Ömer Uluç’un dördüncü ölüm yıldönümü dolayısıyla, sanatçının Adnan Benk, Sezer Tansuğ, Cevat Çapan ve Önay Sözer’le yaptığı söyleşiyi dört bölüm halinde yayınlıyoruz. Söyleşi ilk olarak, editörlüğünü Adnan Benk’in yaptığı Çağdaş Eleştiri dergisinin 1983 yılı Mart ayı sayısında Her Resim Bir Sorunsal’ı Çözer… ve Getirir başlığıyla yayınlanmıştır. İlk bölüm:Ömer Uluç'la Söyleşi I: Figüratif ve Soyut Resim
Bir sonraki bölüm: Ömer Uluç'la Söyleşi III: Ayrılık, Hız ve Denge
Sezer Tansuğ: Ben şunu söyleyeyim: gelenekle yakın bir temasa geçebilmek için çok kişisel bir duyuşun, çok kişisel bir gücün, çok kişisel bir yeteneğin olması gerek.
Adnan Benk: Yani bizim koşullarımız içinde bu ressamlıktan sonra varılacak bir aşama.
Ömer Uluç: Hiç şüphesiz bu çok doğru. Örneğin demin Kandinsky lafı geçiyordu. Eski Rus sanatının çok renkli bir kaynağı var. O kaynağın orada olması başka bir olay, onun Kandinsky gibi bir adamla, tekrar çok yaratıcı bir şekilde çağdaşlaşması başka bir olay.
S.T.: İzin verirseniz Slav renkçiliği konusunda şunu belirtmek istiyorum: Rusya’ya Teofanes isimli bir adam gitmiştir İstanbul’dan 19. yüzyıl başlarında. İstanbul’daki Bizans dinsel resmi koyudur, çünkü bir başkent üslubu. Bu üslup, bu renk anlayışının Rusya'da tamamen pembelere, sarılara, yeşillere dönüştüğü biliniyor. Andrey Rubler de bunun en büyük temsilcisi. Orada bir çeşit Slav renk cümbüşü işe karışıyor ve Kandinsky’nin geleneği de buna bağlı.
A.B.: Demek ki Avrupa resmi kalıplarından sıyrılıp evrensele giderken, Uluç da evrenselden sıyrılıp yerele gidiyor... Öyle mi acaba?
Önay Sözer: Demin oldukça kavramsal bir biçimde konuştuk. Batı’daki soyut resimle bizdeki geleneksel soyutlama örneklerini karşılaştırdık. Bunların ayrımı da aşağı yukarı ortaya çıktı. Bu arada söz şurada kalmıştı: Amerikan soyut resmiyle, Fransız soyut resmi arasında bir ayrımın ortaya çıktığı söylendi. Sen de oradan kalkarak neden ben de kendi soyut resmimi aramayayım, dedin.
Ö.U.: Ama o kadar programlı değildi bu.
Ö.S.: Tamam, programlı değil. Ama en azından bir esin noktası, bir çıkış noktası. Bir dürtü olarak vardı.
Ö.U.: Ben yalnızca, soyut resme bakarak, belli bölgelerde belli duyarlıkların olabileceğini söyledim. Soyut resim, belki de figüratif resimden daha çok farklılıklar gösteriyor. Çünkü yalnızca renk ve çizgiyle oynandığı için çok büyük farklılıklar oluyor.
Koşan Genç Kız, 1974
Ö.S.: Bu nokta da iyi, fakat benim sormak istediğim şu: bir Fransız resmiyle bir Amerikan resmini soyut resim olarak karşılaştırdığımızda bunların genel kültür ortaklığı içinde, ayrımlarını saptamak çok kolay. Birinin dinamizmi, ötekinin bitmişliği. Bize döndüğümüzde kültürümüzü bu genel tarihsel gelişme çerçevesine yerleştiremediğimize göre senin karşına burada büyük bir güçlük çıkmadı mı? Şu anlamda güçlük: yerel bir şeye dönmek istiyorsun, kendine özgü bir şeye dönmek istiyorsun.
A.B.: İstiyor mu acaba, onu sordun mu? Belki de hiç istemiyordur, evrensel olmak istiyordur.
