Edebiyatta ve Felsefede İntiharın Uyanması
Dada'nın sanat ve intihar arasında kurduğu ilişkinin kaynakları Rönesans hümanizmine kadar gidiyor. Hıristiyanlığın "öldürmeyeceksin" emri uyarınca o zamana kadar lanetlenen ve yasaklanan intihar, Rönesans'la birlikte edebiyata ve felsefeye sızmaya başlıyor. Bu gelişmeye, pagan antik çağda intihar eden efsanevi âlim ve filozoflara uyanan ilgi yol açıyor: Başta Sokrates, Pythagoras, Diogenes, Zenon, Epikuros... Cehennemlik bir günah olarak görülen intihar, edebiyatta ve tiyatroda yer ettikçe, bir kahramanlık havasına bürünmeye başlıyor. Bu değişimin sembolü muhakkak ki Hamlet'in ünlü tiradı (1600): "Olmak ya da olmamak; işte bütün mesele bu. Kör talihin darbelerine ve sıkıntılarına dayanmak mı daha onurludur ruh için, yoksa acılar ummanına karşı yaşamı reddetmek mi? [...] Ölmek, uyumak; uyumak... Ve belki de düş görmek."[1] William Shakespeare'in oyunlarındaki kahramanlardan 52'si intihar ederek ölür. 1580-1620 arasında İngiliz tiyatrosundaki intihar vakaları, Shakespeare'inkiler dışında, 200'den fazladır.[2]
İntihar, edebiyata nüfuz ettiği aynı yıllarda felsefeyi de meşgul etmeye başlar. Gerek Montaigne (1580), gerek Francis Bacon (1607) intihar üzerine denemeler yazarlar. John Donne'un tamamıyla intihar konusuna ayırdığı kitabı Biathanatos (1608), intiharı savunan ilk modern eser sayılır. Thomas More Ütopya'sında istemli ölüm hakkını savunur: "Sürekli acı çekmek zorunda olacağımı bilsem, kendimi yaşamdan kurtarırdım."[3]
18. yüzyılda, Aydınlanma ile birlikte, intiharın bir suç olup olmadığı kamusal bir mesele haline gelmiştir. Öte yandan, hem edebiyatın hem felsefenin ana temalarından biridir artık. Montesquieu 1721'de kaleme aldığı bir yazıda yasaların kendilerini öldürenlere karşı son derecede acımasız olduğunu açıklar. Bu insanların alçaklıkla damgalanarak sokaklarda sürüklenmesi, mallarının müsadere edilmesi, defnedilmekten men edilmesi gibi cezaların zalimce olduğunu söyler. Ve sonunda intiharın ne Tanrı'ya ne de topluma bir zararı olduğunu savunur. David Hume da, İntihar ve Ruhun Ölümsüzlüğü Üzerine Denemeler'inde (1770), intiharın, Tanrı'ya, topluma ya da insanın kendisine karşı işlenmiş bir suç olamayacağını belirtir. İntiharı meşrulaştıran filozoflar arasında en ileri giden Voltaire'dir. Ona göre "İntihar bireysel özgürlük sorunudur. Ne Tanrı'ya ne doğaya ne de topluma zarar verir".[4] Voltaire'in gözünde insanlık, "içinde sadece cesetlerin bulunduğu küçük ve gülünç küre üzerinde yaşayan, korkunç ve bahtsız caniler topluluğundan başka bir şey değildir". Ve bu saçmalığa, ancak onunla alay ederek direnilebilir. Eğer bu alay yeteneğini kaybederse, Voltaire'in de "çekip gitmesi gerekecektir".[5] Diderot ve d'Alembert ise intiharı kınarlar, ama deliliğin bir sonucu olabileceğini öne sürerek cezalandırılmasına karşı çıkarlar. Sonuçta, şeytanla özdeşleştirilen intihar, delilikle özdeşleştirilmeye başlar.
