Mayıs 2015’te, Dubai Eğlence Parkları ve Tatil Köyleri, nam-ı diğer Dubailand, Fransa ve Polinezya köylerinin replikaları ile Güney Kaliforniya ve Florida’daki Legoland parklarından ilhamla inşa edilmiş büyük ölçekli bir park gibi çekim merkezlerinin yanına bir yenisinin daha ekleneceğini duyurdu. Bombay merkezli Hint sinemasından esinle Bollywood Parkları adı verilen bu yeni çekim merkezinde, “kırsal Hindistan’ın tüm ihtişamı içinde yeniden canlandırıldığı" Rustic Ravine adında bir tatil köyü; haftada üç gün Bollywood temalı bir müzikalin sahneleneceği, bir Babür Sarayı’nın aslından ayırt edilemeyecek bir kopyası ve “Bombay’ın dillere destan sokak yemeklerini tatma fırsatı bulacağınız Bombay Pazarı” yer alacak.[1]
Bollywood Parklarının inşasının arkasında, Dubai’nin yöneticisi Şeyh Muhammed bin Raşid el-Maktum’un, Birleşik Arap Emirlikleri’nden biri olan Dubai’ye, ve dolayısıyla Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (GCC) bünyesinde yer alan diğer ülkelere akan petrol gelirlerini, şehri, ülkeyi ve son olarak da bölgeyi “dünyanın bir numarası” yapacak kültürel ve lüks atraksiyonlara tahvil etme arzusu yatıyor.[2] Bu atraksiyonlar arasında, Dubailand’in yanı sıra, bir dizi ufak adacıktan oluşan minyatür bir yerküre röprodüksiyonu, dünyanın en yüksek binası olan Burç Halife, dünyanın en yüksek 100 binasından 19’unun kopyası ve dünyanın ilk lüks denizaltı oteli yer alıyor.
Burç Halife inşaatı
Bollywood Parkları, her ne kadar tuhaf ve yapay olarak yaratılmış olsa da bir tüketici ihtiyacına cevap veriyor. Bu ihtiyaç yalnızca Dubai ve Körfez ülkelerinde yatırım yapan Hint sermayedarlardan kaynaklanmıyor. Güney Asya’dan Dubai’ye ve diğer emirliklere yelken açan, giderek genişleyen müreffeh bir orta sınıf da bu yönde bir talepte bulunuyor. Hint ve Pakistanlı bankacılar, ömürleri boyunca Birleşik Arap Emirlikleri’nde yaşasalar da vatandaşlık hakkı kazanamıyorlar; hatta kalıcı oturma izni bile alamıyorlar.[3] Yine de, çocuklarını burada büyütüyor; onları, İngilizce eğitim veren özel okullara gönderiyor ve bu sırada da Dubaili yöneticilerle ve onların Orta Doğulu, Batı Avrupalı ve Kuzey Amerikalı meslektaşlarıyla serbestçe kaynaşıyorlar. Dinledikleri müzikten tutun da seyrettikleri filmlere kadar Bollywood bu insanların tüm kültürel yaşamına damgasını vuruyor. Öyle ki, Dubai sokaklarında, Batı ya da Orta Doğu pop şarkılarından çok Bollywood filmlerinin müzikleri çalınıyor.
Dubai’de, giderek kendini evinde hisseden ve toplumsal merdivenin basamaklarını hızla tırmanmakta olan bu paralı orta sınıf dışında başka Güney Asyalı göçmenler de yaşıyor. Bunlar, Bollywood Parkları’nı, hatta Dubailand’in tamamını ve şehirdeki başka çekim merkezlerini inşa eden, geçici, güvencesiz, sınıf-altı göçmen işçiler. Her gün yüzlercesi şehre akıyor. Bu işçiler, tek bir işverene bağlı olarak çalışıyor ve işlerini kaybettikleri takdirde sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorlar. 50 derece sıcak altında amelelik yapan ve temerküz kamplarının statüsüne yaklaşan kamplarda 10-12 kişilik odalarda yaşayan bu insanların çalışma koşulları, kölelik başlığı altında değerlendiriliyor.[4] Bu insanlar, inşa ettikleri parklarda çalan şarkıları, gösterilen filmleri ve sunulan yemekleri çok büyük ihtimalle buraların müşterilerinden daha iyi biliyorlar. Ama, bu parkların yanına yaklaşmalarına ve müşterilerin görüş alanına girmelerine izin verilmiyor.
