Atina'da Documenta'yı protesto eden duvar yazıları. Foto: Benjamin Busch
Küratör Adam Szymczyk’in yöneticiliğindeki Documenta 14 “Atina’dan Ders Almak” başlığını taşıyor. Beş yılda bir düzenlenen Kassel merkezli serginin Yunan başkentindeki ayağı Nisan ayında açıldı, Kassel’deki ana sergi ise Temmuz’da açılacak. Szymczyk’in Atina deneyinin genel olarak övgüyle karşılanmadığını söylemek mümkün: Sanat dünyasındaki profesyonellerin yönelttiği eleştiriler –dallanıp budaklanan bir etkinlikte yol bulmanın zorluğu, sergilenecek eserlere dair bilgi kıtlığı, ve sergide kimin veya hangi işlerin yer alacağına ilişkin bilgilerin etkinliğin açılışına birkaç gün kala bile paylaşılmamış olması– bir yana, bizzat serginin Atina’da açılma gerekçeleri ciddi kuşku ve kafa karışıklığına sebep oldu. Eski Maliye Bakanı Yannis Varufakis’in 2015’te serginin “kriz turizmi”ne denk düştüğü yönündeki ilk açıklamalarından sonra, Kassel ile Atina arasındaki ilişkinin alacaklı bir Almanya ile borçlu bir Yunanistan arasındaki ilişkinin yansıması olduğu izlenimini değiştirmek epey zor oldu. Organizasyon ekibinin, Atina sanat camiasının mensuplarıyla kurdukları ilişkide üsttenci ve gizli kapaklı davrandıkları yolundaki aktarımlar da, ortada “kolonyal” bir ilişki olduğu yolundaki şüphelere tuz biber ekti.
Fakat bu “kolonyal” tutum izlenimi, Avrupa-Güney’in yoksullaştırılmış halklarıyla dayanışmaya tenezzül gösteren Avrupa-Kuzey-merkezli zengin bir sanat etkinliğindeki talihsiz bir sembolik yan üründen ibaret olmayabilir. Documenta’nın, yıldız bir küratörün yönettiği dev bir sanat etkinliği olma niteliğiyle doğrudan bağlantılı bir durum bu. Bienaller ve beş yılda bir düzenlenen etkinlikler birer demokrasi değil, yumuşak diktatörlüktür; Szymczyk’in Documenta’yı Kassel’deki sıkıcı, korunaklı ortamından alıp sanatın toplumsal etki yaratma iddiasını öne çıkarmasına, ve Documenta’nın politik parçalanma, göç krizi ve demokrasi yokluğuyla paramparça olmuş bir dünyayı vurgulayan retoriğine rağmen, Documenta hâlâ bir küratör tarafından yaratılmış megaşovlardan biri olmaya devam ediyor.
“Atina’dan Ders Almak” başlığı, her ne kadar adil ve işbirliğine açık gibi görünse de, ister istemez Documenta küratörlerinin kafasındaki gündemlerin, sanat dünyası elitlerini meşgul eden politik ve teorik eğilimlerin sınırına tosluyor – Documenta 14 örneği üzerinden söylersek, Yunan ev sahiplerinin halihazırda tahammül etmek zorunda bırakıldıkları koşullara ilgi göstermeyen eğilimler bunlar.
Szymczyk’in Documenta’sı politik fikirlerle dolup taşıyor: Mesela, trans aktivist Paul B. Preciado tarafından düzenlenen konuşma programlarının gündeminde “yeryüzünün, beyaz-erkek üstünlüğünü tesis etmek ve işçi hareketlerinin, kadın hareketlerinin, sömürge karşıtı, yerli, ekolojist, feminist hareketlerin, cinsel özgürleşme ve anti-psikiyatri hareketlerinin son iki yüzyıl boyunca uğruna mücadele ettikleri demokratik kazanımları yok etmek isteyen bir ‘karşı-reform’ sürecinden” geçtiği beyan ediliyor.
Documenta 14 “Kamusal Programları” açılışı, Parko Eleftherias, Atina. Soldan sağa oturanlar: Andreas Angelidakis, Antonio Negri, Paul B. Preciado. Foto: Stathis Mamalakis.
Bunlar sanat dünyasının içindeki ve etrafındaki kimlikçi radikallerin söyleminde temel yer tutan bariz konular; demokrasileri dış güçler tarafından gaspedilen Yunanların çoğunluğu hakkında pek bir şey söylemiyorlar. Ama temsilî demokrasi belli ki Documenta’nın düzenleyicilerini pek ilgilendirmiyor – Preciado, “Vatansız Sergi” başlıklı yazısında muğlak ve genelleştirici bir üslupla “yönetici sınıfların dünya nüfusuna karşı, küresel kapitalizmin yaşama karşı, ulusların ve ideolojilerin bedenlere ve azınlıklara karşı savaşı”ndan söz ediyor. Ardından, üsttenci bir yaklaşımla, “Yunanistan’ın 2008’den beri maruz kaldığı ekonomik ve politik kıyımların, demokrasiyi yok etme yönünde bütün Avrupa’ya uzanan daha geniş çaplı bir sürecin başlangıcı” olduğunu söylüyor. Sonra da hemen “Macaristan, Polonya, Ukrayna, Brezilya ve Türkiye’deki ultra-sağ yükseliş, Trump’ın iktidara gelişi, Brexit...” gibi süreçlere suçu atıyor.
Bu, en hafif tabirle tuhaf bir yaklaşım, çünkü Yunanistan’da demokrasiyi yok eden güçlerin başında Avrupa Birliği geliyor: kendi içindeki vahim demokrasi yokluğuyla, bütün kıtadaki yurttaşların AB “projesi”ni hoş karşılamadıklarını sürekli ifade etmelerine rağmen kendi iktidar sistemlerine tutunan bir kurum. Gelgelelim, Documenta’yla ilgili tanıtımların ve etkinliğin kendi resmî açıklama ve yayınlarının hiçbirinde, AB hakkında, yani Yunan halkına karşı “yönetici sınıf”ın çıkarlarını savunan aygıt hakkında neredeyse tek kelam edilmiyor.
Documenta’nın, ayağını bastığı yerde ayan beyan yaşanan bir mesele üzerine konuşmaması, “büyük uluslararası sergiler”in politika yapar gibi görünmek için hiç de elverişli ortamlar olmadığının göstergesi; çünkü bu tür kurumlardaki otokrasi, yerel sanat çevrelerinin veya kamuların demokratik katılımını sağlamaktan, ilişkiye girme iddiasında oldukları insanların deneyimlerini gerçek anlamda temsil etmekten tanımı gereği acizdir. Documenta Atina’da kızgınlık ve kafa karışıklığı yarattıysa, bugün Atina’yı en çok etkileyen konunun, tam da Documenta’nın üzerine konuşmadığı yegâne konu olmasındandır.
J.J. Charlesworth’ün Artreview dergisinin Mayıs 2017 sayısında yayınlanmış yazısının çevirisidir.