Fransız yazar Chamfort'un intihar felsefesi bir yaşam felsefesidir. Chamfort koyu bir nihilisttir. Ona göre "yaşamak bir hastalıktır [...], ölümse ilaçtır. [...] Krallar ve papazlar, intihar öğretisini yasaklayarak, köleliğimizin devamını sağlamak istemiştir. Onlar bizi çıkışı olmayan bir zindana hapsetmek ister".[6] 13 Nisan 1794'te kafasına sıktığı kurşun, gözünü parçalamakla birlikte onu öldürmeyince, boğazını keserek intihar etmiştir.
Marquis de Sade ve Şiddet
İntiharın sanatla ilişkilendirilmesi yolundaki düşüncelerin kapısını açan herhalde Marquis de Sade'dır (1740-1814). O tanrısızlığa inanır. Ahiret yoktur. Cennet, cehennem yoktur. Doğru, yanlış yoktur. Yegâne ahlaki pusulamız doğadır. Onun gözünde insan bir böcekten farksızdır. Ve doğa hayatı ölümle besler. O nedenle cinayet iyidir, toplu cinayet en iyisidir (Justine).[7] Ona göre tanrısızlık hayatı anlamsızlaştırır. Şiddete, suça, ölüme ve hazza kışkırtır. O da edebiyatında/sanatında bunları yüceltir. Ne kadar aykırı ve sapıkça olursa olsun, her türlü arzuyu sınırsızlaştırır. Zulüm ve arzu birbirinden ayrılmaz. Sade'ın bu düşünceleri, ilerde intiharı bir sanat olarak hayal edecek romantiklerde, Baudelaire gibi estetik modernizmin babalarında, Dada ve sürrealizm üzerinde, Bataille, Camus, Foucault gibi filozofların estetiklerinde son derecede etkili olacaktır.
Foucault, Delilik ve Uygarlık kitabında (1965), Marquis de Sade'ın ve Francisco Goya'nın eserlerinden yola çıkarak, şiddet ve delilikle sanat arasındaki bağı inceler.
Akıldışının hiçliğiyle, yok etme gücünü birleştiren Sade ve Goya, delilikle sanatı iç içe geçirir. Onlardan bu yana, modern dünya açısından, akıldışı, (bir sanat eserinin barındırdığı canice ve şiddete dayalı her şey) sanat için vazgeçilmez olmuştur. [...] Sanat eserleri, bir boşluk, bir sessizlik ânı oluşturur, cevabı olmayan bir soru atar ortaya, dünyanın kendini sorgulamaya mecbur kaldığı bir yerde kapanması mümkün olmayan bir gedik açar.
İşte bu noktada hakikat sanatın eseridir. Psikiyatrinin bilimselleştirdiği, tımarhanelerin disiplin altına aldığı deliliğin gizil gücü, sanatsal deha sayesinde fışkırarak rasyonel varlıkları soruşturmaya girişir. Hegel felsefesinin kutsadığı, bürokrasinin hakikatini ve zaferini parçalar.[8]
Francisco Goya, Oğlunu Yiyen Satürn’den detay (1819-1823) ve H. Biberstein’ın Apollinaire’in derlediği Marquis de Sade’ın Külliyatı başlıklı kitap için yaptığı illüstrasyon (1917).
Romantik İntihar
Edebi ve felsefi intihardan intihar sanatına geçiş romantiklerle uyanır. İntihar tarihçisi Georges Minois'e göre "romantik intihar"ın üstadı Goethe'dir.[9] Onun intiharla biten umutsuz bir tutkuyu anlattığı Genç Werther'in Acıları (1774) romanı, sadece Almanya'da değil, bir anda parladığı Fransa ve İngiltere'de bir "Werthermanya"ya yol açar ve birçok talihsiz âşığı intihara sürükler. Öyle ki, bazı yerlerde kitap yasaklanır. Eser "rezil"likle, "ahlakdışı" ve "halka zararlı" olmakla itham edilir. Goethe’nin diğer büyük eseri olan Faust da bir intihar felsefesi sayılır. Tanrı'nın, bilginin ve dünyevi hazların bir hiç olduğunu kavrayan âlim Faust'un ölüm fikrine kapılmasını dramalaştırır.