Ö.S.: O zaman burada bir gelenekle karşılaşıyoruz. Kuralcı bir gelenek, sansür koyan bir gelenek. Öbür tarafta ise gittikçe bireyselleşme eğiliminde olan, tam anlamda özgürlükçü bir gelenek var. Bunun karşılaşmasından mı senin için bir şey doğabilirdi? Bunu inceden inceye düşündün mü? Bunun hesabı var mı sende? O zaman bunun güçlükleri nelerdir? Benim için ilginç olan bunun güçlüklerini senden öğrenmek. Burada başarı da benim için önemli değil.
Ö.U.: Önce şunu söyleyeyim ki, resim yapma olayı yalnızca bir kültür olayı değil. Yalnızca kültürlerle hesaplaşmak ya da yalnızca bir kültürü canlandırmak ya da daha eski bir kültürle ilişki kurmak olayı değil. Bunu böyle görürsek sanatın çok önemli bir bölümünü yadsımış oluruz. Sanat yapmak önünde sonunda bir risk almaktır.
Cevat Çapan: Şöyle diyebilir miyim Ömer? Sanatçı, en çok kendi olabileceği bir dil bulmaya çalışıyor. Bu dilin öğretildiği sanılıyor, akademilerde, okullarda, atölyelerde falan. Sen bu işe başlarken böyle bir okulun yokluğunu görüyorsun. Sonra bu dili kendi kendine öğrendiğini biz görüyoruz, izliyoruz. Burada sanatçı olma aşamasına geldiğinde o dil insanın kendisini en çok gerçekleştirebileceği bir araç olarak ortaya çıkıyor. Sanıyorum ki o dil bir ölçüde geleneğin parçası. Ama senin kendin olabilmen için de, o dili o ölçüde kendine özgü bir dil yapman gerekiyor. Burada önemli olan yerellik. Çünkü kendin bir yerin parçasısın: bir toplumun, bir ülkenin parçasısın. Oradaki malzemenin farkına vardığın ölçüde ve onu kendi duyarlılığınla yoğurabildiğin ölçüde kendin oluyorsun. Sanıyorum ki, senin resminde, benim başarılı olarak gördüğüm, bunu büyük ölçüde halletmiş olman. Sezer’in bulduğu koşutluk da o: yerli değerlerle senin kişisel dilinin çakışması. Bir çeşit gerçeği bulman ve bu gerçeğin kendi gerçeğinle örtüşmesi.
A.B.: Bu soruyu daha bir açalım isterseniz. Sen belirli bir geleneğin parçasısın, bu geleneği bulup yorumladığın zaman kişiliğinin görüntüsel anlatımını bulursun, diyor Cevat. İyi ama, senin o yerelin parçası olduğun nereden belli? Cevat bunu sanki bu böyleymiş gibi söylüyor. Belki senin kişiliğin bu yerel öğelerden hiç yararlanmadı? Yalnız evrensel resmin öğelerinden yararlanarak da kişiliğini bulamaz mı insan? Bu, hiç değilse bir olanak olarak var. Senin kişiliğini bulman. Türkiye'de doğdun diye ille de bizim geleneklerimizden yararlanmanı şart kılmaz. Önay da az önce özgürlükçü resimden söz etti. Bu da kaypak bir kavram. Resim bu kadar özgürlükçüyse, konstrüktivizmden tut da bilmem ne izme kadar nasıl oluyor da bunca kurala saplanılıyor? Çünkü bugün özgürlükçü dediğimiz, yani klasiğe karşı olan resim baştan aşağı kural. Özgürlük orada da yok. Özgürlük bizi aldatmasın demek istiyorum. Özgür bir resim demek klasik olmayan resim demektir. Fakat onun da ayrı kuralları var. Ben bu sözleri senin de kurallara bağlı olduğunu belirtmek için söylüyorum.
C.Ç.: Bir açıklama yapabilir miyim? Ömer’in bir geleneğin parçası olduğunu bulması değil, bir geleneğin parçası olması da değil, olması gereken bir geleneğin olmadığını görmesi söz konusu. Öyle bir gelenek olsa ona bir resim dili öğretirdi, fakat böyle bir durumla karşı karşıya değil başlangıçta.
A.B.: Sözünü ettiğin gelenek bizde var saydığımız resim geleneği mi?
C.Ç.: Evet, bizde var saydığımız gelenek. Onun için Ömer akademik gelişmenin dışında bir ressam olarak başlıyor ressamlığa.
