirir. İnsanlık tarihi bu bağlamda sunulacak hiç bir örneğe sahip değildir, çünkü kitleler hiçbir zaman özgür olmamıştır ve bu nedenle de özgürce yaratıcı olamamıştır”[27]
Mekansızlık, Yersizlik, Sınırsızlık
Düşlenen yerlerin kentsel deneyiminde özgür ve yaratıcı davranışların gerçekleşmesini mümkün kılan bir başka özellik de aslında arzulanan bu mekânların yerden ve bilinen, sarılıp sarmalanılmışlık hissi veren, toprağa oturan ‘güvenli’ mekândan bağımsız oluşudur. Tahayyül edilenler ve onların yaptığı çağışımlar yersiz ve yurtsuzdur. Yere aidiyet duygusundan uzaktır. Gezgin ya da yolcu yerkürenin topografyasını olumlamaz.
Bilindiği üzere algılanan dünyada birey, dünyasını nesneler üzerinden kurar ve yaşamını tanıdığı nesneler üzerinden biçimlendirir. Nesneler ise göstergeler, işaretlerle algılanır ki, Constant’ın da dediği gibi: “Bellek denen şey çok zengindir çünkü sürekli yineler/hatırlatır göstergeleri, yineler ki kentler var olmaya başlasın.”[28]
Hâlbuki arzulanan kentlerden bazıları bu tanımsal araçların, aşina olunanların yokluğunda tüm nesnelliğinden kurtulur. Bilindik mekân buharlaşır, dünya hafifler. Kimi zaman boşlukta, kimi zaman gökyüzünde incecik iplerden örülü mimariler kurulur. Güvensizlik verir bu, ancak bu güvensizliği bilme bile başlı başına varoluşsal bir güven kaynağıdır bu kentlerde.
Örneğin, Calvino’nun ‘ince kentler’inden Ottovia kenti gibi. Bir örümcek ağı olan kenti, ütopyacı gezgin şu şekilde anlatır:
“İki sarp dağ arasındaki bir uçurum var: kent boşlukta duruyor, bir doruktan ötekine halatlar, zincirler ve tahta köprülerle bağlanmış. (…) Kentin temeli bu: geçit ve destek olarak kullanılan bir ağ. Geri kalan her şey yukarıda yükseleceği yerde aşağıya sarkar: ip merdivenler, hamaklar, çuval evler, vestiyerler, küçük teknelere benzeyen teraslar, su mataraları, gaz lambaları, kebap şişleri, sicimlere bağlı sepetler, yük asansörleri, duşlar, trapezler, oyun çemberleri, teleferikler, avizeler, sarkan yapraklarıyla çiçek saksıları. Ottovia sakinlerinin boşluğa asılı yaşamları diğer kentlerdekine oranla çok daha güvenli.”[29]
Calvino, Armilla kentini de benzer ilişkisellikle betimler:
“Gerçek şu ki kentin ne duvarları ne tavanları ne de döşemeleri var: evlerin bulunması gereken yerlerde diklemesine yükselen, katların bulunması gereken yerlerde kollara ayrılan, su borularının dışında onu kente benzetecek başka şey de yok: Musluk, duş, troplen ve sifonlara bağlanan bir borular ormanı.”[30]
Ya da ütopyacı gezgin Marco Polo’nun aradığı başka bir kent olan Eutropia’da olduğu gibi. Eutropia aynı büyüklükteki birçok şehrin tamamından oluşur. Yalnız, bunlardan sadece birinde yaşanır. Diğerleri ise boştur.
“Eutropia sakinleri üzerlerinde müthiş bir yorgunluk hissettiklerinde ve kimsenin artık mesleğine, akrabalarına, evine ve sokağına, borçlarına, selamlanacak ya da selamladığı kişilere katlanamadığı gün, kentin tüm nüfusu boş ve yeni gibi orada onları bekleyen, herkesin değişik bir meslek, değişik bir eş bulacağı, pencereyi açtığında değişik bir manzara göreceği, akşamları vaktini başka şeyler, başka arkadaşlıklar, başka dedikodularla geçireceği komşu kente yerleşmeye karar verirler.”[31]
Bu kentin sakinleri yalnızca sürekli yer değiştirmezler ya da sadece yaşamlarını ve mesleklerini takas etmezler aynı zamanda her defasında anılarını ve arzularını da değiş-tokuş ederler. Aynı hayat sahnelerini her defasında farklı oyuncularla farklı yerlerde oynarlar.
