Hans Haacke, Les must de Rembrandt eserinden bir bölüm, 1986. Eserde, Haacke, Cartier’in ortağı olduğu Rembrandt Konsorsiyumu’nun Güney Afrika’daki sömürgeci faaliyetlerini açığa çıkarır. Cartier’in iş ortakları arasında Total ve Rothmans’ın yanı sıra işçi grevlerini vahşi bir şekilde bastırarak 23.000 kişiyi işten atan altın ve kömür madencilik şirketi Gencor da vardır. Konsorsiyum Güney Afrikalı faşist işadamları tarafından yönetilmektedir. Haacke, Cartier butiklerinin cephelerini andıran bir yerleştirmenin ortasına siyah protestocuların fotoğrafını yerleştirir. Çerçevelerdeki ve sütunlardaki altın artık Cartier’in pahalı mücevherlerine değil, Güney Afrika’daki altın madenlerine göndermede bulunmaktadır. [kaynak: Yve-Alain Bois, “Antidote”, October sayı 39 (Kış 1986), s. 129-144]
Pierre Bourdieu: Günümüzde hamilik çok revaçta. Şirketler, sembolik yatırımları için en uygun yeri seçmelerine, ve sanat ve bilim dünyasıyla bağlantılar kurmalarına yardımcı olmaları için PR şirketlerine para ödüyor.
Buna karşın, eleştirel farkındalık yerlerde sürünüyor. İnsanlar kolektif bir düşünce geliştiremeden kendi yollarına gidiyorlar. Resmî sipariş (biz buna “appels d’offre” [ihale] deriz) üzerine yürütülen araştırmalar için de aynı şey geçerli. Kolektif bir stratejiden mahrum olan araştırmacılar, araştırma konularının, sorunsallarının ya da yöntemlerinin kaynak sağlayan kurumlar tarafından belirlenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor. Halihazırda içinde bulunduğumuz durum, konularını olmasa bile en azından “stillerini” seçme hakkı kazanmak için mücadele etmek zorunda kalan 15. yüzyıl İtalyan ressamlarınınkine çok benziyor. Sanatçılar olarak bu tür tehditlere daha çok –ve daha uzun zamandır– maruz kalıyorsunuz; bu da sizi, iş dünyasının sanatçıları kendilerine tabi kılmaya ve baştan çıkarmaya yönelik stratejilerine karşı savunma yöntemleri geliştirmeye mecbur etmiş olabilir. Belki de bu yüzden, yeni ekonomik düzenin entelektüel “yaratıcıların” özerkliğine yönelttiği tehdit konusunda oldukça berrak bir görüşe sahipsin. Sanat, edebiyat ve bilimi finanse etmek için hamiliğe başvurmanın zaman içerisinde sanatçıları ve bilim insanlarını maddi ve zihinsel açıdan ekonomik güçlerle ve piyasa kısıtlamalarıyla bir bağımlılık ilişkisi içine sokacağı bile düşünülebilir. Her halükârda, bu müessese, yardımlarını çekmenin ya da askıya almanın bahanesi olarak hamilerin varlığını gösteren kamu kuruluşlarının sorumluluktan kaçmalarını meşrulaştırabilir. Bunun tuhaf sonuçlarından biri de sanatı ve bilimi hâlâ vatandaşların finanse ediyor olması – ödedikleri vergiler yoluyla değil; dolaylı olarak, şirketlerin ödemedikleri vergiler yoluyla... Finansman, şirketlerin çıkarsız bonkörlüğünün bir örneği olarak gözüktüğü ölçüde bir de üstüne üstlük bizzat kendilerini ilgilendiren sembolik etkileri finanse etmiş oluyorlar. Burada söz konusu olan, kendi mistifikasyonumuza katkıda bulunmamızı sağlayacak şekilde işleyen son derece sapkın bir mekanizma ...
Ama aynı zamanda, kurumlarla belli bazı entelektüel üretici kategorileri arasında gittikçe daha sık gerçekleşen maddi ve sembolik değiş tokuşların sonuçlarını da analiz etmek gerekecektir. Bu değiş tokuşlar, hatırı sayılır miktarlar ödenen “aracılıklar”, “danışmanlıklar”, “konseyler” ve “konferanslar” yoluyla kurumsallaşabildiği gibi elçilikler, komisyonlar, dernek ya da vakıflar bünyesinde kurulan resmî ya da gayri resmî bağlantılar üzerinden de gerçekleşebiliyor. Böylece şirketler, yüksek maaşlı tartışma-yöneticiliği ya da iletişim-becerileri-hocalığı teklif ettikleri gazetecileri (bu çevrelerde buna “ménages” [ev idaresi] deniyor), bilhassa televizyon gazetecilerini, kendilerine bağımlı kılmayı başardılar. Pek çok medya entelektüeli kendilerini show business’a kaptırdı; şirket yöneticileri için konferanslar düzenliyor ve böylece bir ay çalışmakla alacakları parayı tek gecede kazanıyorlar. Bu tür pratiklerin alttan alta işleyen etkilerini tam olarak kestirmek mümkün değil; ama [sanatın ve bilimin] ekonomik güçlerden, ve daha genel olarak para ve kâr değerlerinden bağımsızlığını pekiştirmeyeceği aşikar – ki edebiyat ve sanat âlemleri en başta tam da bu değerlere karşı kurulmuşlardı.