A.B.: Ama akademilerdeki gelenek Batı geleneği, bizim varsaydığımız resim geleneğimizle ilgisi yok.
C.Ç.: Evet, hem akademideki geleneğin dışında, hem de bizde olması gerekip de olmayan geleneğin dışında başlıyor. Ressamlığa başladıktan sonra bir resim dili oluştururken, bir duyarlığın bilincine varıyor. Amerika’dan döndüğü zaman Türk resmi konusunda tartışmaların güncellik kazanması, gündeme gelmesi Ömer’in bu kaygıları ile örtüşüyor. Ressam kişiliğinin ortaya çıkmasında da bunun payı var bence. Bu sorunu yaşıyor olmasının payı var.
A.B.: Öyleyse daha yalın bir biçimde soralım Ömer’e: “Ben bir Türk ressamı olmak istiyorum” dedin mi sen? Yoksa sadece “ressam olmak istiyorum” mu dedin?
Ö.U.: Tabii “ressam olmak istiyorum”, dedim.
C.Ç.: Ben bunun tersini söylemiyorum ki!
A.B.: Ama o da bunu söylüyor işte!
S.T.: Böyle bir söz dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir zaman olmamıştır.
A.H.: Bu sorun dünyanın hiçbir yerinde yoktur da, dünyanın bir yeri olduğumuz halde her nedense bizde vardır. Her tartışmada varmış gibi ortaya çıkar: Türk resmini bulmak, Türk müziğini yaratmak. Bir sanatçı için böyle bir sorun olacağını sanmıyorum.
S.T.: Bu sonradan gelen, sorunu zenginleştiren, anlamlandıran bir şey, bir değer bu. Yoksa bir sanatçı ben Amerikalı ressam olacağım, Amerikan resmi yapacağım, Fransız resmi yapacağım, Alman resmi yapacağım diye yola çıkmaz mutlaka. Sonra demin siz “bizde olduğunu varsaydığımız gelenek” dediniz. Böyle bir varsayım söz konusu değil. Böyle bir gelenek var.
A.B.: Bir gelenek ancak öğretim konusuysa vardır. Öğretilirse vardır, öğretilmezse yoktur. Olgudur yalnızca, geleneğe dönüşmemiştir.
Ö.S.: Ama bir görgü olarak da olabilir.
A.B.: O görgü bizde yok. Bu ressamların hiçbiri minyatürleri seyrederek yetişmediler. Bizde resim hevesi, Avrupa’yla başladı. Batı’nın örneklerini seyrederek başladı. Bunların hepsi ressamlığı oradan öğrendiler. Ona heves ettiler. O gelenek var tabii. Ama biz onu yalnızca var sayıyoruz çünkü Ömer Uluç için yok. Aydınlar, ressamlar, herkes Avrupa resminin röprodüksiyonlarını seyrederek başladı. Bunu niye inkâr edelim?
Bebek İkon, 1978
Ö.U.: Batı resmine, özellikle de soyut resme baktığımız zaman, Batı soyut resmini anlamaya başladığımız zaman, bizdeki yerel değerlerin önemini kavramaya başlıyoruz. Bizde böyle oldu, her yerde olur demiyorum. Bizim dünyamız aslında evrensel dünyanın çok canlı noktası. Ona girdiğimiz zaman öbürüne rastlamak da kaçınılmaz bir olay. Şunu çok iyi saptamak gerek: “Batı’da çok büyük bir estetik var, bizde de başka bir estetik var; o başka bir kutup, bu başka bir kutup” değil sorun. Alttan çok büyük bir birleşmişlik var aralarında.
S.T.: Ayrıca bu noktadan hareket edersek bir ressamın geleneğe sonradan varması diye bir olay çok kategorik bir olay da değil. Yani önce buna başladı, sonra onu gördü ve ona gitti biçiminde kategorik olarak anlatılmamalı.
Ö.U.: Burayı da duymaya başladıktan sonra, oraya da başka türlü bakıyor insan; sürekli diyaloğu olan, diyalektik içinde bir olay bu. İslam sanatını iyice gördükten sonra Matisse’e başka türlü bakıyorsunuz, daha iyi anlıyorsunuz onu. Ayrı bölmelere koymamak gerekir. Yıkmak gerekir bölmeleri.
