Özerkliğin Ötesi

Sanatın özgürlüğü sorusuna verilmiş, iyi bilinen ve iyi tanımlanmış bir cevap var. Modernliğin, daha doğrusu modern toplumun verdiği cevap: “özerklik”. Bu cevap ne kadar iyi biliniyorsa, cevabın tatmin edici olmadığı, öncüllerinde ve çıkarımlarında hatalı olduğu görüşü de bir o kadar yaygın: Deniyor ki özerklik, sanatın özgürlüğü dendiğinde aslen neyin söz konusu olduğunu anlamamıza imkân vermiyor. Sanatın özerkliği, sanatın özgürlüğüyle ilgili sorunun cevabı değil – bu doğru. Peki sanatın özgürlüğünü sanatın özerkliği olarak düşünmek ne demek? Ve sanatın özerkliğini sorgulamak nereye varır? Bu aynı zamanda sanatın özgürlüğünü de sorgulamak anlamına mı gelir, yoksa bizi sanatın özgürlüğüyle ilgili soruyu yeniden ve başka türlü sormaya mı zorlar?

 

1.

Özerklik kavramı modern toplumun yapısında temel yer tutan bir fikri ifade eder. Sanatta söz konusu olan şeyin, modern toplumun bölünmüş olduğu başka alanlarda söz konusu olan şeylerden farklı olduğu fikridir bu. Bu alanların her biri, sadece kendi sınırları içinde geçerli olan, kendine ait bir başarı tarifiyle tanımlanır. Max Weber’in, “kendine ait içsel yasalarla” yönetilen “değer alanları”ndan söz etmesinin nedeni de budur (Weber burada özerklik kavramını kelime anlamıyla çevirir [otonomi = auto+nomos: kendi yasalarıyla yönetilen]).[1] Modern toplumun farklı alanları değeri farklı şekillerde ölçer. Bütün alanlar için geçerli olacak tek bir ölçüt yoktur; iyi veya kötü, başarılı veya kusurlu, anlamlı veya anlamsız, meşru veya gayri meşru sıfatlarının neye göre atfedileceğini belirleyen tek bir genel-geçer standart yoktur. Onun için, başka alanlardaki başarı tanımları, sanattaki başarı standardını bağlamaz –ve dolayısıyla sanatın gerçekte ne olduğunun tanımını da bağlamaz, zira ancak başarıya ulaşmış sanat bize sanatın ne olduğunu anlama imkânı verir. Farklı alanların benimsedikleri değerler arasındaki fark, her birinin diğerleri karşısında özgür olması anlamına gelir.

Sosyologlara göre, farklı değer alanlarına (veya sistemlerine) ayrışma, modern toplumun temel olgularından biridir. Bu nedenle sanatın özerkliğini savunmak, özerkliğe karşı çıkan kimilerinin öne sürdüğü gibi, sanatın toplumdan bağımsız olduğunu öne sürmek anlamına gelemez. Bu alanların yapılarındaki farklılaşma toplumsal mahiyet taşır, dolayısıyla bütün diğer alanlar gibi sanatın ulaştığı özerklik de toplumsaldır. “Modern sanatın toplumsal niteliği, işleyişi bakımından kendi içine kapalı ve özerk olmasına dayanır – toplumun, bu formu, sanatın da aralarında olduğu bütün işlevsel sistemlere yüklemesi koşuluyla.”[2] Yani sanat, toplum tarafından özgür olacak şekilde belirlenmiştir.

Modern toplumun diğer tüm alanları için de aynı şey geçerlidir. Sanatsal başarının ne olduğunu –yani sanatın ne olduğunu– bizzat kendi belirlemek zorunda olduğu için sanatın özgür olduğunu söylediğinizde; öteki alanlardaki değerlerin sanattaki başarı belirlenimini bağlamadığını belirttiğinizde, sanata has bir şey söylemiş olmazsınız. Sanat özerktir çünkü modern toplumdaki pek çok alandan sadece bir tanesidir, dolayısıyla sanat ancak çok sayıdaki toplumsal alandan biri olarak özerktir: tıpkı diğer alanların her biri gibi.