New Babylon 3
New Babylon’da ise boş zaman üzerinden örgütlenen şehir yerden pilotilerle yükseltilmiş teraslarda hareketli nesnelerle kurulur. Bu, herkesin yaratıcılığını özgürce kullanacağı, göçebenin dinamik zevklerini gerçekleştirmesine olanak sunan bir ortamdır. Açık ve geçici ortak kullanımı olan bütüncül bir mekân, sürekli değişen ve devingen bir strüktürdür. Her defasından yeniden oluşturulan sonsuz bir şehirdir. Mekânlar ise geçici yerleşimlerdir. Teknolojiden yararlanmak ön plandadır.
Oyuncu, Gözlemci, Maceracı, Yaratıcı Göçebe
Kurmaca kentlere doğru yolculuk halindeki gezgin, uğradığı kentleri bazen hem deneyimleyen, hem gözlemleyen; bazen de sadece dışarıdan izleyen, seyreden ya da sadece içinde olup deneyimleyendir.
Görünmez Kentler’de Bauci’yi, kenti dürbün ve teleskopla yukarıdan izleyen böyle tanrısal bir gözle anlatır Calvino:
“Koruluklar içinde yedi gün yürüyüp Bauci’ye giden kişi onu göremez, oysa gelmiştir. Birbirinden oldukça uzakta, yerden yükselen ve bulutların üzerinde gözden kaybolan ince direkler taşır kenti. Yukarıya merdivenlerle çıkılır. Yerde nadiren görülür Bauci sakinleri: gerekli her şey vardır yukarıda, bu yüzden aşağı inmemeyi yeğlerler. (...) Bauci sakinleri ile ilgili üç varsayım var: Dünya’dan nefret ettikleri; ya da onu her türlü temastan kaçınacak kadar saydıkları; Dünya’yı kendilerinden önceki haliyle sevdikleri ve de dürbün ve teleskoplarını aşağıya çevirip kendi yokluklarını hayranlıkla seyrederek, tek tek her yaprağı, her taşı, her karıncasıyla, bıkıp usanmadan onu inceledikleri.”[32]
Maurilia’da ise gezgin hem kenti deneyimler, hem de kentin değişimini kartpostallardan izler:
“Maurilia’da yolcu kenti gezmeye, aynı zamanda da onu eski haliyle gösteren bazı kartpostalları incelemeye davet edilir: otobüs durağının yerinde, ortasında bir tavukla aynı meydan; üstgeçidin yerinde bandonun konser köşkü; patlayıcı fabrikasının yerinde beyaz şemsiyeli iki genç kız. Kent sakinlerini düş kırıklığına uğratmamak için yolcu, kartpostallardaki kenti övmeli ve onu yeni Maurilia’ya yeğlemeli, ancak bunu yaparken bu değişimden duyduğu üzüntüyü belli kurallar içinde belirtmeye özen göstermelidir: metropolleşmiş Maurilia’nın ihtişam ve zenginliğinin, eski taşra kenti Maurilia ile karşılaştırıldığında, artık sadece eski kartpostallarda tadına varılabilecek bir güzelliğin yerini tutamayacağını, oysa taşra Maurilia’ya eskiden bakan birinin güzel hiçbir şey görmediğini, ve de Maurilia olduğu gibi kalsaydı bunun, bugün daha da olanaksız olacağını, gene de metropolün artı bir çekicilik kazandığını ve kentin bugününe bakanların, eski kenti özlemle düşünebildiğini kabul etmelidir.”[33]
New Babylon sakinleri ise yaratıcı, özgür, maceracı ve oyuncu, her şeyden ve herkesten bağımsız öznelerdir; her zaman, her yeri ve her anı yaratıcılıklarıyla deneyimleyen göçebelerdir. Oyuncu birey; zamanını, yapacaklarını, yaratıcılığını, düşlerini kendi yönetir.
New Babylon 4
Her iki yolculuk da uçsuz bucaksız hayali bir evrenin sonsuz kere yaşanabilen sınırsız deneyim alanını sunar. Her biri, birer sürekli ağ ya da labirenttir. Bu açık uçlu labirent, bireyde sonsuz bir boşluk ve sınırsızlık hissi yaratır. Yersizleşen mekân da artık sınırsızlaşan kente dönüşür ve birer Ekümenopolis[34] olur.