Ö.S.: Yıkmak sözü biraz fazla. Şimdi ben bir güçlüğü karşılamak istiyorum, o da şu: Batı resmi geleneği içindeki bir ressamın bu gelenek karşısında ya da ona eğilerek yaptığı bir yorum var. Yine de bu bireysel yorum geleneğin içinde oluyor. Şimdi ressam olma bireysel yorum yapılmadan olanaklı değil. Sen ressam olmak istiyordum, dedin. Türk-Osmanlı geleneği karşısında, o geleneği bireysel yorumla karşılamak isteyen bir ressamın durumuyla Batı resim geleneği karşısında bireysel yorum getirmek isteyen Batılı bir ressamın durumları, sorunları aynı değil bence. Senin Türk-Osmanlı resim geleneğiyle hesaplaşman bir Batı ressamının kendi resim geleneği ile hesaplaşması gibi kolay ve aynı anlamda bir hesaplaşma olamazdı. Eğer bunu kabul ediyorsan...
Ö.U.: Burada bir cevap vermek isterim. Bir sanatçının sanat yapması kendisi için sadece kültürel bir olay değil. Kültürlerle hesaplaşmak, ondan alıp ona vermek değil. Felsefî olarak bir sanatçının yaptığı iş tikel olanı genel hale getirmektir, çoğul hale getirmektir. Bütün ressamlar için bu aynıdır. Senin kendinle olan, doğayla olan sorunların tikel ve özel sorunlardır. Ancak yaratıcı olduğun zaman bu herkes için olabilir ve genel olur. Van Gogh’un bir ağacı görmesi ve çizmesi tikel bir olaydır, özel bir olaydır. Van Gogh yaratıcı bir van Gogh olarak önemli bir resim yaptığı zaman bu ağaç herkesin görebildiği ve sevebildiği bir ağaç oluyor. O biçim genel ve çoğul bir biçim oluyor. Batılı ressam için de Doğulu ressam için de aynıdır bu.
A.B.: Pek anlayamadım. Bir ağaç resmi yaptı van Gogh. Yaptığı şey karşısında “bu tikel kaldı” diyebilir mi? Yaptığı resim kendisine özgü resim kalabilir mi?
Ö.U.: Kendisine özgü terimi çok karışık.
A.B.: Peki senin teriminle “tikel” diyelim.
Ö.U.: Kalamaz.
A.B.: Demek ki bu ayrım çok yatkın görünmekle beraber aldatıcı. Her yaratılan şey ister istemez evrenseldir. Öbür türlüsü yok ki.
Ö.U.: Yaratılanla seyreden arasında. Herkes her şeyi yaratıyor yani.
A.B.: İyisini yaratır, kötüsünü yaratır. İyisi de evrenseldir, kötüsü de. Herkes bunun kötü resim olduğunu anlıyorsa, o da evrenselliktir. Bir resim göster ki evrensel olmasın.
Ö.U.: Ama şöyle bir şey var: iyi sanat dediğimiz nedir?
A.B.: İyilikle evrenselliği bir mi tutuyorsun? Bir de onu anlayalım.
Ö.U.: Evrensellik konusu... Hayır, bir tutmuyorum.
A.B.: Senin sorunun sanıyorum bu değildi. Bu senin kendine kattığın bir sorun. Bir ressam resim yaparken bunu düşünmez bence. Çünkü bu seni resim yapmaya götürmez. Başka bir şey götürür seni resim yapmaya. Onu bulmaya çalışıyoruz. Bana öyle geliyor ki sen kendini birtakım kalıplar arasında gizliyorsun. Bu değil sana resim yaptıran. Bu senin söylediğini her edebiyatçı da söyleyebilir. Güzeldir ama, bir şey açıklamaz, bazı şeylerin de gizlenmesine yol açar. Örtücü bir sözdür. Ben sana başka bir şey sormak istiyorum; sen hiç, figüratif yani anımsatıcı resim yaptın mı? Bu geleneği biliyor musun? Bunu öğrendin mi?
Ö.U.: Öğrendim tabii…
A.B.: Nerede?
Ö.U.: Atölyede.
A.B.: Nasıl?
Ö.U.: Ben kalktım modelden resim yaptım, kadın resmi yaptım, çocuk resmi yaptım.
A.B.: Yani sen bu gelenekten gelen bir ressamsın.
Ö.U.: Herkes bu gelenekten az buçuk geçmiştir. Bunun dışında çok az ressam vardır.