Dubai çarşısında işçiler ve halk. MagnumPhotos.
Çalışma koşullarını protesto eden göçmen işçiler, Dubai, 2015.
Ne Bollywood Parkları ne de Körfez ülkelerinde sık karşılaştığımız diğer tuhaf ve gaddarca kültür, emek ve yaşam hırsızlıkları, İngilizce konuşan Batı dünyasının üniversite kampüslerinde, sanat müzelerinde ve televizyon stüdyolarında dönen “kültürel temellük” [cultural appropriation] tartışmalarına konu oluyor. Sanırım bunun sebebi şu: Kültürel temellük, genellikle beyazların ezilen halkların kültürünü temellük ettiği ve bundan fayda sağladığı durumlarda eleştiri ve itirazlara konu oluyor. Popüler müzik, resim, yemek, moda ve diğer kültürel metalar üzerine dönen sayısız tartışma da buna işaret ediyor.[5]
Halbuki Bollywood Parkları ve kapitalizmin uzak geçmişindeki benzeri projeler, ortalığı birbirine katan (bir yiyecek, sanat eseri, şarkı, dans türü ya da dil hakkındaki) en son polemikten daha isabetli bir eleştiri nesnesi sunuyor. Lafı dolandırmadan söyleyecek olursak, kültürün temellük edilişine her zaman emeğin ve yaşamın temellük edilişi eşlik eder. Dolayısıyla Marksist ekonomi-politiğin araçları, bu süreç hakkında, kültürel temellük iddialarına işlemiş liberal hukuk/etik ya da postkolonyal özgünlük söylemlerinin elverdiğinden daha derin bir kavrayış edinmemizi sağlayacaktır.
Kültürel temellük söyleminin materyalist eleştirisi, kapitalizm koşullarında kültüre ve kimliğe ilişkin anlayışımıza değerli bir katkıda bulunabilir. Sonuçta, erken modernliğin ürünü olan ırksal, ulusal, cinsel ve sınıfsal kimlikler –yani kültür–, Amerika ve Doğu’nun keşfi ve kolonileştirilmesi, köle ticareti, çitlemeler, sanayileşme ve kapitalizme geçiş gibi gelişmelerle ilişki içinde doğdu.
Tüccar Kapitalizminde Kimlik Formasyonu
17. yüzyılda Atlantik ve Hint Okyanuslarında ortaya çıkan tüccar kapitalizmi, büyük ölçekte bir kültürel temellüğü de beraberinde getirdi. Ama, aynı sırada emek ve yaşam da muazzam ölçekte ve kanlı bir biçimde temellük edilmemiş olsaydı, bu kültürel temellük hamlesi de gerçekleşemezdi. Fakat, bu sistem, aynı zamanda, kendi sonunu hazırlama potansiyeli taşıyan mezar kazıcıları da üretti: yelken açmış proletarya. Bunlar, Peter Linebaugh ve Marcus Rediker tarafından yaşamları en ince ayrıntılarına kadar ortaya konan denizciler, köleler, firariler, mahkûmlar, borçlular, korsanlar ve tutuklulardı.[6]
Modern kimliklerin ve direniş kültürlerinin kaynağını bu insanlarda arayabiliriz. Biafra Körfezi’nde esir alınan Afrikalılar kendilerini ilk defa köle gemilerinde “İgbo” (oluşum halinde bir ulusal kimlik) olarak tanımlamaya başladılar. Bu insanların gemilerden indirilip köle olarak Yeni Dünya’nın plantasyonlarına satılmasıyla beraber başka bir etnisite-oluşumu süreci işlemeye başladı: Afrikalı-Amerikalı kimliği.[7] Çok farklı arka planlardan gelen beyaz, siyah, kızıl denizciler, aynı sıralarda, bununla bağlantılı bir başka süreçten geçiyorlardı: onları bir toplumsal sınıf haline getirecek, dünyanın ilk modern proletaryası olarak kuracak olan bir süreç. Milliyetçilik ve enternasyonalizm, mücadele ve dayanışma içinde, birlikte şekillendi.[8]
Bambaşka kökenlerden gelen esirler, gemilerde buluştu. Bunun sonucunda, etnisite-oluşumları meydana geldi: İşin bir kısmı, esirleri kökenlerine göre sınıflandıran tüccarlar, subaylar ve gemiciler tarafından yapıldı; geri kalanını ise esirlerin kendileri halletti. Mesela, Olaudah Equiano, İgbo olduğunu gemide öğrenmişti. Bu insanlar kendilerini tanımlamak için daha önce hiç bu kelimeyi kullanmamışlardı; İgbo, daha ziyade, “çalılıklarda yaşayan başkaları”[9] için kullanılan, aşağılayıcı bir terimdi. Başta dil olmak üzere kültürel ortaklıklar, gemide işbirliği ve topluluk için elzemdi. Diğer pek çok Batı Afrikalı etnik grup gibi İgbolar da köle ticaretiyle bağlantılı olarak doğdu.[10] Farklı ve ayırt edilebilir ulusal kültürlerin tarihsel kökenleriyle ilgili bu hikâye, kültürel temellük söylemini doğrudan doğruya karşısına almaktadır.
