Kral Übü’nün haşmetli göbeğiyle Fransız kamuoyu önünde ilk kez arz-ı endam edişinden bir yıl önce (1895) doğar Jacques Vaché. Ailesi sonradan, Alfred Jarry’nin doğduğu Laval’den çok da uzak olmayan Nantes’a taşınmıştır. Sanat öğrencisi olduğu yıllarda Vaché, Jarry’nin hicvî ve mistik yazılarının çoğunu okumuş, ve zaman zaman Jarry’nin sakar ve burnu büyük anti-kahramanı Übü’ye öykünmüştür. Genç André Breton 1916’da Nantes’ta bir hastanede Vaché’yle tanıştığında (Vaché aldığı bir yara nedeniyle tedavi görmektedir), Jarry’ye duydukları ortak hayranlığı keşfederler. Savaş sırasında hekim olarak görev yapan Breton, Vaché’nin Übü’yü hatırlatan tuhaf davranışları ve değişik kıyafetlere bürünme merakı hakkında şunları yazacaktır: “Bazen değişik üniformalar giyerek Nantes sokaklarında dolaşırdı: kâh süvari, kâh pilot, kâh hekim olurdu. Yanınızdan geçecek olsa, sizi tamamen görmezden gelir ve arkasına bile bakmadan yoluna devam ederdi.”
Vaché’nin bir diğer “Übüvari” jesti de, Apollinaire’in Tiresias’ın Memeleri oyununun prömiyerinde bir İngiliz havacı gibi giyinip içi dolu bir tabancayı salondakilere doğrulttuğu meşhur olaydır; bugüne dek yapılmış en radikal tiyatro eleştirisi olduğuna şüphe yoktur bunun. Yeni yüzyılın adamı olarak, Vaché gerçekliği bir oyun gibi algılar; her şey tarz meselesinden ibarettir. Durmadan büyük dümenler çevirme hayalleri kurar; kendini sahte isimlerle tanıtmak, kılıktan kılığa girmek, kendi uydurduğu hayat hikâyeleriyle caka satmak vs. gibi muziplikler yapar. Vaché aynı zamanda bir Anglofil’dir, Arthur Cravan gibi o da Britanya’ya ve ABD’ye hayranlık duyar. Savaş, köhne bir dünya düzenine bağlı kalmak için umutsuzca çırpınan eski dünyanın riyakârlığını gözler önüne sermiştir. Breton, yeni tanıştığı bu nevi şahsına münhasır dostunu, Dadacı etkinliklere katılan bir ordu hekimi olan arkadaşı Théodore Fraenkel’le ve çocukluk arkadaşı Louis Aragon’la tanıştırır heyecanla. Vaché’ye yeni yazar ve sanatçı kuşağının ve Fransız avangardının eserlerini de tanıtır, gerçi sonradan itiraf edeceği gibi Vaché bunlardan pek de etkilenmiş görünmez. Fakat Breton’un üstelemesiyle, ikisi birçok eser üzerinde birlikte çalışır: bir oyun, bir film, tahta oymalar ve Breton’un şiirlerine eşlik edecek çizimler vs.
Birinci Dünya Savaşı pek çok sanatçının ve sanat akımının şekillenmesinde etkili olur. Fütüristler savaş çığırtkanlığına meylederken, Dadacılar tarafsız konumdaki İsviçre’nin müşfik barış ortamında sürgünü seçerek şamatalarını tertiplerler. Hans Arp, Dadaland’de, “1914 Dünya Savaşı’nın katliamlarına isyan eden bizler Zürih’te kendimizi sanatlara verdik,” diye yazacaktır. “Top tüfek sesleri uzaklardan yankılanadursun, biz var gücümüzle şarkı söylemekle, resim çizmekle, kolajlar yapıp şiirler yazmakla meşguldük. Esaslar üzerine kurulu bir sanatın peşindeydik, çağın deliliğine deva olacak, cennetle cehennem arasındaki dengeyi yeniden tesis edecek yeni bir düzen arıyorduk. Gözünü iktidar bürümüş çetecilerin günün birinde insanların zihinlerini karartmak için bizzat sanatı kullanacaklarına dair belli belirsiz bir önsezi vardı içimizde.”