O halde sanatın özerkliğini savunmak, sanatın mutlak olduğunu ilan etmek anlamına gelmez. Tersine, hükmettiği alanın göreceliğini kabul etmek anlamına gelir. Sanatın “değerleri” –sanatsal başarının neye dayandığının, yani sanatın ne olduğunun tanımı– sanatın ötesinde geçerli değildir: Nitelikli bilimin, nitelikli politikanın, dinin, ekonominin vs. ne olduğu konusunda hiçbir etkileri yoktur. Sanatın, kendisinin ne olduğu konusundaki anlayışı bilimi, politikayı, dini, ekonomiyi vs. ilgilendirmez. Toplumsal özerklik olarak özgürlük, kayıtsızlığa işaret eder.

Ancak özerkliğin kesinlikle işaret etmediği bir şey varsa, o da çatışmasızlık, farklı alanların barış içinde biraradalığıdır. Alanların özerkliği, tersine, aralarındaki antagonizmanın temel nedenidir. Fakat bu antagonizma, alanlar arasında, başlı başına başarının ne olduğuna dair bir tartışma olamaz: Modern, farklılaşmış toplumlarda başlı başına başarı diye bir şey yoktur. Başarı konusundaki tartışma ancak alanın –sözgelimi sanatın– kendi içinde sürdürülebilir; sanatın (dışsal) özerkliği, kendi içindeki tartışmayı başlatır. Ama sanatın özerkliği aynı zamanda ister istemez sanatla toplumdaki diğer özerk alanlar arasındaki antagonizmayı da tetikler, çünkü herhangi bir anda hangi alanın sınırları içinde bulunulduğundan hiçbir zaman emin olunamaz. Şu veya bu şey hâlâ sanat mıdır, yoksa bilime, politikaya, dine veya ekonomiye, bambaşka değerlerle ölçüleceği ve başarı konusunda bambaşka bir tartışmanın yürütüldüğü bir alana dahil edilebilir mi? Sanat ile diğer alanlar arasındaki antagonizma, meselede kimin haklı olduğu sorusu etrafında değil, meselede kimin hakkı olduğu sorusu –konunun hangi değere göre ölçüleceği– etrafında döner: Temsilî bir idam sehpası, bir cinayet kurbanının imajı, veya bir cenaze töreni, sanatsal bir deney olarak mı görülmelidir, yoksa politik, dinî veya ahlaki bir eylem olarak mı? Ve onu şu ya da bu standarda göre ölçmek bizi nereye götürür?  

  


Sam Durant’ın “Scaffold” (Darağacı) heykeli önünde protesto. Heykel, 1859-2006 yılları arasında ABD hükümeti tarafından onaylanan idam cezalarının infazında kullanılan idam sehpalarına gönderme. Eser, 2017’de Minnesota’da Walker Art Center’ın bahçesinde sergilendiğinde yoğun protestolara sebep oldu, çünkü Minnesota’da 1862’de Abraham Lincoln’un emriyle 38 Dakota yerlisi asılarak idam edilmişti. Sanatçının beyaz olmasından ötürü eserin bu katliamı istismar ettiği düşünülerek sergiden kaldırılması talep edildi. Galeri yöneticileri ile sanatçının kabile liderleriyle yaptıkları görüşmeler sonucu eserin sökülüp tahta kısımlarının Dakota âdetlerine uygun olarak yakılmasına karar verildi. Sam Durant, konu hakkında bir bildiri yayınlayarak, daha önce Avrupa ülkelerinde, beyazların ağırlıkta olduğu izleyiciler için sergilenen heykelinin Dakota yerlilerine ne ifade edeceğini düşünemediği için özür diledi.  

