Soru: Arthur Cravan hâlâ yaşıyor mu? Yaşıyorsa, hangi kılıkta, hangi akla hayale gelmez kimlikle?
Cevap: Her biri Arthur Cravan adını taşıyan, biri erkek, biri kadın, diğeri başkası üç figür var. Bunlar, bu sırayla olmasa da, kayıp bir şair, gezgin bir boksör ve izi bulunamayan bir sahteci. Bir yüzyıldır üçlü bir ilişkiyi sürdürüyorlar. Her birinin ayrı bir hayatı olsa da, aralarında zaman zaman kimlik kaymaları oluyor. Karakterleri kimi zaman, hiçbir biyografik karşılığı olmayan metafizik bir fenomende iç içe geçiyor.
Arthur Cravan buhar olup uçtu mu, açık denizlerde kayıp mı oldu, yoksa Kasım 1918’de son kez görüldükten sonra diyarın birinde kendini yeniden mi yarattı, bunu asla bilemeyeceğiz. Ortada ne bir tanık var, ne ceset, ne bir not. İlk bakışta edebiyat tarihindeki en temiz firarlardan biri gibi görünen şey, aslında 20. yüzyıl sanatındaki en kafa karıştırıcı kaçışlardan biridir; zira Cravan bu dünyayı muğlak biçimde terk etmeden önce, yarattığı kişiliklerle, çifte kimlikler ve kusursuz kılık değiştirmelerle dolu bir hayat yaşar, ve karısıyla buluşmak üzere Buenos Aires’e gitmeye hazırlandığı Meksika sahillerinde son kez görülmesinin üzerinden seksen yıl geçtikten sonra, büründüğü envai çeşit kimliğin ardındaki sırlar yeni yeni ortaya çıkmaktadır.
Cravan daha önce de kayıplara karışmıştır, ve dostlarına bunu yeniden yapmayı tasarladığını anlatır. Herkes, zamanın birinde, kim bilir hangi ülkenin pasaportuyla, bilmem hangi mesleğin kisvesine bürünmüş vaziyette, veya yeni bir kız arkadaşın dilini konuşarak, yeniden ortaya çıkacağını düşünür. O, dünya çapında bir serseridir; bilir ki sirki kendi içinde taşırsa hiçbir kafes veya terbiyeci onu ehlileştiremeyecektir. O da öyle yapar. Sınırların yılmaz ihlalcisi, düzenlerin yılmaz direnişçisidir. Deneyimi aşırı dozlarda alır, bulabildiği en uç koşullarda yaşamayı seçer. “Hafızamda yirmi ülkenin anıları var ve yüzlerce şehrin rengini sürüklüyorum ruhumda.” Ama ruhu hiçbir iz bırakmaz arkasında. Her iz boşa çıkar, her yol çıkmaz sokaktır.
Ona yakın olanlar uzun süre yeniden göz önüne çıkacağını umarlar. Sahnede boy göstermek için uygunsuz bir zaman seçecektir yine muhakkak, ama olsun, yeter ki bu serseri denizci veya maceraperest prens Arthur Cravan olduğunu kanıtlasın – Küstah, Kestirilmez, Yola Gelmez Arthur Cravan. Kayıplara karışan boksörün kol kaslarının çevresi 45 santimdir. Bir daha dönmemecesine giden şairin halesi Dada’nın ruhunu sarmalar. Bir gün ikinci el giysi taciri, bir gün iki dirhem bir çekirdek giyinmiş zarif bir ev sahibi olan bu adam, içindeki hakikati etrafını yalanlarla sararak korur. Hep kavga peşindedir, ama eline silah almayı reddeder. Savaşa karşı çıkar ama asker kılığına girip otostop çekerek tarafsız topraklara kaçar. Cezalandırmaya karşı çıkar, ama düşman edinmek için bin dereden su getirir.
