/ Sanat-Özgürlük / Sanat ve Devrim

Bizler ne sanatçılarız ne de anti-sanatçılar. Bizler yaratıcı insanlarız – devrimcileriz. Yaratıcı insanlar olarak kendimizi yeni bir toplum inşa etmeye adadık; ama aynı zamanda, süregiden bu şaklabanlığa bir son vermeliyiz. Bu toplumun ürettiği kül olmuş bedenleri ve ölü zihinleri hangi sanat yerinden edecek? Yaşam tuzla buz edilirken nasıl yaratabiliriz (çünkü yaşam yaratım demektir)? Her şeye rağmen, yine de yaratmalıyız. Bu dehşete son vermek için gereken araçları yaratmalıyız. Yalnız başımıza değil, kitlelerin safında (ne onlara öncülük ederek, ne de onların öncülüğüne girerek) hem psikolojik hem de fiziksel bakımdan yeni olanın tohumlarını ekmeliyiz.

 

 

 

Suni sanat kavramı bizi zapturapt altına alamaz. İhtiyaç duyduğumuz şey bundan çok daha fazlası, yaşamı bütünüyle kucaklayabilecek bir form. Bu suni kavram geçmişte bile kâfi gelmemişti. Yaşarlarken sanatçı olarak kabul edilmeyen, ancak insanlık ufkunu genişletmeyi öğrendikten sonra bu sıfata layık görülen ne çok sözde sanatçı vardır. İlkel kültürlerin sanat mefhumları yoktu ama doğal insan tepkilerinden de mahrum değillerdi. Yaratıcı itkileri, tinseli ve fizikseli; idolleri ve araçları; bilinmeyeni ve bilineni; kısacası, topyekûn yaşamı kucaklıyordu. İstesek bile (ki, istemiyoruz) geriye gidemeyeceğimiz ortada; ama ileriye gidebiliriz. Ve bizimkisi gibi verimli kaynaklara sahip bir medeniyet, yaşamın bütünlüğü içerisinde bir kez daha ve daha geniş bir ölçekte hüküm süreceği bir aşamaya ulaşabilir; ulaşmalıdır da.

Eskilerinin yerine yeni kurallar koymak gibi bir niyetimiz yok. Bir kez zincirlerinden kurtuldu mu insanın kendi yolunu bulacağına inanıyoruz. Özgür bir insan asla kendi iradesiyle esarete boyun eğmez; lakin dış güçler tarafından yeniden esarete itilmesine engel olmalıyız. Bu yolda elimizdeki silahlardan biri de eğitim ve özgür yaratıcılıktır. Her biri potansiyel olarak yaşam denen bu bütünlüğün aynı ölçüde kıymetli parçaları olan farklı kişilikler, çevreler ve çağlar insanlığın geliştireceği güçleri belirleyecek. Birkaç örnek meramımızı anlatmaya yetecektir.

Rus Devrimi, beraberinde getirdiği toplumsal değişimlerle kültür alanında muazzam bir değişim meydana getirdi. İnsanlar şövale resminin ölümüne şahit oldu. (Gerçi bize sorarsanız zaten daha baştan ölüydü; şövale kullanan sanatçılar her zaman bu mecranın barındırdığı farz edilen şeyden fazlasının peşindeydiler. Dolayısıyla Van Gogh’la Bourgereau’yu aynı kefeye koyamayız.) “Sanat için sanat”ın sonunu muştulamıştık; ama bu da zaten suni bir tartışmaydı. Mağara resimleri sanat niyetine mi yapılmıştı? İlkel insanlar “sanat için sanat” mı yapmışlardı? Peki ya ilk Hıristiyanlar? Rönesans öncesi sanatçılar ve Giotto gibi erken Rönesans dönemi sanatçıları da mı “sanat için sanat” yapıyorlardı? Fütürizmle coşup taşan 20. yüzyılınkiler de dahil olmak üzere gelip geçmiş bütün yaratıcı insanlar “sanat için sanat” mı yapıyorlardı? 1917’de yaratıcı insan ilk defa toplumsal bir devrim bünyesinde faaliyet gösterme şansını elde etti. Biri Maleviç, diğeri Tatlin tarafından temsil edilen iki ana yaklaşım mevcuttu.