S.T.: Belki naifler.
Ö.U.: Eğer atölye resmi diyorsanız, tabii ben ondan gelen bir ressamım.
A.B.: Peki o atölyedeki gelenek, Avrupa’da yüzyıllardır süren bir gelenek. Bizde ise çok yeni. Neden bu kadar yeni olan bir şey seni kanıksattı? Batılı ressam Avrupa’da müzeler dolusu, hemen hemen aynı anlayışta resimler görüyor ve kanıksayabiliyor. Seni kanıksatan ne oldu? Niçin bu resme karşı çıktın da soyuta yöneldin?
Ö.U.: Bir kere başta söyle bir şey var: kanıksamaktan çok yabancı olmak var işe. Türkiye’de resim yapan bir adamın Rönesans sanatına ilgi duyması güç bir olay. Burada doğmuş büyümüş bir adamın, belli bir yere gelmiş bir adamın Rönesans mimarisi, sanatı ya da müziğiyle hemen bir ilişki kurması doğal değildir. Çünkü bunun kendi hayatında ipuçları yok. Ben doğrusu burada birdenbire Rembrandt’a âşık oluveren bir adama şaşıyorum. Rembrandt’ın nesine âşık olduğu dikkat edilmesi gereken bir şey. Belki tekniğine âşık oluyor. Onun dünyasından çok yorumuna âşık oluyor.
C.Ç.: Aşka âşık oluyor.
Afrika’da Doğdu, 1975
Ö.U.: Bizde Batı sanatına olan hayranlık onun tekniğine olan hayranlıktır. Örneğin biz ilkokul öğrencisiyken müzeleri dolaşmıyoruz. Evlerde öyle resimler yok. Bizde hayatında orijinal bir Leonardo görmeden yaşamış binlerce sanatçı var. Bizde Leonardo’ya olan saygı, sevgi, hayranlık, Rembrandt’a olan sevgi ve hayranlık tekniğe olan bir hayranlıktır.
A.B.: Ressamlar için konuşuyorsun.
Ö.U.: Batı’daki figüratif resme tepki göstermem benim için doğal bir olaydır, diyorum. Gerçekten tepki gösteriyordum çünkü bu resmin benim hayatımla, çocukluğumla, anılarımla hiçbir ilişkisi yoktu.
A.B.: Yani, konusu bakımından...
Ö.U.: Konusu ve ortaya konuşu bakımından... Böyle bir şey görmedik...
A. B.: Tekniği bakımından değil...
Ö.U.: Tekniği bakımından değil. Burada, bu resimlere duyulan hayranlık daha çok onların teknik ustalığına bağlı bir olay. Bu aynen Afrikalı bir adamın… Afrika’da neye hayranlar biliyor musunuz? Çok fazla benzeyen resme hayranlar.
A.B.: Çünkü onlarda benzetmek yok.
Ö.U.: Hiç yok benzetme. Ama onun nesine hayran bu adam? Onun dünyasına hayran değil, ortaya konuluşuna hayran. Onun teknik başarısına, ustalığına hayran.
A.B.: Peki, sen resme başladığın sıralarda, bizde Lothe’ın etkisiyle, senin yakınlık duyabileceğin türden resimler yapılıyordu. Onlara niye bağlı kalmadın da karşı çıktın?
Ö.U.: Onların ikinci elden tekrarlar olduğu çok açıktı.
A.B.: Şimdi “d grubu”na yapacağın eleştiriyi anlat...
Ö.U.: Hayır, “d grubu”na hiçbir eleştiri yapmaya niyetim yok.
A.B.: Ama yaptın işte. İkinci elden, dedin.
Ö.U.: Samimi bazı resimler çıkmıştır…
A.B.: Anladım, anladım, tatsızlık çıkarmak istemiyorsun... Rönesans resmine bir yakınlık duymadığını söyledin, neden olarak da bizim yaşantımızla ortak bir yönü olmamasını gösterdin. Ama, anımsatıcı biçimde işlenen yerel konulara da yakınlık duymuyorsun. Demek ki Rönesans resmine yakınlık duymaman yansıttığı kültüre yabancı kalmandan ileri gelmiyor.
Ö.U.: Konudan gelmiyor olay. Bütün resmin yapısından geliyor Resmin yapılış biçiminden geliyor.