  

Bazen bu bizi çözülmez çelişkilere sürükler. Öyle uç durumlar vardır ki, bir şey “sadece iyi olmamasına rağmen değil, tam da iyi özelliklerden yoksun olduğu için” birine “güzel gelebilir”. Bunu Nietzsche’den beri biliyoruz; ondan önce, Baudelaire’in şiir kitabına verdiği başlıkla Fleur du mal’den de aynı mesaj çıkarılabilir.[3] Sanatın özerkliği meselesi (dolayısıyla da bir bütün olarak modern toplumun yapısı) masaya yatırılmadıkça bu konuda yapılacak hiçbir şey yoktur. Farklı toplumsal alanlarda sunulan başarı tanımları yalnızca o alanların kendi içinde tartışılmakla kalmaz; bu alanlar daima belli bir konuda hangi standardın uygulanacağı konusundaki tartışmalara da bulaşır.

Max Weber bu durumu  dramatik bir “çözümsüz kavga” olarak tasvir eder – “bilimin [keza politikanın] değil, kaderin hükmettiği bir kavga”.[4] Ama modern toplumda olaylar bu kadar dramatik gelişmez, çünkü modern toplum bu kavgaya hukuki sınırlar çizer. Medeni kanunun en temel biçimi icazettir. Kanun, sınır çizerek icazet verir. Özgürlük alanları arasına hudutlar çizer. Sanatın, toplumun hukuki sınırları içinde kaldığı sürece kendi değerlerine uygun olarak iş görmesine icazet verir. Bu hudutların tam olarak nerede çizildiği de başlı başına tartışma konusudur: Ahlaken rencide edici olduğu düşünülen bir resim bir sanat ürünü müdür, ve sırf bir resim olduğu için mi caizdir? Yoksa belirli bir tarzda (diyelim soyut veya yabancılaştırıcı tarzda) boyandığı için mi? Yoksa bir sanat kurumunda sunulduğu için, ya da sanatçı diye tanımlanan bir kişi tarafından yapıldığı için mi caizdir? Ne var ki, sanatta neyin caiz olduğu konusunda bir sınırın bulunduğu fikri –ki bu da devam eden tartışmalara konu olan ve yasal hükümlerle tekrar tekrar otoriter biçimde çizilen bir sınırdır– tartışmaya açık değildir. Neyin caiz olduğunu belirleyen yasal sınırlama, sanatın özerkliğinin ayrılmaz parçasıdır. Özerklik olarak sanatın özgürlüğü, medeni kanunun bir kategorisidir.

Yasal icazetin diğer yüzü, hatta önkoşulu, kayıtsızlıktır. Yasa sanatın özgürlüğüne icazet verir çünkü ne sanatın öteki alanlar üzerinde, ne de diğer alanların sanat üzerinde söz hakkı yoktur. Alanların değerleri eşit ölçüde geçerlidir, dolayısıyla her alan diğerlerinde olup bitenlere karşı kayıtsızdır – hiçbiri, kendi sınırlarını aşıp kendi meselesi olduğuna inandığı konulara karışmadığı sürece. Sanat özerkliğini kazanmak için hükümranlığından feragat eder.

  

2.

Sanatın özerkliğinin eleştirisi birbirine karşıt iki yönde ilerler. Bu eleştirinin bir biçimi, sanatın özerkliği tezinin, sanatın burjuva toplumundaki gerçekliğini anlamadığını iddia eder: Buna göre, sanat gerçekte özerk değildir çünkü gerçek sanatsal başarı standartlarına başvurulduğu her seferde, aslında bunların bambaşka standartlar olduğu ortaya çıkar: salt ekonomik başarı, politik güç, narsistik tatmin vs. Bu da sanatın özgür filan olmadığına, sanatın özgürlüğünün bir yanılsama olduğuna işaret eder.

Buna karşılık, özerklik eleştirisinin diğer biçimi, özerklik tezindeki yanlışın, özerkliğin var olmamasından ileri geldiğini iddia etmez. Buna göre, sanatın özerkliği olup olmadığı sorusu asıl belirleyici soru değildir. Zira sanatın özerkliği tezi tam da doğru olması halinde yanlış olacaktır. Sanatın özerkliği yanlıştır çünkü bu yanlış bir özgürlüktür: burjuva toplumunun özgürlüğüdür. İlk eleştiri, sanatın özerkliğine toplumsal gerçeklik adına karşı çıkar; ikincisi ise hakiki özgürlük adına. Onun için ilk eleştirinin ya ikincisine katılması, ya da nihayetinde toplumsal statükoyu olumlaması gerekir.   

