Uzun ve berbat bir aylaklık döneminden sonra hararetle zengin olma hayalleri kurarken (Tanrım! Bunun hayalini öyle çok kuruyorum ki!); tamamına erdiremediğim tasarılarımı düşünüp, namussuzca ve tamamen beklenmedik biçimde şiir yoluyla servet yapma fikriyle içim kıpır kıpır olmuşken –ben sanatı hep bir araç olarak düşünmüşümdür, amaç değil–, kendi kendime şöyle dedim: “André Gide’i aramam lazım. O bir milyoner. Amma eğleneceğim – şu moruk littérateur’e iyi bir oyun oynayayım!”
Ânında, dahiyane planlarımın nasıl başarıyla sonuçlanacağına dair görüntüler canlandı zihnimde (insan bir fikre ne kadar çabuk ısınıyor!). Gide’e bir-iki satır yazıp, Oscar Wilde’la akrabalığımdan[1] bahsediyorum. Benimle görüşmeyi kabul ediyor. Endamım, geniş omuzlarım, güzelliğim, ilginçliğim, sözlerim karşısında büyülenen Gide bana abayı yakıyor, ne istersem yapacak kıvamda. Hemen Cezayir’e doğru yola çıkıyoruz – Biskra yolculuğu teklifimi geri çevirmiş, halbuki ben onu Somali sahiline kadar sürüklemeye kararlıyım. Yüzüm kısa bir süre sonra bronzlaşıyor, çünkü beyaz olmaktan hep biraz utanmışımdır. Her şeyin parasını Gide ödüyor, özel kompartımanların, safkan atların, konakların, sevgililerimizin… Velhasıl, içimdeki binlerce ruhtan birkaçını nihayet gerçekliğe dönüştürüyorum. Gide ise ödüyor, ödüyor, durmadan para ödüyor. Öyle ki, daldan dala atlayan hayal gücümün hovardalığına uyup, modern çocuk kaprislerimi tatmin etmek için Normandiya’daki çiftliği haricinde her şeyini satmak zorunda kaldığını itiraf ettiğimde bana tazminat davası açmamasını ummaya başlıyorum.
Ah! Hayallerimdeki görüntüm hâlâ aklımda: Akdeniz ekspresinin koltuğunda bacaklarımı uzatmış, biricik Mesen’imin gönlünü hoş tutmak için akla gelmedik önerilerde bulunuyorum…
Bir Androgide[2] kadar ahlaklı olduğum söylenebilir. Peki bunu söyleyecek biri var mı?
Neyse, zaten sonunda Gide’i emellerime alet etme planlarım öyle bir başarısızlıkla sonuçlandı ki, intikam ateşiyle yanmaya başladım. Fakat geri kafalı okurları telaşlandırmamak adına şunu da eklemem lazım ki, Gide’den üç kuruş bile koparamayacağımı anladığım, ve dahası bu cimri fraklının, sırf mükemmelik gerekçesiyle, Théophile Gautier diye bildiğimiz o meleği yerden yere vurma hakkını kendinde gördüğünü öğrendiğim gün, ona karşı büyük bir nefret duydum.
Velhasıl, Mösyö Gide’i ziyarete gittim. Galiba o zamanlar takım elbisem yoktu, aklıma geldikçe hâlâ buna hayıflanırım, çünkü takım elbisem olsa Gide’in başını döndürmem kolay olurdu. Evine yaklaştıkça içimden sohbetimiz sırasında araya serpiştireceğim parlak lafları tekrar ediyordum. Sonra kapıyı çaldım. Bir genç kız açtı (Mösyö Gide’in uşağı yoktur). Kız beni ilk kata buyur etti ve holde, bir dik açı nedeniyle oluşmuş küçücük bir hücreye benzeyen yerde beklememi söyledi. İlerlerken, önünden geçtiğimiz odalara merakla göz attım, konuk odalarının neye benzediği hakkında fikrim olsun diye… Sonra küçük köşemde oturdum. Pencerelerden giren güneş, mürekkebi taze birtakım kâğıtların saçılmış olduğu bir çalışma masasına vuruyordu. Elbette, tahmin edeceğiniz üzere, o küçük yaramazlığı yapmakta bir an bile tereddüt etmedim. Bu sayede şunu rahatça söyleyebilirim ki, Mösyö Gide yazılarını cilalamak için kılı kırk yarıyor ve en az dört taslak yazmadan dizgicilere hiçbir yazısını teslim etmiyor.
