Ulus, Etnisite, Modernleşme: Popüler Kültür Çalışmalarında Antropolojik ve Sosyolojik Yaklaşımlar

Aşağıdaki metin, Néstor García Canclini’nin Hybrid Cultures: Strategies for Entering and Leaving Modernity başlıklı kitabının “Staging of the Popular” adlı bölümünden seçilmiş pasajların çevirisidir (İngilizceye çev. Christopher L. Chiappari ve Silvia L. López [Londra ve Minnesota: University of Minnesota Press], s. 176-183). Aynı bölümden seçilmiş diğer pasajlar için bkz. Halk, Gelenek, Modernlik: Popüler Olanın İnşası

                                     Néstor García Canclini

 

Antropoloji, esasen yerli ve köylü toplulukların incelenmesine hasredilmişti; antropolojinin teori ve yöntemi, geleneksel toplumların ritüel ve mitleri, âdet ve akrabalık ilişkileri gözetilerek oluşturulmuştu. Sosyoloji ise, tersine, makro-toplumsal sorunlar ve modernleşme süreçleri hakkındaki bilgi birikimi üzerine geliştirilmişti. Bu iki disiplin aynı zamanda kalıcılık ve değişime biçtikleri değer bakımından da ayrışıyorlardı. Günümüzdeki durum hakkında genelleme yapmak kolay olmasa da, tıpkı halkbilimciler gibi antropologların da uzmanlık alanı, arkaik ve yerel olan, modernlik öncesi toplumsallık formları, ve yadigârların kurtarılması olmuştur. Sosyolojiyi türdeş bir bilim dalı olarak görmek de aynı şekilde haksızlık olur; ama, bir bilim dalı olarak kökeninin endüstrileşmeyle bağlantılı olduğunu biliyoruz, ayrıca çoğu sosyoloğun, hâlâ, compadrazgo ve akrabalık ilişkileri gibi geleneksel toplumsal ve siyasi örgütlenme biçimlerini “gelişimin önündeki engellerden” ibaret saydığını da biliyoruz.      

Antropologlar, yerli ve köylü dünyasından yana yaptıkları tercihi gerekçelendirmek adına Latin Amerika’da hâlâ 30 milyon yerlinin yaşadığını, bu insanların kendilerine ait toprakları ve dilleri olduğunu, tarihlerinin işgalden öncesine dayandığını, çalışma ve tüketim alışkanlıklarının onları nüfusun geri kalanından ayırdığını hatırlatırlar. Bu insanların 500 yıl boyunca zulüm ve kültürsüzleştirmeye karşı gösterdiği direniş, hâlâ özerk toplumsal ve siyasi örgütlerde ifade bulmaktadır: “kalıntısal bir fenomen, açıklaması olmayan bir anakronizm ya da kayda değer bir önemi olmayan folklorik bir renk olarak” düşünülemez.[1] Etnik grupların “birer ‘potansiyel ulus’ olduğu, somut tarihin toplumsal alanını oluşturabilecek birimler” oldukları görülmeli ve teslim edilmelidir.[2]

Çalışma evreninin bu şekilde sınırlandırılması, etnografik betimlemenin, küçük toplulukların geleneksel özelliklerine odaklanmasına ve bu toplulukların iç mantığının abartılmasına yol açar. Bir grubu diğerinden ayıran şeyin ne olduğuna ya da bu grupların Batı istilasına karşı ne şekillerde direndiğine bu denli yakından odaklanıldığında, bu insanların ulusun geneliyle ve hatta ulusaşırı ekonomi ve sembol piyasasıyla giderek artan etkileşimi ihmal edilir; ya da kısır bir “kültürlerarası temas”a indirgenir. Antropolojinin, yerli grupların kendi içlerinde kapitalist gelişimi nasıl yeniden ürettiklerini ya da ondan öğeler taşıyan karma oluşumlar geliştirdiklerini yorumlamamıza yardımcı olacak topu topu birkaç kavram üretmiş olması bundandır. Varlıkları nadiren kabul edilen çatışmaların, her zaman iki homojen blok arasında cereyan ettiği düşünülür: “kolonyal toplum” ve etnik grup. Çalışma nesnesi olan etnik grubun “topluluk” (yani, istilacı güce karşı yekvücut olmuş bir topluluk) sayılmasını sağlayan eşitlikçi ya da karşılıklı toplumsal ilişkiler incelenirken, iç eşitsizlikler göz ardı edilir.    