Cravan için intihar bir gösteridir. Bir keresinde, para verip bilet almaya hazır seyirciler karşısında hayatına son vereceğini duyurarak Paris’teki Les Noctambules kabaresini tıka basa doldurur; bir şişe apsent içecek, “hanımların yüzü suyu hürmetine” üzerine sadece suspansuar giyecek ve testisleri masaya yayılmış vaziyette intiharından önceki tiradını okuyacaktır. İntihar onun için performansın sonu değil, aracıdır. Önce hayatına son vereceği tehdidini savurup, sonra da ölümü bir sosyal etkinlik vesilesine dönüştüren seyircilerini cezalandırmak, tam da Cravan’a yakışan bir tekniktir.
Saldırgan ve incitici davranışlara doğuştan yatkınlığı var gibidir – ama bu davranışlar her an sevimlilik ve cazibeye dönüşebilir. Ne kadar ileri giderse o kadar tatmin olur, önce olabildiğince infial uyandırmak ister ki sevimliliğiyle ortalığı yatıştırabilsin. Karısı Mina Loy, onun kışkırtmalarını “seyircinin alışıldık beklentilerini altüst eden gaddarca pandomimler” diye nitelendirir. Cravan’ın saldırılarını, sanatçıyı hep sömürmüş bir dünyadan intikam alma tarzı olarak, kendinden üstün olanları yok etmeye ahdetmiş bir dünyaya karşı kendini savunma biçimi olarak tarif eder. “O, dünyaya kendiyle ilgili bir gerçekdışılık sunarak –dünyayı bununla meşgul ederek– kendi gerçekliğini korumaya çalışıyor, bu arada ruhsal firarını tertipliyordu.”
Cravan’ın en büyük tartışma yaratan metni herhalde Paris’te 1914’te açılan Bağımsızlar sergisi üzerine yazdığı metindir. Sergide yer alan sanatçıları öyle bir yerden yere vurur ki, grup üyelerinin karşısında savunması alınır. En bilinen “konuşması” ise, 1917’de New York’ta açılan Bağımsızlar Sergisi’nde yaptığı konuşmadır, burada dinleyicilerin üzerine kirli iç çamaşırını fırlatır ve soyunmaya başlar, tabii hemen kelepçelenip yaka paça hapse atılır. Bu performans, New York’taki Dada öncesi faaliyetlerin en parlaklarından biri olarak kabul edilir. Kendine özgü savaş kanunlarını sanat dışı mekânlara uyarlar. Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Cravan Fransa’da yaşayan bir İsviçre “uyruğu”dur. Hiçbir ülkenin silahlı kuvvetlerinde hizmet vermemeye, kendi müttefiklerini ve düşmanlarını kendi seçmeye kararlı olduğundan, sınır devriyelerini atlatarak İspanya’ya kaçar ve orada, 1916’da eski Dünya Ağır Sıklet Şampiyonu Jack Johnson’la karşı karşıya geldiği o meşhur boks müsabakasını düzenler. Spor tarihinde, Jack Johnson’ı ve Oscar Wilde’ı kahramanı addeden yegâne boksörün Cravan olduğuna kuşku yoktur. Bu üç isim, garip bir üçlü oluşturur. Hepsinin de uyumsuzlukları yüzünden adları çıkmıştır, üçü de klasikler konusunda kendini geliştirmiş, ve üçü de alışkanlıkları nedeniyle sürgüne mahkûm olmuştur. Johnson/Cravan karşılaşması, bir müsabaka kadar bir işbirliğidir aynı zamanda; ikisi de kalabalıkları toplayabileceklerini bilirler. Johnson’ın bir dövüşe ihtiyacı vardır, Cravan’ınsa bir sonraki limana, New York’a yelken açmak için gerekli olan bilet paralarına…
Bu dönemde Cravan, doğuştan gelen kimliğini ve ismini –Fabian Lloyd– çoktan bırakıp ikinci bir benliğe, bir alter idem’e, yeni bir biyografik gerçekliğe bürünmüştür. 1887’den aşağı yukarı 1912’ye kadar Fabian Avenarius Lloyd adıyla var olan kişi, bundan sonra hayat hikâyesi belirsiz bir kişiye dönüşecektir. Bu, ehliyetini değiştirmek gibi basit bir iş değildir, yeni bir kişiliğe bürünmek anlamına gelir. Şayet ortada bir intihar varsa, tropikal değil, tropolojik [mecazi] bir intihardır; ve Arthur Cravan’ın değil, Fabian Llyod’un intiharıdır.