Yolculuğun başında Afrika’da yaşananlar ile, yolculuğun sonunda Amerika’da işlemeye başlayan bir başka kültür ve kimlik formasyonu süreci arasında paralellikler vardı. Bu süreç, bambaşka topraklardan gelen insanları biraraya getirdi; onları “Afrikalı-Amerikalılar”a dönüştürdü.
Etnisite, köle gemilerinde oluştu. Ama, her türden gemi ve onlara Avrupa, Afrika, Asya ve Amerika’da sığınak sağlayan limanlar, aynı zamanda, modern proletaryanın erken oluşum aşamalarına da tanıklık etti. Bunlar, dünyanın dört bir köşesinden gelen ve o dönemin jargonunda sürekli “yeryüzünün tüm uluslarının paryaları”[11] olarak tanımlanan denizcilerdi. Ve direniş eylemleri gerçekleştiriyorlardı. Örneğin, İngilizcede “grev” anlamında da kullanılan strike kelimesi, denizcilerin ilk mücadelelerine dayanır: Emek güçlerini geri çeken militan denizcilerin ilk eylemi yelkenleri indirmekti (=strike sails).[12] Linebaugh ve Rediker’in ileri sürdüğü gibi, bu insanlar, çok farklı kökenlerden gelmiş olsalar da birbirleriyle özdeşleşebilmişti. Afrikalılar da Amerikan yerlileri de, tıpkı Avrupalılar gibi iliklerine kadar denizciydiler. Bir başka deyişle, dünyanın ilk kendi içinde [in-itself] işçi sınıfı, kısa sürede kendi sesini bularak kendi-için [for-itself] bir sınıfa dönüşmüştü.
1741 New York ayaklanması gibi denizci komplolarını çökertmek için terör ve şiddete başvurmak, veya denizci proletaryayı farklı ırklara göre ayırmak gibi çözümler tek seferde tatmin edici sonuçlar vermedi. Bu, sürekli olarak tazelenmesi ve pekiştirilmesi gereken bir süreçti.[13] Ortak bir kimlik ve kültürün geliştirilmesi bu direnişte denizcilerin elini güçlendirdi. Bu ortak kültür, kelimenin gerçek anlamında ortak bir dile dayanıyordu: Philadelphia’dan Londra ve Kalküta’ya kadar her yerde, ve bu rota üzerindeki bütün noktalarda anlaşılan uluslararası denizci dili [pidgin].
1741 New York isyanının bastırılması
İngilizcenin gramerini, çeşitli Afrika, Güney Asya ve Amerika dillerinin söz dağarıyla harmanlayan bu melez dil, erken denizci proletaryanın ilk aracıydı – basit ama şiirsel bir araç. Üstelik bu melez dil, “sınırlı bir nitelik taşımasından ya da ... içerdiği muazzam deformasyondan ötürü”, egemen tüccar kapitalizmi kültürünün “ayırt etmekte aciz kaldığı” ya da anlayamadığı bir kültürel araçtı.[14]
Ezilenlerin elinde kültürel bir direniş aracı olarak melez bir dilin doğması, kültürel formasyon sürecinde kültürel temellük söylemi tarafından çoğunlukla atlanan bir veçheyi ortaya koyuyor. Ezilenlerin, erken tüccar kapitalizminin zulüm ve sömürüsüne karşı koymak için kullanabilecekleri bir kültürleri vardı ve bu kültürün tarihsel gelişiminin hiçbir noktasında kültürler arasında katı ayrım çizgileri (kültürel temellüğün en sert eleştirmenlerinin savunduğu ayrım çizgileri) olmamıştı.