Etnografyanın klasik çalışma usulü şehirdeki popüler kültürlere uygulandığında sorunlar iyice artar. Başkentlere göç eden milyonlarca yerli ve köylüyü, endüstriyel çalışma ve tüketim örgütlenmesine tabi kılınmış onca işçiyi nasıl çalışırsınız? Çalışmanızda marjinal kesimleri seçer, küçük analiz birimleri –mahalle, etnik grup ya da kültürel azınlık– belirler, çalışma yöntemi olarak sadece yoğun gözlem teknikleri ve derinlemesine görüşmeleri kullanır, ve ele aldığınız grubu kapalı bir sistem olarak düşünürseniz, soruya doğru cevap veremezsiniz. Bu çalışmaların, mikro-toplumsal meseleler hakkında özgün ve zengin enformasyon kaynakları olduğu söylenebilir. Ama bilgi edinme stratejileri, bir kent antropolojisinin ya da şehirdeki yaşamın anlamına ilişkin kapsayıcı bir görüşün oluşturulmasını engeller. Anlaşıldığı kadarıyla biz antropologlar, modernliğe katılmakta, çalıştığımız toplumsal gruplardan daha çok zorluk çekiyoruz.

Bu çalışmaların bir başka özelliği de, modern hegemonya biçimleri hakkında pek bir şey söylememeleridir. Guillermo Bonfil’in Meksika’daki araştırmalar üzerine yazdığı bir metinde dediği gibi:

 

Popüler kültür hakkındaki antropolojik çalışmaların çoğu, zımnen ya da alenen, çalışma nesnelerinin farklı bir kültür olduğu varsayımından yola çıkıyorlar: araştırmalarında, yerli olmayan köylü topluluklarını ya da kentli kesimleri konu edindiklerinde bile durum değişmiyor.[3]

 

Chiapas dokumaları


   

Chiapas’taki Zinacantan köyünde bir turist

  

“Popüler kültürlerin kendinde kültürler, farklı kültürler” olduğu hipoteziyle ayırt edilen etnografya geleneği, bunları birer alt-kültür ya da bir tahakküm sisteminin parçaları olarak düşünmekten kaçınır. Bu tercihe dayanak sağlayan iki argüman vardır. Birincisi, antropoloji ile tarih arasındaki bağlantıyı gündeme getirir; bu bağlantı, toplumsal süreçlerin “sürekliliğini” ve “artsüremli boyutunu” hesaba katmayı mümkün kılar. Kolonizasyon sürecinin başından itibaren yerli grupları tahakküm altına almanın yollarından biri, farklılıklarını muhafaza etmek olmuştur; tabiiyet yapısı değişmiş olsa da, bu grupların kültürlerinin farklı olması gerekir – bu, farklı sebeplerle de olsa hem egemenler hem de halk kesimleri için bir gerekliliktir. İkinci argüman, günümüzün popüler kültürlerine ilişkin gözlemlerden doğmuştur. Dilin değişime uğradığı ve geleneksel giyim tarzının terk edildiği melez köylü topluluklarında bile “maddi kültürün, üretim faaliyetlerinin, tüketim usullerinin, komünal ve ailevi örgütlenmenin, tıbbi pratiklerin ve aşçılık alışkanlıkların” kimi unsurları ve “sembolik evrenin büyük bir kısmı” varlığını sürdürmeye devam eder. Yerlilikten arındırma [de-Indianization] süreci, bu grupların “özgün etnik kimliklerinde bir kırılma” yaratsa da, farklı olduklarını bir şekilde bilirler ve kendilerini, “toplumlarının tarih boyunca oluşturduğu kültürel mirasın” emanetçisi olarak görürler.[4] Çok daha kökten bir kırılmanın yaşandığı şehirlerde bile, çoğu yerli ya da köy kökenli göçmen,

 

Topluluklarıyla aralarındaki bağları korurlar ve belirli aralıklarla bu bağları tazelerler; buradaki yaşamlarını, koşullar elverdiği ölçüde oradakine uyacak şekilde düzenlerler: nüfusun büyük kısmını oradan gelen insanların oluşturduğu küçük kentsel alanlarda yaşarlar; örgütlüdürler ve kendi topluluklarından olanları ya da hemşerilerini desteklerler; bayramlarını hep birlikte kutlar ve kendi aralarında anadillerini konuşurlar.[5] 

 