Hakiki, esaslı özgürlük fikri, modernliğin estetik düşüncesinde en baştan beri mevcuttur. Bu fikrin, toplumun diğer alanlarının tecavüzüne karşı sanata yasal koruma sağlamaktan oluşan negatif özgürlük kavramıyla ilgisi yoktur. Sanatın neden 1800’den sonra özgür sıfatını aldığını hatırlamak bu nedenle önemli; günümüzün değişen koşulları altında, özerklik anlayışına yan çizip bu özgürlük kavramına dönebiliriz. O tarihte tasavvur edildiği biçimiyle sanatın özgürlüğünün pozitif bir anlamı vardır. Hayal gücünün (diğer bir deyişle “duyumsama”nın veya “duyarlılığın”) özgürleştirilmesine dayanır. 

Kant da estetiğin özgürlüğünü burada görür. Kant’a göre her türlü bilgi ve temsil, anlama yetisi ile hayal gücünün, kavramlar ile duyu algılarının biraraya gelmesini gerektirir; bu birliktelik olmadan hiçbir şey anlayamaz, hiçbir şey söyleyemeyiz – daha doğrusu, başkalarının anlayabileceği, kesin bir şey söyleyemeyiz. Sıradan bilgi ve temsilde bu birliktelik hiyerarşik bir ilişkidir. Duyarlılık, anlama yetisinin çizdiği çerçevede iş görür ve onun kurallarıyla yasalarına uyar – aksi halde rastlantısal ve tutarsız bir gürültü dışında, hiçbir deneyim veya temsil üretemez. Oysa estetikte, alımlama yetisi olan hayal gücü özgürdür; anlama yetisinin yasa veya kavramlarıyla yönlendirilmez: “Hayal gücünün özgürlüğü, tam da, kavramlar olmadan tasarlayabilme gücüne dayanır”.[5] Başka deyişle estetik, Kant’a göre, anlama yetisi ile duyarlılık arasındaki kapsama ilişkisi askıya alındığı için özgürdür. Estetik özgürlüğün; özgürlüğün hayata geçirilmesi olarak estetik deneyim ve temsilin en temel tanımı budur: Estetik özgürlük, hayal gücünün, anlama yetisinin yasa koyma gücünden bağımsız olmasıdır. Demek ki estetik özgürlük, “yasasız” bir özgürlüktür (Kant). Estetik özgürlük anarşiktir.

Hayal gücünün anlama yetisinin yasalarından kurtulduğu bu estetik özgürlükten, sanatın özgürlüğü doğar. Sanat, hayal gücünün anarşisini, kural tanımazlığını harekete geçirdiği için özgürdür. Bu demek değildir ki sanatın özgürlüğü hayal gücünün anarşik, oyuncul özgürlüğüne dayanır. Sanatın özgürlüğü, hayal gücünün oyununa kendini kaptırma özgürlüğüdür. Hayal gücünün oyununda kendinden geçmeye dayanır. Sanat, kural tanımazlıkta, yasasızlıkta, anarşide, kendi gerçekleşmesinin bir “önkoşulunu” (Nietszche) gördüğü için özgürdür.  