Vaché’nin savaş mektuplarını okuduğumuzda, son kararı da göz önüne alınınca, savaşta oyun oynayan, ama savaşın ötesini berisini de pek bilmeyen bu kayıtsız askerin kendini ne kadar “lüzumsuz” hissettiğini anlarız. Hayatın kendisi, kaosla, karmaşayla, kanla biçimlenen ve sonunda sorulmamış ve cevapsız kalmaya mahkûm “Neden?” sorusuna götüren bir oyundur onun için. Vaché’nin bu soruya verdiği karşılık ‘umour’dur: hayata karşı kendi kayıtsızlığını ve geleceğe dair, intiharı da içeren bir cevabı tarif etmek için uydurduğu bir kelimedir bu.[1] Onun tavrı, Batı Cephesinde Yeni Bir şey Yok romanının yazarı Erich Maria Remarque’in, savaş sırasında cepheden haber veren gazetelerde bahsedilen “neşeli halet-i ruhiye” konusundaki yorumlarından farklıdır. “Gazetelerde anlattıklarının hepsi zırva,” diye yazar Remarque, “birliklerin ne kadar neşeli bir halet-i ruhiye içinde olduğu, cepheye gitmeden hemen önce danslar düzenledikleri… Biz neşemiz yerinde olduğu için yapmıyoruz bunları, aksi halde paramparça olacağımız için neşeli bir ruh halinde içindeyiz.”
Vaché ise vatanseverliğin her türlüsünden tiksinir. Breton onun mektuplarına Savaş Mektupları adını vermiş, Vaché de sürekli bu “savaştaki oyun” hakkında yazmıştır; ordu içindeki farklı rütbeleri temsil eden üniformalar giyer bu oyun sayesinde: asker, havacı, tercüman olur, bazen de sırf eğlenmek için İngiliz ya da ABD birliklerinin arasına karışır.
Vaché hakkında epeyce yazılıp çizilmesine rağmen, hayatı hakkındaki bilgiler bölük pörçüktür. Lorient’te doğar, dört çocuklu ailenin en küçüğüdür, babası deniz topçu albayıdır; çocukluğunun ilk yıllarını Hindiçin’de [Vietnam] geçirir. Babası 1912’de ordudan ayrılınca aile Nantes’a taşınır ve Jacques orada lisede okurken yakın arkadaş olduğu Jean Bellemère (daha sonra Jean Sarment takma adıyla yazacaktır), Pierre Bissérié ve Eugène Hublet’le edebiyat eleştirisi dergileri çıkarır. 1913’te École des Beaux-Arts’a girerek ressam Luc-Olivier’nin öğrencisi olur, ertesi yıl orduya çağrılınca okulu bırakmak zorunda kalır. Aldığı yara yüzünden bir dönem askerî hastanede kaldıktan sonra cepheye döndüğünde İngiliz birlikleri için tercümanlık yapar. Tabii bu olguların hepsi yüzeyseldir. Vaché en çok intiharıyla hatırlanır, o son umoristik ya da “übik” eylemiyle; bu eylemde kendisine, hiçbir şeyden haberi olmayan askerlik arkadaşlarından biri de eşlik edecektir.[2] Bu çifte intihar kasıtlı mıdır, yoksa Vaché’nin 6 Ocak 1919’da aşırı dozda uyuşturucu alması trajik bir kaza mıdır, bilinmez.