Neoliberal Kapitalizm ve Kozmopolit İşçi Sınıfı Kültürü
Bir kitlesel emek göçü ve “küresel apartheid”[15] sistemi yaratan neoliberal kapitalizm, aynı zamanda, zulüm ve direnişin potasında kimlikleri yoğuran süreçleri de hızlandırdı. Mesela, Körfez ülkelerinde, inşaat alanlarında çalışan, kamplarda yaşayan, ülkelerine para gönderen, zaman zaman direnen ve greve giden Güney ve Güneydoğu Asyalı göçmenler arasında sınıfsal bir oluşum yaşandı.[16]
Kültürel temellük kavramı, burada gerçekleşen şeyi tarif etmek konusunda yetersiz kalıyor. Bollywood Parkları inşaatı kuşkusuz Hindistan’ın kültürünü temellük etti; ama bu inşaat sırasında, aynı zamanda, Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve daha da uzak diyarlardan gelen göçmenlerin emekleri ve yaşamları da temellük edildi. Bu kurucu şiddetin damgasını sonsuza kadar taşıyacak bir tarihte, kendi içinde ayrışmamış “sömürgeci” halklar ile yine içinde herhangi bir farklılık barındırmayan “sömürülen” halklar arasında çatışma varsayan bir argüman geliştirmektense, Dubailand gibi kültürel mezalimleri özgül bir tarihsel durumun iktidar ve sınıf dinamikleri üzerinden anlamlandırmak daha doğru olacaktır. Temellüğün tarihsel şiddeti, egemen kültürler ile gelişmekte olan kültürler arasındaki çatışmanın durmaksızın yeniden şekillendirdiği bir kültürel göstergenin tarihindeki uğraklardan biridir yalnızca. Bu uğrak, dünya tarihinin ağı içinde anlaşılmalıdır; ondan yalıtılarak değil.[17]
Körfez sermayesi ile Asyalı göçmen işçilerin karşılaşmalarından ne gibi direniş kimliklerinin ve dayanışma dillerinin doğacağını henüz bilmiyoruz. Emeğin kozmopolitliği, politik ifadesini enternasyonalizmde bulan geniş, dünya genelinde bir işçi sınıfı ve ezilenler geleneği kurulmasının yegâne koşulunu oluşturmasa da, bunu kolaylaştırabilir. Raymond Williams’ın yazdığı gibi:
Kolayca ayırt edilebilir bir [İngiliz] işçi sınıfı yaşam biçimi var; özellikle değer verdiğim bir yaşam biçimi... Büyük politik ve endüstriyel işçi sınıfı kurumlarında da gördüğümüz gibi, komşuluğa, karşılıklı sorumluluk ve ortak iyileşmeye vurgu yapan bu yaşam biçimi, geleceğin İngiliz toplumu için olabilecek en iyi temeli sunuyor. Sanat ve ilim irfana gelecek olursak; bunlar, kelimenin gerçek anlamıyla ulusal mirastır ve herkesin erişimine açıktır, ya da en azından öyle olmalıdır.[18]
Günümüzdeki mücadelede bize kaynak sağlayacak ve belki de gelecekteki kültürümüz için tarihsel bir temel sunacak olan, işte bu gelişmekte olan (ulusal ya da Marx ve Engels’in öngördüğü gibi enternasyonal) işçi sınıfı kültürüdür – egemen kapitalist kültüre kâh kafa tutan, kâh bu kültür tarafından yutulan ya da yeniden şekillendirilen bir kültür.
William Crane’in, Historical Materialism dergisinin Kimlik Politikası dosyasında yayınlanan Cultural Formation and Appropriation in Merchant Culture başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir.
[2] Mike Davis, “Sand, Fear and Money in Dubai”, Evil Paradises: Dreamworlds of Neoliberalism içinde, der. Mike Davis ve Daniel Bertrand Monk (New York: The New Press, 2011).
[3] Transit States: Labour, Migration and Citizenship in the Gulf, der. Abdulhadi Khalaf, , Omar AlShehabi ve Adam Hanieh (Londra: Pluto Press, 2014.)