O halde, özgürlük ile başarı arasındaki ilişki, özerklik teorisinin tasavvur ettiğinden çok farklıdır. Özerklik şu anlama gelir: sanat özgürdür, yani kendi alanında başarıyı nasıl tarif edeceğine kendi karar verebilir; hiç kimse veya hiçbir şey –bilimin, politikanın, dinin, ekonominin vs. yönelttiği hiçbir talep– ona dışardan müdahale edemez. Fakat şimdi gördüğümüz üzere o özgürlük aslında başarının içsel bir önkoşuludur: Sanat, hayal gücünün yasasız oyununa kendini bırakarak iş gördüğü için özgürdür. Sanatın başarıdan anladığı budur, ve bu sayede özgürdür: gerçek sanatsal başarı, sanatın kendi başarılarını temelden tehlikeye atmasını gerektirir. Sanat (özerklik anlayışının varsaydığı gibi) kendi kendini belirlemez. Sanatta, başarıya ulaşmayı amaçlayan bir eylem tarzı, başarı kadar başarısızlık olasılığını da her zaman içeren bir kural tanımazlığa kendini bırakma riskini göze alır.

Şayet sanat sadece bu anlamda özgürse, toplumun başka alanlarıyla olan ilişkisi de, karşılıklı icazete dayalı kayıtsızlıktan çok farklı olmalıdır. Zira sanat o zaman başka alanların sınırlarına göz diken bir hedefin peşinde demektir. Kendisinin hakiki özgürlük olduğu inancını, veya sadece bu tarzda ilerleyen bir eylem tarzının gerçek anlamda özgür eylem olduğu inancını kabul ettirmektir hedefi. Sanatın özgürlüğünden, sanatın hakikat iddiası doğar. Sanat toplumun farklı alanları arasındaki karşılıklı kayıtsızlığa son verir. Artık bu alanlar sadece aralarındaki sınırların nerede başlayıp nerede bittiği üzerine tartışmaz; yalnızca bir imgenin, bir sözün, bir eylemin hangi alana ait olduğu değildir mesele artık. Bütün alanlar şimdi gerçek özgürlüğün ne –veya nasıl– olduğunu, gerçek başarının ne veya nasıl olduğunu tartışmaya başlar.

  

3.

Sam Durant’ın “Darağacı” adlı heykelini eleştirenler, şiddete dayanan bir baskı aracını sergilemenin, o baskı hakkında etkili bir eleştiriyi ifade etmek yerine onu fiilen tekrarlayıp idame ettirdiğini öne sürdüklerinde, heykeli şöyle savunabiliriz:[6] bu bir sanat eseridir, ne bir politik eylemdir, hatta ne de sembolik bir eylemdir. Politik bir eylem –aynı zamanda sembolik bir eylem– değerlendirilirken, eklemlendirdiği politik yargı temel alınır ve bir çatışmaya nasıl müdahale ettiğine bakılır: söz konusu politik yargı, bir çatışmayı tespit ediyor, belirginleştiriyor, hatta belki çözüme kavuşturuyor mu... Bir sanat eserinde ise bunların hiçbiri önemli değildir. Sanat eseri, politik eylem araçlarını, malzemelerini, imajlarını ve temsillerini temellük edip dilediği biçimde kullanabilir. Sırf renk etkisi yaratmak için, üzerinde gamalı haç olan bir pazubent imajını bile kullanabilir. Politik eylemle uğraşanlar öfkeye kapılacaktır. Ama öfkeye kapılma sebepleri, eserin belirli bir mesaj göndermesi, eserde politik bir beyanı ayrımsamaları değildir: Sam Durant’ın eserinde Dakota yerlilerine yönelik şiddeti savunan bir beyanı, veya Francis Bacon’ın eserinde Nasyonal Sosyalistleri savunan bir beyanı ayrımsamazlar. Öfkelenmelerinin sebebi, eserde bir beyan ayırt edememeleridir. Çünkü sanat politik yargıdan kaçınır. Çünkü o sanattır. Ama sanat olarak, bu tür şeyleri yapmakta serbesttir: politik açıdan müphem olabilir; politik eylem ve sembolleri, politik içerikleriyle ilgilenmeksizin salt birer malzeme olarak kullanabilir; politik olmayan –yani, sanatsal– etkiler yaratmak için bunları çok farklı malzemelerle birleştirebilir. Sanat özerkliğini böyle savunur. Sanattan başka hiçbir şey olmadığı ve kendi sınırları içinde kaldığı sürece, dilediğini yapmakta özgürdür; sanattan başka hiçbir şey olmayan sanatta her şeye izin vardır.