Biçimsizlik, Belirsizlik, Süreklilik
Görünmez Kentler’de gezginin yolculuğunda uğradığı tüm kurmaca kentler aslında ‘biçimsiz’dir ve bilinen ölçek algısından çoğunlukla uzaktır. Sınırları yoktur, nerede başlayıp nerede bittiği belli değildir; yerler birbirine karışmıştır. Tıpkı Sürekli Kentler 4’teki kent Cecilia gibi. Dünyayı kaplayan tek kenttir o ve çıkışı yoktur ; “artık her yer Cecilia”dır. Keçi çobanına göre, eskiden Alçak Adaçayı Merası’dır orası, emindir. Keçileri refüjdeki otları tanıyordur.[35]
Başka bir ‘sürekli kent’ olan Pentesilea’da dolaşan gezgin, kentin içinde mi dışında mı olduğunu, nerenin kent olduğunu bir türlü algılayamaz ve bunu şöyle dile getirir:
“Bu kırık dökük çerçevenin bir kıvrımında ya da bir çukurunda saklı, kente daha önce gelmiş birinin tanıyıp anımsayabileceği bir Pentesilea var mı, yoksa Pentesilea kendisinin dış mahallesi de, merkezi her yer mi anlamaktan vazgeçmişsindir artık. Şimdi seni yiyip bitiren soruyla daha da daralır için: Pentesilea’nın dışında bir dışarı var mı? Yoksa kentten ne kadar uzaklaşırsan uzaklaş, dışına asla çıkmadan bir limbodan diğerine mi geçiyorsun yalnızca?”[36]
New Babylon’a göre ise şehirler sürekli bir konstrüksiyonla birbirine bağlı olmalıdır ve yerden yukarıda olmalıdır. Altta, serbest kalan zeminde trafik çözülürken, yukarıda, sürekliliği sonsuza uzanan, birbirine eklemlenmiş strüktür de, homo ludens’e adanmış, sayısız alternatif ve çeşitliliğe sahip bir mekâna dönüşür. Sonsuz konfigürasyonlu, tercihe göre sonsuz kere üretilebilen devingen bir labirent. Bu sürekli labirentten oyuncu istediği zaman çıkabilir. Öngörülen yaşam, özgür bir imgelemin bedeli haline gelen zaman ve mekândan kopmuş, arzulanan bir varoluştur.
“Yeni Babil hiçbir yerde bitmez (dünya yuvarlak olduğundan); sınır tanımaz (artık millî ekonomiler olmadığından) ya da topluluk nedir bilmez (insanlar devinim halinde olduklarından). Her yer herkese açıktır. Bütün dünya sahiplerinin evi haline gelir. Yaşam her an farklı görünecek kadar hızla dönüşen bir dünya üzerinde bitimsiz bir yolculuktur.”[37]
Kurgulanan her iki hayali evrende de gerçek dünyanın megapol imgesine gönderme olduğu açıktır.
Yolculuklar, Arayışlar, Arzular
Sonsuz yolculuğun, hareket halinde olmanın, sınırsızlığın, özgür ve deneyci kent deneyiminin önemli bir yönü de aslında hep bir arayışı işaret etmesidir; düşlenen bir yerin arayışını. Ütopyacı gezgin ya da kent sakini yolculuğu boyunca uygun bir yer bularak durmaya hazırdır ancak bu uygun yerin tanımı ve konumu, hep değişken ve muğlâk kalır. Kent içindeki bu açık uçlu hareketlilik böylelikle kent mekanını, mevcutta varolan bir yer özleminin, ya da olmayan fakat arzulanan bir yer arayışının deneyim alanına dönüştürür. Italo Calvino, imkânsız kentlerinden Kentler ve Arzu 5’te Zobeide’nin kuruluş hikâyesinde, kentsel mekânın üretimini belki de böyle bir arzuya bağlar:
Zobeideliler düşlerinde bilmedikleri bir kentte görüp peşine düştükleri güzel, uzun saçlı ve çırılçıplak kadını gerçek yaşamlarında ancak düşlerindeki rotaları izleyerek ararlar. Kenti bulamazlar ama birbirlerini bulurlar. Düşlerinden arta kalanlardan, anımsadıkları patikalardan yola çıkarak, düştekine benzer bir kent kurmaya karar verirler. Bu, hepsinin işe gidip geldikleri kentsel yollarla ilgisi olmayan rotaların oluşturduğu düşsel izler, merdivenler, kadının kaybolduğu noktalarda örülmüş kemerler ve surlar ile kurulan yün yumağı da işte düşlerindeki kadını sıkıştırmak üzere bir araya gelerek kurdukları kent olur. Hikâye, kentin hem fiziksel yapısına, hem de belleğine yerleşir. “Onlarınkine benzer düş gören yeni erkekler de Zobeide’de düşlerindeki yollardan bir şeyler buluyor ve peşinde oldukları kadının izlediği yola iyice benzesin, kaybolduğu noktada kadına hiçbir kaçış noktası kalmasın diye kemerlerin ve merdivenlerin yerini değiştiriyorlardı.”[38]
Constant’ın New Babylon projesi de böyledir. New Babylon aslında sonsuz bir yapboz oyunudur. İçindeki göçebe ise bu oyunu arzularıyla ve yaratıcılığıyla oynayan körebedir. New Babylon, yeri göçebenin hayal gücüne bırakır. Mekân, bir bağlam olmaktan çıkıp kişisel deneyimlerin uzamsal karşılığına dönüşür. Hayal ürünü yapıt, deneyimle ivme kazanır; ne zamansız, ne de durağan olur. Küçülür, büyür, doğrulur, uzar, kısalır, eğrilir, eksilir, yıkılır, yeniden yapılır, değişir, dönüşür. Böylece düşlenen yeni dünya, sadece o an için üretilen katı ve değişmez bir nesneyi değil; nesnenin gelecekte dönüşebileceği halleri de içerisinde barındırır.