Dadacılık, genellikle Arthur Cravan’ın adıyla özdeşleşmiş bir harekettir, ama onun en sevdiği hareketler, bedensel olanlardır. Dans etmek, sevişmek, boks yapmak, yürümek, koşmak, yemek, yüzmek. Bedene ait en temel maddelerin –idrar, bok, tükürük, ter– tadına ve kokusuna bayılır ve bu temel sözcüklerin birer ön-metin olduğunu düşünür. Je mangerais ma merde [bokumu yerim], diye ilan eder gururla. Şiirleri ve denemeleri ise ikincil önemdedir – ama devinimlerdeki hız ve duruştaki sabitlikle bunları da birer bedensel tezahür olarak okumak mümkündür: ringdeki birer idman gibi yapılan konuşmalar veya yazılan satırlar, daima hareket halindeki bir bedenin yan ürünleri – sınırları aşan, duyarlılıkları lime lime eden, şöhretleri katleden, kafaları tokuşturan. Cravan’ın yazılarının çoğu, kasıtlı kışkırtıcılıklarıyla, kabadayılığın edebiyattaki karşılığı gibidir; eleştirilerine nakavt etme içgüdüsü hâkimdir.
Konuşmacı olarak gittiği Société des Savants’ta kürsüye taytla, elinde tabancayla çıkar ve havaya ateş açar. Atletleri, eşcinselleri, fahişeleri, hırsızları, delileri vs. över. Şiirlerini tek ayak üzerinde okur; bazen, dinleyicilere attığı kelimelerden okların yanı sıra, çantasını veya yanındaki başka cisimleri fırlatır. Onun edebi sunumları, performans sanatının doğuşundan çok önce, zorlu, hatta tehlikeli birer performanstır.
Cravan’ın, kaçak olmak için geçerli sebepleri olmadan önceki hayatının koordinatlarını tespit etmek de zordur. Anne-babası İngiliz’dir, kendisi Fransızca konuşur, İsviçre pasaportu taşır. Bilinen son ehliyeti Berlin’de çıkarılmıştır, bilinen son adresi Mexico City’dir. Yeniyetmeliğinde, yatılı okuldan atılmış, yük vagonlarında New York’tan California’ya gitmiş, yolda kasaplık, portakal toplayıcılığı ve odunculuk yapmıştır. 20’li yaşlarında klasikler üzerine çalışmış, Atina ve Barcelona’da boks müsabakalarına çıkmış, Paris ve New York’ta modern sanat üzerine konuşmalar yapmıştır. Cravan’ın avangard akımdaki rolünü şu veya bu biçimde ele almadan avangardı anlamak imkânsızdır. André Breton’un dediği gibi, Cravan’ın hayatı avangardın 1912-1917 yılları arasındaki etkisini ölçmek için en iyi barometredir.
Cravan, Dada hakkında hiçbir şey bilmeden Dada’nın atası olmuştur. O yıllarda, olumsuzlama ve yadsımanın rakipsiz ustası olduğunu kanıtlar; daha Cabaret Voltaire ortada yokken, Tristan Tzara’nın anti-art sloganlarına giden yolu döşer. “İftihar, yüz karasıdır,” diye ilan eder. “Şunu kati olarak söyleyeyim: Terbiyeli olmak gibi bir arzum yok.”
