Ütopyanın Ruhu: Fragmanlar

Büyük kısmı 1915-1917 yılları arasında kaleme alınan ve Ernst Bloch’un ilk büyük eseri olan Ütopyanın Ruhu, ekspresyonizmin burjuva medeniyetine olan tepkisinin ve yeni bir kardeşlik dünyasını getirecek mesihçi-kefaretçi bir devrim arzusunun damgasını taşır. Ekspresyonizmin İncil’i olarak tanımlanan bu eser 1918’de yayınlanır ve kimi değişikliklerle 1923’te tekrar basılır. 1963’te eklediği bir sonnotta Bloch “devrimci romantizmle” yüklü bu eserin merkezinde yatan tezi şöyle açıklar: “Dünya gerçek değil, fakat insan ve hakikat aracılığıyla yurduna kavuşmaya çalışıyor.”


  

 

Ben varım, biz varız.

Daha fazlasına ihtiyaç yok. Başlama sırası bizde. Hayat bizim ellerimizde. Her türlü muhtevadan yoksun kalalı çok oldu. Anlamını yitirmiş halde oradan oraya sendeliyor yaşam, fakat biz sağlam duruyoruz ve bu şekilde onun yumruğu ve hedefleri olalım istiyoruz.

Yakın geçmişte yaşanan hadiseler hızla unutulacak. Yalnızca uğursuz ve boş bir hatıra süzülüyor havada. Kim korunmuştur [bu savaşta]: tembeller, sefiller, fırsatçılar. Telef olan ise gençlikti, tine o denli yabancı, o denli hasım hedefler için ölüme mahkum edildiler; fakat sefiller, evlerinde sıcak sıcak otururken hiçbir tehlikeye maruz kalmıyordu. Onlardan bir tanesi bile yok olmadı, yitip gidenler başka bayrakları sallayanlar, onca serpilişi, onca rüyayı ve tinsel umudu dalgalandıranlardı.

[…]

Ve yeterince yıkım olmamışçasına, tüm bunlar hâlâ devam ediyor. Savaş sona erdi, devrim başladı ve onunla birlikte yeni kapılar açıldı. Fakat şunu itiraf etmek gerekir ki, bunlar hızla tekrar kapandı. Faydacı çırpınıp durdu, kendine yer etmeyi becerdi ve onunla birlikte bütün eski düzen geri geldi. Büyük burjuva gibi tefeci köylü de, adım adım bu ateşi söndürdü ve her zaman olduğu gibi telaşa kapılan küçük burjuva da onların peşine takıldı. Bugüne dek ayrıcalıklı gençlik hiç bu denli silik ve dar kafalı olmamıştı. Tembellik ve katı bir cehaletle zehirlenmiş üniversiteler tam anlamıyla birer tin mezarına dönüştü. Dolayısıyla bugün bir restorasyon olarak gördüğümüz şey, esasında yüzyıl önce gericilik tarafından prelüdü çalınmış bir oyunun son sahnesinden başkası değil: aynı kırsal dil, aynı millî kültür ve Köylüler Savaşı’nı unutup ay ışığı altında yapılan gece sihrinin içinden yalnızca şatoların yükseldiğini gören içgüdüsüz bir romantizm geleneği.

[…]

Bizleri derinliğe götürecek olan, her şeyden önce insanın kendiyle karşılaşması olarak da adlandırabileceğimiz patikadır; onsuz, dış dünyaya yöneltilen her bakışın değerden yoksun kaldığı iç kelamın hazırlığıdır bu; hiçbir mıknatıs, hiçbir güç bu iç sözü ne dışa doğru çekebilir ne de dünyanın hatasının üstesinden gelmesini başarabilir. Fakat nihayetinde, bu dikey dalışın ardından engin uzamın, ruhun dünyasının, sefalete, ölüme ve fiziksel doğanın yüzeysel dünyasına karşı mücadele eden ütopyanın dışsal, kozmik işlevinin konuşlanması lazım. Bu ışığın hâlâ parlamaya devam ettiği bir tek biz kaldık ve ona doğru hayalî yürüyüş başlıyor; hülyanın yorumlanmasına, ütopya kavramının kendi ilkesine bağlı olarak kullanılmasına doğru yürüyüş başlıyor. Bu ışığı bulabilmek için, doğru olanı bulabilmek için, uğruna yaşamaya değer, örgütlenmeye değer, zaman ayırmaya değer olanı bulmak için yürüyoruz, kurucu metafizik yolları arşınlıyoruz, var olmayanı adlandırıyor, bilinmezlik içinde inşa ediyoruz; bilinmezliğin içinde kendimizi inşa ediyor ve sıradan olgusal gerçekliğin silindiği hakiki ve gerçek olanı arıyoruz – incipit vita nova![1]