Özgür İmgelem, Türemiş Anlam, Açık Uçlu Kodlar
Yolculuklarda uğranılan kentler güçlü imgeler üzerine kuruludur. Görünmez Kentler’de imge, anılar ve hatırlananlar üzerinden bellekle oynar ve kurmacadır. İmgelerin işaret ettikleri ile anlamları üst üste düşmez. İmgelem gerçeküstüdür. Kentler için yaratılan imgeler, hep düşlerden arta kalanlar üzerine inşa edilir ve yeni algısal kodlara sahiptir. Kentler, yaşamlar ve düşler iç içe geçmiştir. Calvino’ya göre gerçeklikten bu kaçış, “esaretimizi her cümlesiyle biraz daha perçinleyen dünya tanımlarının tutsaklığından kaçmak, arzu dünyamıza biçim verecek başka bir kodlama, başka bir söz-dizim, başka bir söz dağarcığı önermektir.”[39]
New Babylon’da ise bilinen fiziksel nesneler yine düş ile bağlantı kurar ve geleceğe dönüktür, fütüristiktir. Fakat nesnelerin anlamları değişmez, sadece gelecekte arzulanan bir kenti gerçekte(n) var edilebilme ihtimalinin ipuçlarını göstermek, düşletebilmek üzere vardırlar. İmgeler, bilinenin içindeki potansiyelini göstermek üzere mevcut anlamlardan türetilmişlerdir ama yine de yenidirler. Birey için düşlenen yaşam biçimi, zamanın mevcut akışına, rutinlere, var olan kentle ilişki kurma biçimimize karşı olduğundan bu kentle ilişki de bir bakıma rüyalarda olduğu gibidir. Kentli, bilinen nesnelerin karşıladığı bu alternatif imgeler olduğu için özerkliğini ilan eder. Zamanını, yapacaklarını, yaratıcılığını, düşlerini kendi yönetir. Certeau, “kentsel mekânın üzerinde uçuşan, asılı duran, yoğun bir sise benzer bu türetilmiş anlamlar coğrafyasının kentsel işgal kurgusunu üçlü bir simgesel mekanizmaya bağlar: Düş (ilkel olan), bellek (hatırlanan, anılan) ve efsane (inanılabilir olan).”[40]
Nitekim Calvino da düş gücü üzerinden yeniden kodlanan özgür bir imgelemin önemine vurgu yapar:
“Özgür aklın ürünü bir düş makinesinin gerekliliğine inanıyorum. Kendimizi tanımlayabileceğimiz şeyleri çoğalttığı, başka değerler ve başka ilişkilere göre bütün ayrıntıları ile düşünülmüş bir rüyanın mutlak farklılığını, kısaca ‘kent’ olarak ‘ütopya’yı kısır seçimlerimiz arasına kattığı ölçüde (tabii katıyorsa). Bizim kuramayacağımız, ama onu düşleme, her şeyiyle düşünme yetimizde kendisini parça parça kuracak, kendisinde yaşamamızı değil, bizde yaşamayı talep ederek bizi ütopyadan farklı, iyi ya da kötü, bugün yaşanabilir bütün kentlerin ötesinde yeni içsel ve dışsal koşullanmaların karşılaşmasından doğan üçüncü bir kentin olası sakinleri yapacak bir kent bu.”[41]
Tam bu noktada denebilir ki, Balzac’ın işaret ettiği gibi gerçekte(n) ‘umut, arzulayan bir bellek’ ise, dün olduğu gibi aslında bugün de düşlerde yolculuğa çıkabilmek, hep bir arayış halinde olmak, birey için önemli bir noktadır. Çünkü birey, sadece ve ancak, sanat ve düşleri aracılığıyla gerçeklikle otantik bir ilişki kurabilir: Her iki yaratıcı süreçte, bilim ve etik gibi gerçeğin, doğrunun ne olması gerektiğini zorunlu kılamaz fakat bireye nasıl olabileceğinin bir olasılığını ya da olasılıklarını gösterebilir ve düşletebilir.