Blaise Cendrars, Marcel Duchamp, Francis Picabia, Kees van Dongen, Félix Fénéon, Ossip Zadkine, André Salmon, Gabrielle Buffet-Picabia, Georges de Solpray, Louis-de-Gonzaque Frick ve Walter Conrad Arensberg, Cravan’ın dostları, suç ortakları ve hayranları arasındadır. Fakat Mina Loy, bu isimlerin hiçbirinin yakınından geçemediği bir yere sahip olmuştur onun hayatında. Düşmanlarının çoğu görünmezdir, ama André Gide, Robert Delaunay, Guillaume Apollinaire ve Marie Laurençin kayda geçmiştir. Onlar, Cravan’ın varlığını tehdit olarak algılar, ve ister Maintenant dergisinin sayfalarında olsun ister yüz yüze karşılaşmalarında, kullandığı taktiklerden hoşlanmazlar. Maintenant lafını sakınmaz, polemik üslubunu uçlara taşıyan bir dergidir, centilmence oynamak gibi bir derdi yoktur. Kısa ömrü boyunca, Cravan dergiyi kendine saldırmayanlara saldıracağı, dostlarına ait kafelerin reklamını yapacağı, sanatçıların itibarlarını yerle bir edeceği, gazabını salacağı, şiirlerini yayınlayacağı ve olmadık kahramanlara övgüler düzeceği şahsi bir mikrofon gibi kullanır. Sadece Cravan’ın, sahte adlarla yayınlanan yazılarından oluşan derginin amacı yeteneği keşfetmek değil, aşağılamaktır: “Yazıyorsam, sırf meslektaşlarımı çileden çıkarmak için; hakkımda konuşulmasını sağlamak ve isim yapmak için. İsim yapmak kadınlarla ve ticarette işinizi kolaylaştırır…”
Maintenant dergisi, 391’in ve savaş öncesinde yayınlanan diğer Dadacı dergilerin öncüsü kabul edilir. Cravan içinse, ringdeki halka açık dövüşler ve kavgalar için bir ısınmadan ibarettir.
Cravan’ı, düzenbazlık, narsisizm, intihar, bozgunculuk, kayıplara karışma, sapkınlık, isyan, özlem, sanrı, takıntı ve dışlanmadan oluşan malum patolojik geleneğe bağlamalı mıyız? Ona bir yer kazandırmak için, “kendi türü”nün diğer numuneleriyle, o “nevi şahsına münhasır”larla, “emsalsiz”lerle arasında bağ kurmalı mıyız? Cravan vakasını, Arthur Rimbaud, B. Traven, Ret Marut, Ambrose Bierce, Roland Barthes, Stéphan Mallarmé, Jean Genet, Raymond Roussel, Elsa von Freytag-Loringhoven, Georges Bataille, Alfred Jarry, Anna Tsvetaeva, Guy Debord, Gerard de Nerval, Paul Verlaine, Isidore Ducasse, Jacques Rigaut, Jacques Vaché ve Julien Torma… gibi başka bulanık hayatların, istisnai kazaların ve alter-sanatçıların bağlamına yerleştirme fikri çok baştan çıkarıcı. Ama bunu yapmak, ona bir ev vermek, onu bir yere sabitlemek, kimliğini bir yapı içinde eritmek anlamına gelir. Bu melek-günahkârın özgürlüğüne saygısızlık olmaz mı bu – onu hapsetmek? Kanon, tam da onun kaçtığı kafestir. Bu yüzden o hâlâ firaridir.
Arthur Cravan amacını tam anlamıyla gerçekleştirebilmiş olsaydı, ardında bıraktığı tüm metinleri de yanında götürür, hayalimizde sadece eylemlerinin izini bırakırdı. O bütün dehasını hayatına verdi; ve hayat tutuştuğunda, ardında yeteneğinin kalıntıları kaldı.
Roger Lloyd Conover’in 4 Dada Suicides: Arthur Cravan, Jacques Rigaut, Julien Torma, Jacques Vaché kitabında yer alan “Arthur Cravan” başlıklı metninden kısaltılarak çevrildi. (Londra: Atlas Press, 2005) s. 13-27.