Kız gelip beni alt kata buyur etti. Oturma odasına girerken, küçük ama azılı birkaç köpek havlamaya başladı. Pek de hayırlı bir başlangıç sayılmaz. Yine de etrafa göz gezdirmek için bol bol vaktim oldu. Ferah bir oda, modern ve biraz sevimsiz duran birkaç mobilya serpiştirilmiş etrafa; duvarlar boş (belki sadelik, veya gösterişsizlik izlenimi uyandırmak için), ama her şeyden önce, düzen ve temizlikte Protestanca bir takıntıyı eleveren bir ayrıntı titizliği. Öyle ki bir an acaba halıya çamur mu bulaştırdım diye kaygılanıp ter içinde kaldım. Merakımı biraz daha tatmin etmeye, hatta şeytana uyup küçük bir eşyayı cebe atmaya kadar vardırabilirdim işi, tabii Mösyö Gide’in duvardaki gizli bir delikten beni gözetlediğine dair belli belirsiz bir duyguya kapılmış olmasam. Yanılıyorsam, Mösyö Gide’in, haysiyetine düşürdüğüm gölge yüzünden derhal ve alenen dileyeceğim özrü kabul etme yüce gönüllüğünü göstermesini rica ediyorum.
Nihayet, beklenen adam geldi. (O andan sonra beni en çok şaşırtan şey, Mösyö Gide’in bana oturacağım koltuk dışında hiçbir şey ikram etmemesi oldu, halbuki Avrupa sosyetesi, gayet haklı olarak, saat akşam dördü vurdu mu, eğer bir azizseniz çay, değilseniz daha iyisi bir parça alkol veya Şark tütünü sunmanın bu tür buluşmaları hatırlanmaya değer kılan bir ortam yarattığını düşünür.)
“Mösyö Gide,” diye girdim söze, “affınıza sığınarak sizi ziyarete geldim, ama bir konuda sizi baştan bilgilendirmeyi görev addediyorum: mesela boks yapmayı, edebiyata haydi haydi tercih ederim.”
“Halbuki edebiyat, birbirimizle iki tarafa da kazanç getirecek şekilde karşılaşabildiğimiz yegâne alandır,” diye, kuru bir cevap verdi.
“Hayatı doya doya yaşadığı muhakkak,” diye geçirdim içimden.
Sonra, daha önce provasını ettiğim veciz sözleri sohbetimizin orasına burasına serpiştirmeye başladım; yazarın, enişteye yaptığı gibi yeğenden de faydalandığı için memnun olacağını düşünüyordum. Önce, umursamaz bir tavırla şu sözler döküldü dudaklarımdan: “İncil tüm zamanların en büyük çok-satarıdır.” Bir süre sonra, ebeveynlerimle ilgilendiğini belli edince, “annem ve ben,” dedim muzipçe, “birbirimizi anlamak için yaratılmamışız.”
Sonra konu yine edebiyata geldi, ben de hâlâ hayatta olan en az iki yüz yazardan, birkaç Yahudi yazardan, özellikle de Charles-Henri Hirsch’ten söz etme fırsatını kaçırmadım ve şöyle ekledim: “Heine çağdaş Yahudi yazarların İsa’sıdır”.
Ayrılma vaktim geldiğinde, son derece yorgun ve yaşlı bir sesle, “Mösyö Gide, saatimiz kaçı gösteriyor?” diye sordum. Altıya geldiğini öğrendiğimde, ayağa kalktım, sanatçının elini şefkatle sıktım ve kafamda çağımızın en adı çıkmış adamlarından birinin portresiyle, evden ayrıldım – sevgili okurlarım bana bir dakika ayırmayı lütfederse burada kaba taslak çizeceğim bir portre.
