Madende çalışan köleler, MÖ 5. yüzyıl
[…] Şimdi, bir önceki bölümde öne sürdüğümüz savı, kökenlerine inerek kavramaya çalışalım: “İnsan yeryüzünde poetik, yani üretici/yaratıcı [pro-duttivo] bir konuma sahiptir”. … Bu üretici faaliyet, günümüzde “pratik” olarak anlaşılıyor. Mevcut kanıya göre, insanın bütün yapıp etmeleri –sanatçı ile zanaatkârınkinden, işçi ile siyasetçininkine kadar tümü– pratik’tir, yani somut bir sonuç doğuran bir irade tezahürüdür. O halde, insanın yeryüzünde üretken bir konumu olduğunu söylediğimizde, bundan kastımız, insanın yeryüzündeki varoluşunun pratik bir konuma sahip olduğudur.
İnsanın tüm “yapıp etmelerinin”, ayrım gözetmeden pratik diye kavranmasını o kadar kanıksamışız ki, başka çağlarda bunun farklı şekilde kavranmış olabileceğini –nitekim gerçekten farklı kavranmış olduğunu– göremiyoruz. Kendimiz ve etrafımızdaki dünya hakkında yargılarda bulunmamızı sağlayan kategorilerin tümünü borçlu olduğumuz Yunanlar, poiesis (poiein, pro-durre, varlığa getirme anlamında üretme) ile praksis (prattein, eylemde bulunma anlamında “yapıp etme”) arasına net bir ayrım koymuşlardır. Göreceğimiz üzere, praksis kavramının merkezinde, iradenin, dolaysız dışavurumunu bir edimde kazanan düşüncesi yatar. Poiesis kavramı ise, üreterek varlığa getirme deneyimine; bir şeyin var olmayandan varlığa, gizlilik halinden eserin tam aydınlığına geçmesi olgusuna dayanır. Poiesis’in esas mahiyeti, pratik ve iradi bir süreç olması değil, açığa çıkarma, ἀ-λήθεια [a-lētheia: saklı, gizli, örtük olmama] olarak anlaşılan bir hakikat tarzı olmasıdır. Nitekim, insanın “yapıp etmeleri” arasındaki bu ayrım üzerine tekrar tekrar yazan Aristoteles’in, poiesis’e praksis’ten daha yüksek bir değer atfetmesinin sebebi, poiesis’in hakikate olan bu yakınlığıdır. Aristoteles’e göre, praksis’in kökleri insanın bir hayvan, canlı bir varlık olmasına dayanır: Bu kökler, yaşama ayırt edici niteliğini veren hareket (iştihanın, arzunun ve istemenin temel birimi olarak anlaşılan irade) ilkesiyle oluşmuştur.
Yunanların, çalışma’yı, poiesis ile praksis’in yanı sıra insan etkinliğinin bir diğer temel tarzı olarak düşünmeleri mümkün değildi, zira yaşamsal ihtiyaçları karşılamak için gerekli olan fiziksel işleri köleler yerine getirirdi. Ancak bu, çalışmanın varlığından bihaber oldukları veya onun mahiyetini kavramadıkları anlamına gelmiyor. Çalışmak, zorunluluğa tabi olmak demekti; sürekli ve zoraki bir çabayla hayatını idame ettirme gereğinden ötürü insanı hayvanın dengi haline getiren zorunluluğa tabiliğin de, özgür insanın varlık koşuluyla bağdaşmadığını düşünüyorlardı. Hannah Arendt’in haklı olarak belirttiği gibi, kadim dönemde çalışmanın sadece kölelere has olduğu için horgörüldüğü kabulü bir önyargıdır: Kadimler çalışma hakkında tersten akıl yürütmüşler ve hayatı idame ettirmeyi sağlayan faaliyetlerin kölece doğasından ötürü kölelerin varlığını gerekli addetmişlerdir. Başka deyişle, çalışmanın asli özelliklerinden birini, yani yaşamın biyolojik süreçleriyle olan dolaysız bağını kavramışlardır. Zira poiesis, insanın varoluşunun kesinliğine kavuştuğu, eylemlerinin özgürlüğünü ve kalıcılığını güvenceye aldığı alanı inşa ederken, çalışmanın temeli çıplak biyolojik hayattır, metabolizması ve enerjisi emeğin temel ürünlerine bağımlı olan insan bedeninin döngüsel süreçleridir.