  

Francis Bacon, “Çarmıha Geriliş”, 1965. Üç kanatlı eserin sağında, alt tarafta boğuşuyor gibi görünen iki figürden birinin kolunda gamalı haç pazubenti var. Bacon gamalı haç bantını sadece formu nedeniyle kullandığını, amacının “kolun sürekliliğinde bir kesinti yaratmak ve kolun etrafına kırmızı renk eklemek” olduğunu söylemiştir.  

  

Ancak, sanatın özgürlüğünü özerklik olarak değil de hayal gücünün kural tanımazlığına, yasasızlığına kendini kaptırma özgürlüğü olarak düşünürsek, o zaman sanat dilediğini yapmakta özgür olmaz. Ancak yapması gerekeni yapmakta özgür olur: kural tanımazlığa teslim olmayı göze almalı; herhangi bir şeyi başarmak için, başarısızlık riskini sahiplenmelidir (çünkü kural tanımazlık başarısızlıktır). Sanat bunu yapmadığı takdirde özgür olmaz. O zaman, hazır bulduğu tavırlara, yargılara, kimliklere bağımlı kalır ve tek yaptığı onları tekrarlamak olur. Mesele sanatın farklı belirlenimler yaratması değil, belirlenimleri farklı biçimde yaratmasıdır. Sanatın kural tanımaz olma özgürlüğü boş değildir. Sanat belirlenimler –tavırlar, yargılar, tutumlar– yaratır, ama bunlar eskiden beri var olan belirlenimler bile olsa sanat onları baştan yaratır; estetik oyunun kural tanımazlığından, belirlenemezliğinden doğan özgür belirlenimlere dönüştürür.

Sanatın özgürlüğü onun normudur; yasasızlığa teslim olmayı göze alması sanatın yasasıdır. Sanatın özgürlüğünün, şu ya da bu sanatsal etkiye ulaşmak için dilediği gibi iş görme özgürlüğüne sahip olunan bir seçme özgürlüğünün karşıtı olması da bundandır. Kural tanımazlığa teslim olmayı göze alma özgürlüğü, sanatın görevidir (veya etiğidir: tiyatro örneğini ele alırken Alain Badiou “oyun etiği”nden bahseder: oyuncuların, “karşısında etkilerin gücüne başvurmanın daima güven verici olduğu o boşluğun kıyılarında, o uçurumun kenarında sağlam durması”nı gerektirir bu etik).[7] Bu nedenle her sanat eserinin yüzleştiği can alıcı soru, görevini yerine getirip getirmediğidir: kural tanımaz olma özgürlüğünü kullanıp kullanmadığıdır. Eğer kullanmadıysa, yaptığı şeyi yapmakta özgür değildi demektir bu; kullandıysa, doğru demektir. Durant’ın “Darağacı” eseri, bu özgürlüğün bir sonucu, yani bir  ifadesi midir? Yoksa ulaşmaya çalıştığı ve araçlarını yönlendirdiği bir etkiyi mi hedeflemiştir?[8] Sanat bu soruyla yüzleşerek, ona sadece belli politik yargıları yeniden üretme ve bu yargıların kabul edilmiş geçerliliğine boyun eğme görevi yükleyen bir eleştiriye karşı kendi özgürlüğünü savunur.



Dana Schutz’un “Open Casket” (Açık Tabut, 2016) adlı eseri önünde protesto. Eserde, 1955’te vahşice linç edilerek öldürülen 14 yaşındaki siyahi Emett Till’in parçalanmış yüzü resmediliyor. Cenazede annesinin arzusuyla Till’in tabutu açık bırakılmış, bu şekilde fotoğrafı çekilmişti. Sanatçının beyaz olmasından hareketle, siyahların acısının beyazlarca istismar edildiği, politik görünümlü sembolik bir sanata malzeme edildiği öne sürülerek eser ağır eleştirilere ve protestolara konu oldu.