Mösyö Gide ne aşk meyvesi bir çocuğa ne file benziyor, ama sıradan bir adam olmadığı da kesin. O bir sanatçıya benziyor… Kemik yapısında dikkate değer bir taraf yok; elleri inanılmaz derecede beyaz, hayatı boyunca çalışmamış birinin elleri. Genel hatları itibariyle minyon; herhalde 55 kilo ağırlığında olmalı, boyu da 1 metre 65 santim filandır. Duruşu, hayatında tek bir mısra yazamayacak bir nesir yazarını ele veriyor. Ayrıca sanatçının sağlıksız bir yüzü var; şakaklarının çevresinde kepekten biraz daha büyük deri parçaları dökülüyor, kimilerinin kabaca “soyulmak” diye tarif ettiği bir vaziyet.
Gelgelelim, sanatçıda, servetini de sağlığını da heba eden müsrifin soylu özyıkımlarından eser yok. Hayır, yüzlerce kez hayır: tersine, sanatçının kendine dikkat etmek için kılı kırk yardığı, son derece sıhhatli olduğu, ve frengisini basit bir halsizlikmiş gibi karşılayan bir Verlaine’dan fersah fersah uzak olduğu her halinden belli oluyor ve kendisinden aksi yönde bir açıklama gelmediğine göre ne fahişeleri ne batakhaneleri ziyaret ettiğini söylesem çok da ileri gitmiş olmam diye düşünüyorum; dolayısıyla, bu ipuçlarından hareketle Mösyö Gide’in son derece ihtiyatlı bir adam olduğunu memnuniyetle söyleyebiliriz.
Mösyö Gide’i sokakta bir kez gördüm. Evimden çıkmıştı. Az sonra dönüp gözden kaybolacağı köşeye yaklaşmışken, bir kitapçının vitrini önünde durduğunu gördüm, halbuki biraz ötede cerrah gereçleri satan bir dükkânla bir şekerci vardı… O zamandan beri Mösyö Gide bana bir kez yazdı ve onu bir daha hiç görmedim.
Buraya kadar anlattıklarım, eserlerin arkasındaki adamı gözler önüne serdi, eserlerini de gözler önüne sermekten memnun olurdum, tabii bunu yaparak kendimi tekrar etmiş olacağımı bilmesem…
Bu metin Arthur Cravan’ın 2 Temmuz 1913’te Maintenant dergisinde yayınlanan “André Gide” başlıklı yazısından kısaltılmıştır. Metni İngilizceye çeviren: Terry Halle. 4 Dada Suicides: Arthur Cravan, Jacques Rigaut, Julien Torma, Jacques Vaché içinde, (Londra: Atlas Press, 2005) s. 36-40.
[1] Cravan, Oscar Wilde’ın yeğenidir. Fabian Avenarius Lloyd adıyla, 22 Mayıs 1887’de Lozan’da doğmuştur. Babası Otho Lloyd, Oscar Wilde’ın karısı Constance’ın kardeşidir. Otho Lloyd, Oscar Wilde’ın itibarını kaybedip hapse düşmesinin ardından ailenin Wilde’la bağı kurulmasın diye hem kendisinin hem de Wilde’ın oğulları Vyvyan ve Cyril’in soyadlarını Holland olarak değiştirir. Cravan’ın, edebiyat çevrelerine, kimi zaman André Gide, kimi zaman Dorian Hope adıyla imzaladığı mektuplar yazarak, Oscar Wilde’a ait olduğunu iddia ettiği metinler gönderen kişi olduğu düşünülmektedir. Metinleri kendisi yazar, fakat Wilde’ın eserlerine benzerliği, Wilde uzmanlarını, hatta Wilde’ın oğlu Vyvyan Holland’ı bile kandırır.
[2] Voltaire’in Eriphyle tragedyasında yer alan, hırslı ve hırsı uğruna suç işlemiş bir karakter; oyunun taslaklarında adı Androgide olarak geçer, Voltaire de mektuplarında ondan bu isimle söz eder, ancak oyunun son halinde adını Hermogide olarak değiştirmiştir – ç.n.