Goethe ile çağdaşları olan, romantizmin önderleri Fichte'nin, Friedrich ile August Schlegel'in ve özellikle de Schiller'in ilişkileri gayet sıkıdır. Birbirlerini derinden etkilemişlerdir. Ama romantizmin uyanmasında hepsinden önce, Sturm und Drang (Fırtına ve Atılım) hareketi (1760-1780) gelir. Goethe, Sturm und Drang'a katılmıştır. Bu hareket rasyonalizme karşı bir başkaldırıdır. Kurucu Johann Georg Hamann, Descartes'ın "düşünüyorum, öyleyse varım" sözünün tam aksini iddia eder: "varım öyleyse düşünüyorum". O zamana kadar gelen bütün bilgi rejimini, bütün etik ve estetik değerleri yerle bir eder. Ona göre yaratıcılığın kaynağı arzulardır, özellikle de cinsel arzular. Tanrı'nın evrendeki her şeye içkin olduğu bir tür panteizm, gizemcilik düşüncesini savunur. Ve Tanrı'nın gizli dilini ancak sanatçıların sökebileceğine inanır. Dolayısıyla, hakikatin, varlığın ve yokluğun tözü sanattır.
19. yüzyıl sonlarına doğru romantik estetik modernizme evrilir. Ve "kuşku yok ki modernizm Baudelaire'le başlar, onunla mevcut düzene ve geleneğe başkaldırı olarak anlaşılır" (Arnold Hauser). Baudelaire, sanat ile ölümü öylesine kaynaştırır ki, neredeyse ikisini özdeşleştirir. "Kahramanca Bir Ölüm" şiirinde, sanat, "cehennemin dehşetini perdelemekle" kalmaz, izleyenleri, ölüm gibi, "hayattan siler".[10] Baudelaire'de intihar, şairin hakkıdır, özgürlüğüdür, ve sanatıdır. Walter Benjamin, modern metropolün vahşetine dayanamayıp intihar edenler için de bunun bir teslimiyet değil, bir ihtiyaç; hatta modernizmin yarattığı bir tutku olduğunu söyler: Passion particuliére de la vie moderne. İşte Baudelaire'in fark ettiği tam da budur.[11]
Baudelaire'e göre, alkolik olan Edgar Allan Poe gibi şairlerde sanat ile ölüm iç içedir. "Poe'nun sarhoşluğunun [...] bir çalışma yöntemi olduğuna inanıyorum, tutkulu doğasına son derecede yatkın enerjik ve ölümcül bir yöntem. [...] Bugün ondan aldığımız hazzın kaynağı bir parça da onu öldüren bu sarhoşluktur.” Dostu Nerval'in intiharını duyduğunda da tepkisi onun ölümüne değil, intiharının sefilliğinedir: “Niçin o rezil sokakta, boynunu saran o rezil paçavrayı seçti? İncelikli, tat veren zehirler var; onları kullandınız mı ölüm sevinçle başlıyor, en azından düş görerek.”[12] Baudelaire annesine “hep intiharın eşiğinde” olduğunu yazar. 1845'te bir gün kendini göğsünden bıçaklar ama ölmez. 31 Ağustos 1867'de, şairlerin 'kardeşi' olarak gördüğü bir fahişeden bile bile kaptığı frengi sonucunda ölür. Âşık olduğu annesinin kollarındadır.
Arthur Cravan, Jacques Rigaut, Julien Torma ve Jacques Vaché'nin dadaist intiharları Baudelaire'in ölüm-intihar birliği konusundaki köktenciliğinin de ötesine geçer. Onlar, 20. yüzyılda sayıları giderek artan intiharî sanatçılardan değildir. Onlar intihar eden değil, sanatlarını intiharlarıyla icra eden sanatçılardır. Sanatlarıyla ölümlerini birleştiren değil, sanatları ölüm olan sanatçılardır. Sanat yaşamları ölümleridir. İntiharları bir trajedi değil, bir ironidir. Veya Alfred Jarry'nin icat ettiği deyimle bir umour’dur. Kral Übü gibi bir saçmalıktır.