Bununla ilişkili olarak, Calvino’nun da ödünç aldığı gibi, Hans Magnus Enzensberger’in Çağdaş Edebiyatta Topolojik Yapılar kitabından bir hatırlatma yapmak yerinde olacaktır:
“Doğru yolu bulmak için labirentte kaybolmak gereklidir. Labirent içine giren dolaşsın ve kaybolsun diye yapılır. Ama o labirent o aynı kişiye yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başkaldırıyı da düşündürür. Bunu başardığı zaman insan labirenti yıkacaktır aksi takdirde onu boydan boya geçen için labirent yoktur.”[42]
Son kertede kişisel deneyimin ve yaratıcılığın kökenini oluşturan bir eylem olarak yolculuk, yolda olma, yani ‘seyr’ hali, masalların içerisinde yaşamak değildir. Evrenselliğini, gerçek dünyanın özetlenmiş bir grafik modeli olma özelliğini yitirmiş, kişiselleştirilip birer anlatıya dönüşmüş atlaslarda; daha yaşanabilir, daha insani çevrelerde yeni bir hayat anlayışı yaratmaktır. Kentsel yaşamdaki yoğun tempoyla mücadele etmek ve bireysel deneyimler için sonsuz kere inisiyatif geliştirebilmektir. Çünkü bir sokaktan diğerine, bir uçtan diğer uca, birinden ötekine geçiştir önemli olan ve bu gelgitleri ötekine taşıyan hikâyelerdir. Üretken, yaratıcı, özgür bir kentsel yaşamı teşvik eden mimariye, kentsel çevreye dair mekânsal deneyimler düşlemek ve düşletmek için… İşlevsel ve kontrolcü bir mekânizmaya sahip olan kentin, kentli bireyin arzuları ve duygularını özgürce kışkırtabilmesini sağlamak için… Yeni bir bilinç, sınırsız düşünce eylemi, yeni varsayımlar, yeni arayışlar ve tasarıma yeni bir başlangıç için... Yaratıcı bireyler için… “Cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ve ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek” için…[43]
Ve tabii yarının kentler için… “Geometrik ussallık ile kördüğüm bir yün yumağına benzeyen insan varoluşunun giriftliği arasındaki gerilimi anlatmada en büyük olasılığı tanıyan simge … kenttir.”[44] Çünkü kentler, insanların düşlerinde şekillenen arzulardır ve kent için hayal kurmayan kentli bireyin bu düşsel yolculuklara çıkabilmesi olanaklı değildir. Yeni Atlantis’i, Güneş Ülkesi’ni, Ütopya’yı, Armoni’yi ya da Güliver’in Gezileri’ndeki yerleri arayan, Dünyanın Merkezine Yolculuk’a çıkan yolcular ancak ulaşabilirler onlara…
“Kubilay Marco’ya sordu: Sen ki çevreyi keşfedip göstergeleri görüyorsun, söylesene bana, iyi rüzgârlar bu yolculukların hangisine sürüklüyor bizi?” Ve Marco Polo şöyle yanıtladı onu: “Bu limanlar için bir rota çizemem harita üzerinde, ne de yanaşacağımız günün kesin tarihini verebilirim. İlgisiz bir manzaranın ortasında açılan bir aralık, siste yanıveren ışıklar, gidip gelirken rastlaşan iki kişinin arasında geçen bir konuşma yeter bana bazen; oradan yola çıkıp bir bütünün parçalarını, zaman aralıklarının ayırdığı anları, birbirinin gösterdiği, ama kime ulaştığını bilmediği işaretleri bir araya getirerek kusursuz kenti parça parça kuracağımı düşünürüm. (…) Kim bilir, belki de biz burada konuşurken imparatorluğunun sınırları içinde bir yerlerde doğmakta bu kent; istersen bulabilirsin onu…”[45]