Fransız avangardları intihara mantıklı bir tercih olarak bakarlar ve Louis Aragon’un şiirlerinde intihar tekrar tekrar karşımıza çıkar. Vaché’nin mektuplarında da bu konuya birkaç defa, laf arasında değinilir. İntihar, Jacques Rigaut ve Arthur Cravan’ın yanı sıra, 18 Haziran 1935’te kendini öldüren René Crevel’in eserlerinde de sık işlenen bir temadır. …
Vaché’nin ölümünden sonra Breton onun mektuplarını Littérature dergisinin üç sayısında peş peşe yayınlar; daha sonra Ağustos 1919’da, Au Sans Pareil yayınevinin Collection de Littérature dizisi kapsamında ayrı bir kitap olarak çıkarır. Breton sık sık Vaché’nin kendisi üzerindeki etkisinden bahseder ve ona ithafen metinler kaleme alır, mektupların ilk baskısı için yazdığı sunuş da bunlardan biridir. Aşağıdaki methiye, belki de Vaché’nin mezarına yazılabilecek en dokunaklı kitabedir:
Yirmi üç yaşında, kâinatı bugüne dek gördüğüm en güzel bakışlarla taramış bir adam, esrarengiz bir şekilde aramızdan ayrıldı. Bir eleştirmen için, bunun can sıkıntısının sonucu olduğunu söylemek kolay. Jacques Vaché arkasında vasiyetname bırakacak cinsten biri değildi. “Vasiyet” kelimesini telaffuz ederken dudaklarına yayılan gülümsemeyi görür gibiyim hâlâ. Biz kötümser değiliz. Bir divana uzanmış halde resmedilen bu adam, tam bir fin de siècle adamı diyeceğimiz bu adam, aramızda –psikologların kategorilerini altüst etmeyelim ama– ruhu en az örselenmiş, en ince zekâya sahip olanımızdı.
Jacques Vaché’nin hiçbir şey yaratmamış olduğunu bir türlü kabul edememekle suçlanıyoruz. O, sanat eserini hep bir kenara itti – ölümden sonra dahi ruhu zapteden o prangayı. Tristan Tzara Zürih’te azimle bildirilerini ilan ederken, Jacques Vaché aynı sıralarda Tzara’nın temel savlarını ondan bağımsız doğruluyordu: Felsefe, hayata Tanrı’nın mı, İdea’nın mı yoksa başka fenomenlerin mi bakış açısından bakılacağı meselesidir. Baktığımız her şey yanlış. Bana kalırsa bitmiş bir eserin mahiyeti, tatlı niyetine pastayı mı yoksa vişneyi mi tercih edeceğinizden daha önemli değil.
Paul Lenti’nin, 4 Dada Suicides: Arthur Cravan, Jacques Rigaut, Julien Torma, Jacques Vaché başlıklı kitapta yer alan “Is Suicide ‘Umorous” başlıklı sunuş yazısından kısaltılarak çevrildi (Londra: Atlas Press, 2005).
[1] (Usta çevirmen Haldun Bayrı, Vaché'nin oyunculuğuna yakışır biçimde, bu kelimeyi "alet-i ruhiye" olarak çevirmeyi öneriyor.) “Vaché için başat direniş silahı, ‘umour dediği şeydir: [mizah veya halet-i ruhiye anlamındaki] humour’un -h’si atılmış hali. Bunu ‘her şeyin teatral (ve neşesiz) anlamsızlığı’na dair bir duygu olarak tarif eder. Mektuplarındaki önemli sembollerden biri 'beyinsizleştirme makinesi'dir, sürrealistlere esin kaynağı olmuş oyun yazarı Alfred Jarry’nin eserlerinden devşirdiği bir ifadedir bu. Chicago Sürrealist Grup mensubu, şair Franklin Rosemont bunu şöyle açıklar: ‘insanları kendi adlarına düşünme ve hayal kurma yetisinden mahrum bırakan bu meşum aygıtta, Jarry –ve ondan sonra Vaché– modern teknolojinin en yıkıcı yönünün korkunç bir simgesini görürler.’ Chicago Sürrealist Grup’la yakın ilişki içinde olan Herbert Marcuse, bunu 'tekboyutlu insan' diye adlandırır; Rosemont’la Paris’te tanışmış ve Vaché hayranı olan Guy Debord ise 'gösteri toplumu' der buna. Jacques Vaché içinse, ‘umour ile beyinsizleştirme makinesi sürekli çarpışır.” Richard Burke: 'Umour vs. Debraining Machine – ç.n.
[2] Vaché’nin, arkadaşının (kimine göre iki arkadaşının) çayına kendisinden habersiz aşırı dozda afyon kattığı söylenir – ç.n.