Var Olmanın Saçmalığı, Ölüm, Sanat
Ve Tanrı’nın bize bahşettiği hayattan Başka kaybedeceğimiz hiçbir şeyimiz yok. Yalnızca ölüm var avcumuzda. Kimselerin elimizden alamayacağı özgürlük: Bilinmeyen topraklara yolculuk.[13]
Emmy Hennings
Romantiklerin izinden giderek rasyonalizme cephe alan 19. ve 20. yüzyıl düşünürlerinden çoğu intihar ile sanat ilişkisine takılmışlardır. Var olmanın saçmalığını (absürd) ortaya atarak, varoluşçu düşüncenin temellerini atan ise bu düşünürlerden Kierkegaard'dır (1813-1855). Kierkegaard için hayat umutsuzluktur ve var olmak bir hiçlikten ibarettir (Ölümcül Hastalık).[14] Bu hiçliği yenmek için ya intihar etmeniz gerekir ya da Tanrı'ya inanmanız.
Søren Kierkegaard ve Arthur Schopenhauer
Schopenhauer de (1788-1860) hayatta kalma mücadelesinin ve iradesinin boş olduğunu savunur. "Hayat, en önce hayatta kalma vazifesidir. Ve eğer bu vazifeyi yerine getirirseniz, arkadan sürekli başka vazifeler gelir ve sonunda kazancınız eziyet çekmekten ibarettir. [...] Zaman, her şeyi hiçliğe çevirir".[15] Schopenhauer'e göre hayat bir çeşit hatadır. Var olmak dayanılmaz bir ıstıraptır. O yüzden ölümü doğuma yeğ tutar: "Hiç doğmamış olmak, doğmuş olmaktan çok daha iyidir." Yaşamanın amacı ölümdür ve felsefenin kökeni de bu meseledir. Schopenhauer'in bütün bu koyu nihilizminde geçici de olsa bir tek çıkış vardır, o da sanattır. İnsan ancak sanat ve "saf entelektüel çalışma" sayesinde hayatın dışına adım atar ve sahnede oynanan bir oyun gibi onu izlemeye dalar.[16]
Nietzsche Tanrı'nın ölümünü ilan eder. Tanrı'nın ölümüyle varlık, hayat, hakikat bütün anlamını kaybeder:
Tanrı öldü. Ölü olarak kalacak. Onu öldürdük. Şimdi, katillerin katili bizler kendimizi nasıl teselli edeceğiz? Dünyanın şimdiye kadar sahip olduğu en kutsal, en kudretli varlığı bıçakladık ve ölene kadar kanattık; bu kanı bizden kim temizleyecek? Hangi suyla temizleneceğiz? Matem tutmak için hangi törenleri icat edeceğiz? Bu işin azameti bizim için fazlasıyla muazzam değil mi? Ona layık olmak için bizlerin tanrı olması gerekmez mi?[17]
Heidegger'e göre, Nietzsche Tanrı'nın ölümünü ilan ederken, aslında bütün Batı metafiziğinin, felsefenin ölümünü kastetmektedir. Yani artık insanı yok olmaktan, ölümden, intihardan alıkoyacak ne bir inanç vardır ne de bir düşünce. Var olmayı anlamlı kılacak bir tek sanat kalır geriye: "Sanat bu hayatın en yüce görevi ve hakiki metafizik etkinliğidir." Artık "dünya ancak bir estetik fenomen olarak meşrulaştırılabilir." [18]
Dostoyevski'nin,"Tanrı'nın ölümü" karşısında, insanın kendisini tanrısallaştırması üzerine sözleri, başta varoluşçuluk olmak üzere, 20. yüzyıl edebiyatında son derecede etkili olmuştur. 1872'de yazdığı Ecinniler romanının kahramanı Kirilov bir yerde şunları söyler: "En büyük özgürlüğü isteyen herkes, kendi kendini öldürmek zorundadır. [...] Bundan öte özgürlük yoktur. [...] Kendini öldürebilen kişi Tanrı'dır."[19] Albert Camus, intihar ve saçmalık üzerine kitabı Sisifos Miti'nde Kirilov'un bu sözlerine çok takılır. Ona göre Dostoyevski'nin bu sözlerdeki mantığı saçmadır: "Eğer Tanrı yoksa, Kirilov tanrıdır. Eğer Tanrı yoksa, Kirilov kendini öldürmelidir. Dolayısıyla, Kirilov Tanrı olmak için kendini öldürmelidir. Bu mantık absürttür. Ama gerekli olan da budur."[20]