[5] Müzik konusunda bkz. K. Tempest Bradford, “Cultural Appropriation Is, In Fact, Indefensible”, 2017, https://www.npr.org/sections/codeswitch/2017/06/28/533818685/cultural-appropriation-is-in-fact-indefensible> resim konusunda bkz. Hannah Black, “Open Letter: The Painting Must Go”, 2017, http://www.artnews.com/2017/03/21/the-painting-must-go-hannah-black-pens-open-letter-to-the-whitney-about-controversial-biennial-work/ ve Daniel McDermon, “Kimono Promotion Yields to Outrage at Boston’s Museum of Fine Arts”, New York Times ArtsBeat, 8 Temmuz 2015; yemek konusunda bkz. Samantha Bakall, “Where Do We Go From Here? Portland Chefs Weigh in on Portland’s Cultural Appropriation Debate”, The Oregonian, 6 Haziran 2017 ve Conor Friedersdorf, “A Food Fight at Oberlin College”, The Atlantic, 21 Aralık 2015, https://www.theatlantic.com/politics/archive/2015/12/the-food-fight-at-oberlin-college/421401/; moda konusunda bkz. Darío Calmese, “Fashion Does Not Need Cultural Appropriation”, The Business of Fashion, 6 Haziran 2017.
[6] Peter Linebaugh ve Marcus Rediker, The Many-Headed Hydra: Sailors, Slaves, Commoners, and the Hidden History of the Revolutionary Atlantic (Boston: Beacon Press, 2000).
[7] Marcus Rediker, The Slave Ship: A Human History (Harmondsworth: Penguin, 2004). Etnisite-oluşumu[ethnogenesis] tabiriyle, ulsusal ve enternasyonal etnisite ve kültürlerin maddi kökenine işaret ediyorum. (Birbirinden bağımsız Afrika kökenli etnisitelerden faklı olarak) Siyah ırkın, ancak 17. yüzyılın sonlarına doğru, Bacon İsyanı gibi, Kuzey Amerika’da gerçekleşen çok-ırklı ayaklanmaların etkisiyle oluşum sürecine girdiği ileri sürülebilir. Bkz. Barbara Jeanne Fields, “Slavery, Race and Ideology in the United States of America”, New Left Review (I, 181), 1990, s. 106-108.
[8] Steven Salaita belirttiği gibi, bu, “hem doğal hem de jeopolitik sınırlar ötesine geçen bir eylem ve diyalog” biçimiydi; “[söz konusu olan] ulus-devletin milliyetçiliği değil, heterojen topluluklardan oluşan bir şey olarak bizzat ulusun eylem ve diyaloğuydu”, Steven Salaita, Inter/Nationalism: Decolonizing Native America and Palestine (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2016) s. xiv.
[9] Chinua Achebe, “Handicaps of Writing in a Second Language”, Spear Magazine, Ağustos 1964. Alıntılandığı yer: Marcus Rediker, The Slave Ship: A Human History (Harmondsworth: Penguin, 2004) s. 118.
[11] Peter Linebaugh ve Marcus Rediker, The Many-Headed Hydra: Sailors, Slaves, Commoners, and the Hidden History of the Revolutionary Atlantic (Boston: Beacon Press, 2000) s. 158.
[12] Marcus Rediker, The Slave Ship: A Human History, a.g.e., s. 259.
[13] Peter Linebaugh ve Marcus Rediker, The Many-Headed Hydra: Sailors, Slaves, Commoners, and the Hidden History of the Revolutionary Atlantic, a.g.e., s. 174-211. Bu çalışmaya ilişkin aydınlatıcı bir tartışma için ayrıca bkz. Gregory Meyerson, “Rethinking Black Marxism: Reflections on Cedric Robinson and Others”, Cultural Logic (3, 2), 2000, https://clogic.eserver.org/gregory-meyerson-rethinking-black-marxism-reflections-cedric-robinson-and-others
[14] Raymond Williams, Marxism and Literature (Oxford: Oxford University Press, 1977) s. 126.
[15] Immanuel Ness, Southern Insurgency: The Coming of the Global Working Class (Londra: Pluto Press, 2015) s. 63.
[16] Der. Khalaf, AlShehabi ve Hanieh, 2014.
[17] Raymond Williams, Marxism and Literature, s. 121 ve Stuart Hall, “Notes on Deconstructing ‘The Popular’”, Cultural Theory and Popular Culture: A Reader içinde, der. John Storey (Londra: Pearson/Prentice Hall, 1998) s. 449.
[18] Raymond Williams, “Culture Is Ordinary”, The Everyday Life Reader içinde, der. Ben Highmore (Londra: Routledge, 2002) s. 96.