Maleviç’in geliştirdiği şekliyle laboratuvar sanatı kuramı, yaratıcı insanın bireysel üretiminin hem psikolojik hem de fiziksel potansiyelinden yararlanıyordu; önce zihnin görüş ufkunu genişleterek, sonra da insani çevrenin planlı bir şekilde düzenlenmesinin temellerini atarak. Tatlin tarafından temsil edilen diğer yaklaşım ise, halihazırda var olan maddi ihtiyaçları alıp yaratıcı bir varlığa dönüştürmenin peşindeydi. Kurucularının psikolojik ihtiyaçlarından ve ufukta belirmekte olan yeni bir toplumun sosyal ihtiyaçlarından doğduklarından her iki yaklaşım da devrimin bir parçasıydı. Yaratıcılığın önü ancak daha sonraları, bürokrasi ve ardından yükselişteki Stalinizm çakma bir hareketi, Sosyalist Gerçekçiliği zorla devreye soktuktan sonra kesilecekti.   

 

 

 

Aynı yıllar (1917-25) başka yerlerde başkaları tarafından farklı tepkilerin geliştirilmesine tanık oldu. Burjuvazi hakimiyetindeki savaş mağduru Avrupa’nın, devrim sonrası Rusya’yla aynı yolu tutması beklenemezdi. Yine de kimi benzerlikler yok değildi. Alman Bauhaus’u (zaman zaman Maleviç ve Tatlin’in yaklaşımlarını birleştirerek) konstrüktivist bir yaklaşım benimserken Hollanda De Stijl hareketi Maleviç’inkine daha yakın bir yol izledi. Fakat bu noktada devreye bambaşka ama bir o kadar önemli bir rol üstlenen Dadacılar girdi. Dadacılar, yıkımının herkese hayır getireceği, can çekişen köhne bir toplumun altını oymaya giriştiler. Devrimciler olarak sokaktaydılar ve yaratıcı insanlar olarak dünyanın başına musallat olan o sapkın medeniyeti alaşağı etmenin peşindeydiler. Sonradan, yeni bir psikolojik deney inşa etmeye yönelik çabalarıyla sürrealistler de aynı hedefi benimsedi; aynı zamanda doğrudan devrimi vurguluyorlardı:  burjuvaziyi çeşitli şoklarla farkındalığa zorlamaktansa tümden ortadan kaldırmaktı amaç (Dadacılar –Berlin kolu hariç– daha çok ilk yolu benimsemiş gibiydi).

Fakat, biz yeni bir çağa aitiz. Geçmişten ders aldık ama geçmişin canı cehenneme. Bu geçmişlerden biri de bizimki olabilirdi – ama o kadar şanslı değiliz. Benzerlikler bir yana, fark esas olacaktır. Geçmiş hareketlerin tümünü hazmettik; ama sonunda hepsini, doğal gelişim süreci içerisinde yeni olanın kendiliğinden serpilip doğmasını sağlayacak gübre olarak attık bünyemizden. Ufukta yeni güçler beliriyor: Sibernasyon, gelişen silahlar ve dünya çapında devrim... tüm bu güçler bizi etkiliyor ve biz de onlar üzerinde bir etki yaratabilmeliyiz. Fiziksel, psikolojik, toplumsal ve estetik boyutlarıyla çevreyi topyekûn yeniden şekillendirebiliriz ve şekillendirmeliyiz ki geriye insanı bölecek hiçbir sınır kalmasın. Yarınlar bizimdir, ama ancak onun için mücadele edersek.

 

Black Mask, sayı 3 (Ocak 1967). Art and Social Change adlı kitaptan alınmıştır, der. Will Bradley ve Charles Esche (Tate Publishing, 2007) s. 132-133.

Black Mask, sanat ve direniş, sürrealizm, sanat/özgürlük, Dada