C.Ç.: Hatta resmin kendisinden geliyor. Resim sanatının yaygın, yaşanan, hayata giren bir heyecan kaynağı olmayışından geliyor.
Ö.U.: Türk sanatçılarının modernizmi bence doğaldır. Daha doğal bir olaydır, çünkü biz klasik Batı sanatının baskılarını, büyük baskılarını yaşamış değiliz. Bir Türk köyünün Cézanne’vari yapılışı bana bir şey demiyor. Beni sarsmıyor.
Ö.S.: Seni sarsan nedir peki?
Ö.U.: Beni sarsan garip bir kat, çok renkli iki tane çini. Ben size şunu söyleyeyim: Türkiye’de bugüne kadar yapılmış resimler içinde, bazıları hariç, çoğunun fazla akademik olması büyük bir bahtsızlık, bilinçsizlik. O resimlerin yapısı sürekli başka bir yapıyı anımsatıyor. Ve anımsatılan yapı da bana ya bancı. Önemli olan konu değil, yapı.
A.B.: Klasik bir resmin yapısı, düzenlemesi neden bize yabancı olsun?
Ö.U.: Çünkü burada yaratılmamış. Bambaşka bir kültürün zincirleri içinde yaratılmış. Onun bir öncesi ve sonrası var. Bizim girişimiz yandan oluyor.
A.B.: Bir düzenleme kuralı, bir denge düşüncesi o kadar yabancı mı bize?
Ö.U.: Bizde başka türlü bir denge düşüncesi var. Daha dinamik, başka türlü bir denge arayışı var.
S.T.: Bir hat levhasını ele alsak orada da denge var. Orada da kompozisyon var.
A.B.: Bir hat’taki denge anlayışıyla, ana çizgilerle çok tutarlı bir düzenleme yapılabilir.
Ö.U.: Onun hat halinde olması nedeniyle yapısal bir fark var. Ama bu yalnızca bana özgü bir olay.
S.T.: Doğrudan hat çizgisini kullanarak resimler yapan oldu. Abidin Enderoğlu gibi. Onların hat üslubunu kullanmalarıyla Yüksel Arslan’ın kullanması arasında büyük fark vardır.
C.Ç.: Ortak bir olay olarak yaşanmadığı içir Batı resminin yapısından gelen bir yabancılık var. Oysa resim gibi görülmeyen, ama resmin değerlerini taşıyan, hatta resim olan, ama resim olduğunu ancak bugün konuşmaya başladığımız, Batı tarzında yapıldığı zaman resim olarak görülmeyen bir hat var, çiniler var. Oysa günlük yaşayışa girmiş bir şey o. Bilinçli ya da bilinçsiz. O ister istemez duyarlılığımızın bir parçası oluyor. Oradan gelen bir zenginlik diyebilir miyiz?
Ö.U.: Tabii, bir zenginlik var. Şimdi ben diyebilirim ki, benim bu Rönesans’ta da olan dengeli diyebileceğimiz realist resme karşı tepkimin dışında kalan adamlar var. Cranach'ı severim, çünkü çarpık bir adamdır Cranach.
A.B.: Greco’yu da seversin sen...
Ö.U.: Evet, onu da severim. Greco’da tam Rönesans sanatına girmeyen biraz aykırı bir yan vardır.
S.T.: Greco konusunda Nahit Sırrı Örik, o Giritli ressam İspanya’ya gitmeyip Türkiye’ye gelseydi bizim resmimiz o zamandan değişirdi diyor. Bu ilginç bir gözlem, ama komik. Léopold Lévy konusundaki eleştirisi oldukça yerinde, ama bu söylediği doğrusu çok yanlış. Burada gelenekle ilgili bir ipucu daha yakalanabilir: buna imkân yoktur ama burada daha başka türlü bir resim gelişti. Mazhar İpşiroğlu ile Sabahattin Eyüboğlu, Fatih Albümüne Bir Bakış adlı kitaplarında Mehmet Siyahkalem’in bir Anadolu ressamı olduğunu zannederek (Asyalı bir ressamdır), onu Giotto ile karşılaştırdılar ve “resmimiz İran minyatürüne dönmeyip bu yolda gelişseydi, camilere resim girerdi” dediler. Nahit Sırrı’nın görüşü de, Nurullah Berk’in “Türkiye’de resim geleneği yoktu, biz resme Avrupa’dan görüp başladık” sözü de buna bağlıdır.