Çoğu antropoloğun geleneksel kültürlere odaklanması, modernleşmenin etkileri konusundaki eleştirel görüşleriyle ilişkilidir. Geleneksel yaşam biçimlerini altüst etmenin yanı sıra kitlesel göçleri, köksüzlüğü, işsizliği ve azgın kentsel büyümeyi tetikleyen modern gelişimin, halk katmanları başta olmak üzere toplumun geneli açısından faydasını sorgularlar. Etnik olanı ve köylülüğü geri kalmışlık olarak gören, a priori olarak ilerlemeyle bir tutulan kentsel ve endüstriyel büyümeyi onun yerine geçirmek isteyen her tür evrimci yaklaşımla yılmadan mücadele ederler. Köylü ve yerli geleneklerinin yeniden canlandırılmasında, bu toplulukların bilgi ve tekniklerinde, doğayla etkileşime geçme biçimlerinde ve toplumsal sorunları topluluk halinde çözme alışkanlıklarında, modernleşme kadar onur kırıcı ve bağımlılık yaratıcı olmayan bir gelişim tarzı bulmaya çalışırlar.[6]

Kültür ve siyaset sosyolojisi, geçtiğimiz yirmi yılda popüler kültürlere modernleşmenin açısından bakan rakip bir model geliştirdi. Bu sosyologlar, yerli grupları ortadan kaldıran, zayıflatan ya da ikincil konuma düşüren ulusal entegrasyon projelerinin göreli başarısını vurgulayarak yola çıkarlar. Bu başarının göstergelerinden biri, dil birliğidir. Bir diğeri ise modern eğitimdir; bu eğitim, okur-yazarlığı tüm nüfusa yaymayı ve toplumun üyelerini, emek piyasası ve kapitalist tüketim döngüsünün yanı sıra ulusal siyasi sisteme katılmalarını mümkün kılacak bir bilgi türüyle donatmayı amaçlar. Üçüncü bir gösterge ise, aile ve emek ilişkilerinin modern liberal ilkeler temelinde örgütlenmesidir.    

Endüstrileşmeyi Latin Amerika kalkınmasının itici gücü olarak gören ve sosyoloji disiplinine, geleneksel, zirai ve “feodal” kalıntılarla mücadele etme misyonu biçen düalist sosyoloji teorilerinin bu tarihsel eğilimi pekiştirdiğini biliyoruz. Tam da popüler “geri kalmışlık” eleştirildiği ve o sıralarda sosyoloji, sosyo-ekonomik modeller hakkındaki tartışmaya odaklandığı için madun kültürleri hakkında tek tük araştırma yapılıyordu. Latin Amerikalı sosyologlar oldukça yakın zamanlarda, modernleşme ve toplumsal değişim projelerinin hepsi (kalkınmacılık, popülizm ve Marksizm türleri) krize girince, hegemonya ve mutabakatın eklemlenmesindeki etmenlerden biri olarak kültürü, özellikle de popüler kültürü çalışmaya başladılar.

1980’lerde öne çıkan kültür sosyolojisi çalışmalarına yeniden üretim teorisi yol gösteriyordu; siyaset sosyolojisi çalışmaları ise Gramsci’ci hegemonya kavramını temel alıyordu. Sosyolojinin bu iki alt dalı arasında bir amaç birliği vardı: İkisi de, hegemonik sınıfların konumlarının, mevcut toplumsal yapının yeniden üretimini teminat altına alan modern kültürel sermayenin devamlılığı ve toplumdaki farkların yeniden üretilmesini sağlayan bir mekanizma olarak bu sermayenin eşitsiz kullanımına dayandığını göstermeye çalışıyordu. Fakat popüler kültür hakkında eskisine nazaran daha çok ampirik bilgi edinilmeye çalışılsa da, çalışılan halkların gündelik hayatı genellikle bu makro-teorilerin perspektifinden görülüyordu ve ancak bu teorilere uydurulabilen bilgiler derleniyordu. Bu perspektifin bir iyi tarafı varsa, o da, madun kültürlerine aşırı özerklik atfedilmesi sonucunda ortaya çıkan idealleştirmeleri sorgulamasıdır (bu özerklik atfı, madun kültürlerini toplulukların yaratıcı kapasitesinin tezahürleri ya da endüstrileşme öncesinden kalan geleneklerin özerk birikimi olarak görenlere aitti). Popüler eylemleri toplumsal formasyon bütünü içinde değerlendiren yeniden üretimcilerin bakış açısından madun kültürleri, ekonomik ve kültürel malların eşitsiz dağılımının bir sonucudur. Daha az kaderci olan Gramsci’ciler ise, popüler sınıfların –hegemonik gruplarla aralarındaki çatışmalı etkileşimle sınırlı olsa da– belirli bir inisiyatif ve direniş gücüne sahip olduklarını teslim ettiklerinden, bu bağımlılık ilişkisini tek belirleyici etmen olarak değerlendirmezler. 