  

Fakat sanat, özgürlüğünü bu şekilde –özerklik değil de kural tanımazlık adına– savunmakla, aynı zamanda bir karşı-saldırıda bulunur. Sanatı özerklik adına savunmak, sanat ile politika arasındaki sınırı sağlama alarak sanatı politik eleştiriden korur. Salt özerk olan bir sanatın artık politik eleştiriye söyleyecek hiçbir şeyi olmaması bundandır; bir taraf öbürünü susturmak ister, öbürü de buna sessizlikle karşılık verir. Sanat özerkse, politika da özerktir ve hiçbiri diğerine temas edemez. Ama bu sınır, kural tanımaz olma özgürlüğünü kullanan sanat için geçerli değildir. Çünkü böyle bir sanat o özgürlükte yalnızca kendi özgürlüğünü ayrımsamaz. Başarı, özgürlüğü öngerektirir; özgürlük, hayal gücünün kanunsuzluğuna teslim olmayı göze almaya dayanır. Bu yalnızca sanat için geçerli değildir; sanat için geçerliyse, genel olarak da geçerlidir. Durant’ın “Darağacı” eseri hakikaten özgür bir sanat eseriyse, o zaman birtakım yargılar adına onun var olma hakkını reddeden politik eleştiri karşısında temize çıkmakla kalmaz; bizzat politik eleştiriyi eleştirme ehliyetine de sahip olur. Sanat eserinin, kendisine yönelen eleştiriye karşılık gündeme getirdiği eleştirel soru, politik eleştirinin de kendi payına özgür olup olmadığı, özgür bir yargı eylemi olup olmadığı sorusudur. Heykelle ilgili politik yargı, heykelin yaptığı gibi kural tanımaz olma özgürlüğüne teslim olmayı göze almış mıdır? Yoksa hazır bulunan kimlik atıflarını yinelemekle mi yetinmiştir – yani, özgürlüğün tersi olan bir eylem olarak mı kalmıştır?

Sanat kural tanımaz olma özgürlüğünü kullandığında, sanat ile politika, sanat ile bilim, sanat ile din, sanat ile ekonomi vs. arasındaki karşılıklı kayıtsızlığa son verir. Politikadan, bilimden, dinden, ekonomiden, tam da kendinden beklediği şeyi talep eder: hukuken icazet aldıkları şeyi yapmak yerine, sanatın özgürlüğünde örneğini bulan özgürlüğü kullanmalarını.

  

Christoph Menke’nin Texte zur Kunst dergisinin Art without Rules? başlıklı son sayısında iki dilde yayınlanan “Jenseits der Autonomie/Beyond Autonomy” başlıklı yazısının İngilizcesinden çevrilmiştir.



[1] Max Weber, “Zwischenetrachtung”, Gesammelte Aufsatze zur Religinssoziologie içinde, cilt 1 (Tübingen, 1988) s. 541.

[2] Niklas Luhmann, Art as a Social System, çev. Eva M. Knodt (Stanford, 2000) s. 135.

[3] Max Weber, “Science as a Vocation”, David Owen ve Tracy B. Strong (ed.), The Vocation Lectures içinde, çev. Rodney Livingstone (Indianapolis, 2004) s. 22-23.   

[4] A.g.e.

[5] Immanuel Kant, Critique of Judgment, çev. Werner Pluhar (Indianapolis, 1987) s. 151.

[6] Bu eleştiriler, eserin 2017’de Minnesota’da Walker Art Center’da sergilenmesi üzerine dile getirilmiştir.

[7] Alain Badiou, “Rhapsody for the Theater”, çev. Bruno Bosteels, Theatre Survey içinde, 2, 2008, s. 220.

[8] Klaus Speidel ve Kolja Reichert, linç kurbanlarından Emmett Till’in fotoğrafını temellük ederek resmeden Dana Schutz’un eseri karşısında bu itirazı dile getirmişlerdir.

sanat/özgürlük, sanat-politika, sanatın özerkliği