Batı kültür geleneğinde, insanın yapıp etmelerinin bu üç türü –poiesis, praksis ve çalışma– arasındaki ayrım zamanla kaybolur. […] Poiesis ile praksis arasındaki bu yakınlaşmaya koşut biçimde, eskiden faal hayat hiyerarşisinde en alt kademede bulunan çalışma kilit değer konumuna yükselir ve tüm insan etkinliklerinin ortak paydası olur. Bu yükseliş, Locke’un çalışmada mülkiyetin kökenlerini keşfetmesiyle başlar, Adam Smith’in çalışmayı servetin kaynağı mertebesine çıkarmasıyla devam eder, ve çalışmayı insanın insanlığının dışavurumu haline getiren Marx’la zirvesine varır. Bu noktada, insanın tüm “yapıp etmeleri” (düşüncenin ve soyut tefekkürün eşanlamlısı olarak kavranan teoriye karşı) pratik olarak, somut üretici etkinlik olarak yorumlanır ve pratiğin de çalışmayla başladığı, yani yaşamın biyolojik döngülerine tekabül eden maddi yaşamın üretimiyle başladığı kabul edilir. Artık bu üretici yapıp etme, her yerde, insanın yeryüzündeki konumunu belirler – insan, çalışan (laborans) canlı (animal) olarak kavranır ve çalışmada kendini ürettiği, yeryüzündeki egemenliğini (dominion) sağlama aldığı kabul edilir. Her yerde, Marx’ın düşüncesinin eleştirilip reddedildiği yerlerde bile, bugün insan, üreten ve çalışan canlı varlıktır. Ve artık yaratıcı etkinlik haline gelen sanatsal üretim de [pro-duzione], bu praksis boyutuna girer – her ne kadar, estetik yaratım ya da üstyapı adı altında, özel bir pratik olsa da.
İnsanın etkinlikleri arasındaki hiyerarşinin tersyüz olmasına işaret eden bu süreç boyunca değişmeden kalan tek bir şey vardır: Praksis’in köklerinin, Aristoteles’in isteme [volonta], iştiha [appetito] ve yaşam atılımı [impulso vitale] ilkeleriyle ifade ettiği biyolojik varoluşa dayanması. Çalışmanın en alt kademeden en üst mertebeye çıkması ve buna bağlı olarak poiesis alanının geri planda kalması, çalışmanın varlığa getirdiği bitimsiz sürecin, tüm insan etkinlikleri içinde, organizmanın biyolojik döngüsüyle en dolaysız bağı olan etkinlik olmasına dayanır.
Modern dönemde insanın “yapıp etmelerini” farklı şekilde temellendirme yönündeki tüm girişimler, praksis’i irade ve yaşam atılımı olarak yorumlayan bu yaklaşıma saplanıp kaldı – yani, bir yaşam yorumuna, insanın canlı bir varlık olarak yorumlanışına. Zamanımızda, insanın “yapıp etmelerini" konu alan felsefe hâlâ bir yaşam felsefesi olmaya devam ediyor. Marx, teori ile pratik arasındaki geleneksel hiyerarşiyi tersyüz ederken bile, Aristoteles’in praksis’i iradeyle tanımlamasını değiştirmemiştir; çünkü Marx için çalışma, özü itibariyle, “çalışma yetisi”dir (Arbeitskraft) ve temeli de insanın “etkin bir doğal varlık” olması, yani iştihaya ve yaşam atılımına sahip bir varlık olmasıdır.
Aynı şekilde, estetiği aşıp sanatsal üretime yeni bir konum kazandırma yönündeki tüm girişimler de, işe poiesis ile praksis arasındaki ayrımı bulanıklaştırmakla başlamışlardır – yani, sanatın bir praksis tarzı olarak yorumlanışı ile praksis’in bir irade ve yaratıcı kuvvet olarak yorumlanışından yola çıkmışlardır. Novalis'in, şiiri “organlarımızın istemli, etkin ve üretken biçimde kullanımı” diye tanımlaması, Nietzsche’nin “kendi kendini doğuran bir sanat eseri” olarak evren fikrinde sanatı güç istenciyle özdeşleştirmesi, Artaud’nun iradeyi tiyatroda özgürleştirme arzusu, ve sitüasyonistlerin sanatta yabancılaşmış biçimde dışavurulan yaratıcı içgüdüleri fiilen hayata geçirerek sanatı aşma tasarıları… bunların hepsinin kaynağı aynıdır: insan etkinliğinin özünün, irade ve yaşam atılımı olarak belirlenmiş olması – ve bu nedenle hepsinin temelinde, sanat eserinin başlangıçta sahip olduğu üretken [pro-duttivo] konumun, hakikate alan açmasından ileri geldiği unutulmuştur. Batı estetiğinin vardığı nokta, bir irade metafiziği, yani enerji ve yaratıcı itki şeklinde anlaşılan yaşam metafiziğidir.
Bu irade metafiziği sanat anlayışımıza öyle derinden işlemiştir ki, estetiğe yönelik en radikal eleştiriler bile onun kurucu ilkesini sorgulamamışlardır: yani sanatın, sanatçının yaratıcı iradesinin dışavurumu olduğu fikrini. Bu tür eleştiriler yine estetiğin alanı içinde kalır, çünkü estetiğin bir sanat eserine ilişkin yorumunu dayandırdığı iki kutuptan birinin en uç noktasına götürülmesinden ibarettirler: İrade ve yaratıcı kuvvet olarak anlaşılan deha kutbunun. Gelgelelim, Yunanların poiesis ile praksis ayrımından kastettikleri, tam da, poiesis’in özünün bir iradenin dışavurumuyla ilgisinin olmamasıdır (ki iradeye kalsa, sanat hiç de zorunlu olmazdı): Poiesis’in özü, hakikatin üretilmesi ve bunun sonucunda insanın önünde varoluşu ve eylemi için bir dünyanın kapılarının açılmasıdır.
Giorgio Agamben, The Man Without Content, s. 42-44
Aristoteles’e ait kavramların çevirisine katkılarından ötürü Nazile Kalaycı’ya teşekkürler.