Hans Haacke: Bence, geleneksel mesenlik mefhumu ile, günümüzde ortalıkta mesenlik kılığında dolaşan halka ilişkiler dalavereleri arasında bir ayrım yapmak önemli. Şirketler, Maecenas’ın adını gündeme getirerek kendilerine bir diğerkâmlık aurası yaratıyorlar. Aslında, karşı karşıya olduğumuz durum bir sermaye değiş tokuşu ve Amerikan icadı sponsorluk kelimesi bu durumu çok daha iyi karşılıyor: Sponsorlar (hamiler) finansal sermaye sağlıyor; sponsorluk alanlar, yani himaye edilenler de sembolik sermaye. Çoğu iş adamı ve iş kadını kendi aralarında konuşurken bu konu hakkında gayet açık sözlüler. Mesela [Cartier’in başkanı ve Cartier Vakfı kurucusu] Alain-Dominique Perrin, alenen, Cartier’in parasını sanat aşkıyla uzaktan yakından alakası olmayan sebeplerle harcadığını söylüyor.
Bourdieu: Açık açık “kamuoyunu kazanmak için harcıyorum” diyor mu?
Haacke: Evet. Kendi ifadesiyle söylemek gerekirse: “Mesenlik mükemmel bir iletişim aracı. Dahası, kamuoyunu baştan çıkarmaya yarayan bir araç.”[1] Aslında, şirketlere “bonkör katkılarından” dolayı sağlanan vergi indirimlerinin ceremesini vergi mükellefleri çekiyor. Yani sonuçta, şirket propagandasının maliyeti bizim cebimizden çıkıyor. Kamuoyunu baştan çıkarmak için harcanan paralar sayesinde saat ve mücevher gibi ürünler pazarlanabiliyor – Cartier örneğinde geçerli olan durum bu. Ama, sponsorlar için, çıkarlarına hizmet edecek bir politik ortamın oluşması daha önemli; özellikle de konu, vergiler; işgücü ve sağlık mevzuatı, ekolojik kısıtlamalar ve ithalat mevzuatı gibi meselelere gelince.
Bourdieu: Bir makalede, ABD’deki işletmelerin bu tür uygulamalarını çek hesabı teorisi dedikleri şeyle, yani (sembolik) banka hesabı teorisiyle meşrulaştırdıklarını okudum. Bağışta bulunan bir vakıf böylelikle sembolik sermaye; yani, itibar biriktirmiş oluyor. Bu şekilde, sağlama alınan (ve çoğunlukla dolar cinsinden hesaplanarak bilanço tablosunda iyi niyet başlığı altında yer alan) olumlu imajın dolaylı getirileri oluyor ve mesela, şirkete kimi faaliyetlerini gizleme fırsatı veriyor.
Haacke: Mösyö Perrin’den aktaracak olursak: stratejik hedef “eleştirmenleri etkisiz hale getirmektir”.
Bourdieu: Mesela, lüks moda aleminde, yeni koleksiyonların tanıtımı için düzenlenen defileler tasarımcı açısından yüzlerce sayfa reklamın işini görür, hem de bedavaya. Aynı şey, edebiyat ödülleri için de geçerli. Her halükârda, mesele, basını denetim altına alıp şirketler hakkında olumlu yazmalarını sağlamak – hem de hiçbir bedel ödemeden. Hamiliğe yatırım yapan şirketler basını kullanıyorlar ve onu, kendilerinden övgüyle bahsetmeye mecbur ediyorlar. Çok genel anlamda söyleyecek olursak kültürel üretime çoğunlukla medya aracılığıyla ekonomik baskı uygulanıyor; özellikle de medyanın, üreticileri (bilhassa da en “yaderk” veya başına buyruk olanları) baştan çıkarma ve eserlerin ticari başarısını etkileme gücünden faydalanılıyor. Aynı zamanda kültürel ürün satıcıları (editörler, galeri yöneticileri, vb.) üzerinden de ekonomik baskı uygulanıyor. Ama, hepsinden önemlisi, sanat, edebiyat ve bilim gibi özerk âlemlere, tam da en başta karşılarına aldıkları o ticari mantık, gazetecilik yoluyla tekrar dayatılıyor. Bu da esasen çok zararlı bir şey çünkü ticari taleplere boyun eğmeye en yatkın ürün ve üreticilerin, mesela Wittgenstein’ın lafını ettiği “gazeteci filozoflar”ın, işine yarıyor.
Pierre Bourdieu ve Hans Haacke, Free Exchange (Cambridge: Polity Press, 1995), s. 15-19.
[1] Alain-Dominique Perrin, “Le Mécénat français: La fin d’un préjugé”, Sandra d’Aboville’le söyleşi, Galeries , sayı 15 (Paris, Ekim/Kasım 1986), 74.