[…]

Dört bir yanımızı sarmış halde, soğukluğun iblisi tekrar hüküm sürüyor ve kesinlikle istemiyor ona inanmamızı, çatallı ayağını görmemizi, saf bir hiçlik olarak, insanların sırra ermesinin önünü kesen tam bir hayal kırıcı olarak sakince hüküm sürüyor böylece. Fakat tam da buradan, sislerin içinden yola çıkarak ışığı müjdelemenin paradoksal cesareti doğuyor; yahut başka bir ifadeyle: Hayır bu kadar güçlü olamazdı, eğer aynı zamanda içimizde onun için tehdit oluşturan ve mücadele etmeyi gerektiren bir Evet olmasaydı; eğer maskeli hayatın bünyesinde, günümüz nihilizminin içinden ahlakın ve muhayyilenin sahasında bilinmeyen – ve tam da korkunun ve engellerin önünü kestiği– bir güç yükselmeseydi. Neredeyse var olan her şey, misafir sevmez bu hayatın derinliklerinden gelip bizim yanımıza sığındı; biz ki en gizemli ağacın, büyümeyi bekleyen o ağacın bahçıvanlarıyız. Göğün ve yerin yıkılışının tam ortasında, yalnızca bizde, kendimizde ışık yanıyor hâlâ alev alev; ve yaratım vakti, par excellence felsefenin vakti gelip çattı; ona bir muhteva kazandırmak için, daha saf, daha yüksek bir hayata dönük, kötülükten, boşluktan, ölümden ve gizemden kurtulmaya dönük, azizlerle bütünleşmeye, her şeyin cennete dönüşmesine dönük hayal ve uzun odaklanışı işte burada. Yalnızca düşünceden doğmuş bu arzu hayali (Wunschtraum) bizzat kendini derin derin dinleyerek gerçeklik yaratmayı başarıyor; bu dinleme esnasında kendi bakışına, ruhun bakışına, yıldızların ve tanrıların göğünün ötesinde Üçüncü İmparatorluğa[2] ulaşıyor ve büyük çağın sunduğu aydınlanmaya dönerek yüzünü, kelamı bekliyor. Kendi varlığıyla uyumlu hale gelme özlemi, dünyanın tiksinçliğinin, cehaletinin, hatasının ve suçluluk duygusunun içine ruh katıyor. Var olan her şey kendi ütopik yıldızını kanında taşır ve eğer düşüncesi, yenilenmiş bir gerçekliğin kristal göğüne ulaşmayı sağlayan çözümü oluşturmasaydı felsefenin hiçbir değeri kalmazdı.

[…]

Yükün hafifletilmesiyle Tin arasındaki ilişki, Krallığa ulaşma iradesinde birleşmiş olan Marksizm ile din arasındaki bu işlevsel ilişki içinde tüm ikincil akımlar nihai ve başat sistemde eriyip birbirine karışacaktır: Ruh, Mesih, eksiksiz bir uyanışı temsil eden Kıyamet, bilgi ve eylem için nihai itkileri sağlıyor, her türden siyasetin ve kültürün zeminini teşkil ediyor. İstikametimiz budur, her şeyi renklendiren, hızlandıran, karara bağlayan bizleriz, hiçbir şey şimdiden bitmiş, tamamlanmış, sonsuza dek yerleşmiş değil…

 

Kaynak: Ernst Bloch, L’esprit de l’utopie, çev. Anne-Marie Lang ve Catherine Piron-Audard (Paris: Gallimard, 2008) s. 9, 10, 11, 210, 334.

 



[1] “Yeni Hayat Başlıyor” (Dante).

[2]Das dritte Reich”, Binyılcılar tarafından müjdelenen Üçüncü İmparatorluk çağında Kilise ve Devlet yok olacak ve İsa’nın hükümranlığı başlayacaktır.

skopdergi 20