Bu iki paradigma arasındaki çatışmayı anlamlandırmanın bir yolu, antropoloji ile sosyoloji arasındaki ayrımın, iki ayrı kültürel gelişme kipinin mevcudiyetine dayandığını varsaymaktır. Bir yanda geleneksel üretim ve iletişim biçimleri, öte yanda, kentsel ve kitlesel devreler olduğuna göre, bunları çalışmak için farklı disiplinler geliştirilmiş olması mantıklı gelir. Popüler kültürlerin daima direniş içinde olduğunu savunan tutumların yanlış olduğu söylenebilir mi? Ya da, modernleşmenin bölgeden bölgeye farklılık göstermediğini, türdeş bir seyir izlediğini savunanların? Araştırma eğilimlerinden biri genele yayılmadığı ya da tek bir kültürel politikanın mümkün olduğunu iddia etmediği sürece, sorun ortadan kalkıyor gibidir. Yine de, gelenek, modernlik ve postmodernlik arasındaki ilişkilere dair kapsamlı bir analizin ortaya koyduğu temel sorunlar cevapsız kalır.

Meseleye yaklaşmanın bir diğer yolu da, hem popüler hem de elit kültürün içinde bulunduğu krizi değerlendirirken ortaya çıkan benzerlikten yola çıkmaktır. Tek bir modernlik biçimi yoktur; birbiriyle örtüşmeyen, hatta bazen çatışan birkaç modernlik vardır. Hem popüler kültürlerin hem de yüksek kültürün geçirdiği dönüşümler, kıtamızda modernleşme projesinin çok farklı şekillerde hayata geçirildiğine işaret ediyor; ayrıca, liberal rasyonalist modelin, kadim yerli kültürleriyle, kolonyal Katolik hispanizmiyle ve her bir ülkenin kendine has sosyo-kültürel gelişimiyle çeşitli şekillerde eklemlendiğini gösteriyor. Fakat, bu heterojenliğin öğelerini irdelerken, disiplinler arası ayrım yeniden su yüzüne çıkıyor. Antropologlar, bu heterojenliği, fark, çeşitlilik ve kültürel çoğulculuk gibi mefhumlar üzerinden düşünmeyi tercih ederken, sosyologlar, heterojenliği “basitçe kültürlerin üst üste binmesi” olarak algılamayı reddediyor; onun yerine, “yerel kültür yapısına her noktada ve beklenmedik şekillerde ‘nüfuz eden’ uluslararası mesaj piyasasına katmanlı ve farklılaşmış bir katılım”dan bahsediyorlar.[7]   

Şimdilik, meseleye yaklaşmak için başvurulan her iki taktiğin de yararını ispatladığını söylemek yerinde olacaktır. Metropollerde doğan modernliği genele yaymanın barındırdığı etnosantrizmi açığa çıkarması bakımından antropoloji terbiyesi paha biçilmezdir; öte yandan, çatışmaları sembolize etmenin ve toplumsal sözleşmeler inşa edip her ulusu kendi projesi dahilinde seferber etmek için kültürel ittifaklardan yararlanmanın yerel biçimlerini tespit etmek de önemlidir. Sosyolojik bakış aynı zamanda, yerel kimliklerin ve enformel bağlılıkların yalıtılmış halde var oldukları yanılgısına düşmediği için yararlıdır; sosyolojik bakış, her bir grubun kültürünün, onu ulusaşırı piyasaya tabi kılan ya da en azından onunla etkileşime geçmeye mecbur eden hareketler tarafından yeniden örgütlendiği gerçeğini hesaba katar.   



[1]  Guillermo Bonfil Battala (ed.), Utopia y revolution. El pensamiento politico contempordneo de los indios en America Latina (Mexico: Nueva Imagen, 1981) s. 27.

[2] A.g.e., s. 30-31.

[3]  Bonfil Batalla, "Los conceptos de diferencia y subordinaci6n en el estudio de las culturas populares", Teoria e investigation en la antropologia social mexicana içinde (Izta- palapa, Mexico: CIESAS-UAM) s. 97-108.

[4] A.g.e.

[5] A.g.e.

[6] Krş. Arturo Warman, "Modernizarse para qué?”, Nexos 50 (Şubat 1982); Bonfil Batalla, México profundo (México: Grijalbo, 1990).  

[7] José Joaquin Brunner, Un espejo trizado. Ensayos sobre cultura y politicas culturales (Santiago: FLACSO, 1988).

popüler kültür, modernite, kolonyalizm, kültüralizm