"Tanrı'nın ölümü" üzerine dünyanın anlamsızlaşması, hayatın absürtleşmesi konusundaki nihilizm Dada sanatçılarını da etkiler. Hiçliği sanatlarıyla ikame ederler. Ama "Dada’nın da hiçbir anlamı yoktur" (Tzara), ve dadaistler de "bir hiçten ibarettir" (Picabia). Dada Kabare'sini kuranlar için kabare, "Tanrı'nın ölümü" üzerine berhava olan kâinata karşı bir evrendir. Huelsenbeck şöyle der: "Nasıl ki dünya bir Dada kabaresiyse, dünyanın kabaresi de Dada'dır. Dada Tanrı'dır, ruhtur, maddedir ve aynı zamanda da dana rostodur."[21] İntihar sanatçıları dadaistlerin üstadı olan Alfred Jarry'nin kahramanı Faustroll de "Ben Tanrı'yım" der.[22] Nitekim metafiziğe karşı patafizik bir evren kuran da "Patafizikçi Doktor Faustroll" değil midir? Jarry kendi tanrısını icat eder ve saçmalığın bilimi patafiziğe göre bu tanrının "sıfır ile sonsuzun teğet noktası olduğunu" iddia eder.[23]
Albert Camus'nün Sisifos Miti kitabı (1942), Kierkegaard'la başlayan aynı tartışmayı bir asır sonra sürdürür: var olmanın saçmalığı karşısında intiharın meşruiyeti. Camus'ye göre "ciddi bir tek felsefî mesele vardır, o da intihardır. Hayatın yaşamaya değer olup olmadığı sorusunun cevabı, felsefenin temel meselesidir. [...] Bu denemenin konusu tam olarak absürt ile intihar arasındaki ilişkidir." İntiharın absürt için bir çare olup olamayacağıdır.[24] Camus her ne kadar intiharın, "büyük bir sanat eseri gibi yüreğin sessizliğinde hazırlandığını" söylese de, var olmanın saçmalığı karşısında bir çare olabileceğini kabul etmez. Çünkü, "yaşamak absürdü canlı tutar. Bu da her şeyden önce absürdün düşünsenmesidir, tefekkür edilmesidir. [...] Absürdü dışlarsak o ölür. Bu durumda tutarlı olan bir felsefi tutum vardır, o da başkaldırıdır. Başkaldırı, insanla, onun bilinmezliği arasındaki sürekli yüzleşmedir. [...] Hayata değerini veren başkaldırıdır."[25]
Albert Camus ve Jean-Paul Sartre.
Bir yerde Camus de, dadacılar gibi sanatın da hayat kadar absürt olduğunu söyler ve bu görüşünü Nietzsche'den bir aforizmayla destekler: "Absürtle birlikte nefes alıp vermeli, ondan ders çıkarmalıyız. Bu bakımdan absürt haz, tam anlamda (par excellence) yaratımdır. [...] Nietzsche, sanatın 'hakikatten ölmemek için var olduğunu' söyler."[26]
Camus'nün çağdaşı olan, varoluşçuluğun ünlü filozoflarından Sartre (1905-1980), absürt-intihar-sanat üzerine tartışmaların mantığını nihayetine vardırır: Hayatın saçmalığı, hiçliği karşısında felsefenin ortaya atmış olduğu iki çıkış yolundan sanat da, intihar da saçmadır.
Foucault
Foucault'ya göre "intihardan daha güzel, daha derin düşünülmeyi hak eden başka bir tutum olamaz. Hayatımız boyunca intiharımız üzerinde çalışmalıyız." Foucault, 1979 yılında, Fransa'nın ilk gay dergisi Le Gai Pied'nin ilk sayısına intihar üzerine bir yazı yazar: "Un plaisir si simple" (Hazların En Yalını). Bu yazıda intihar, Foucault'nun "öz benliği yönetmenin teknikleri" konusundaki düşünceleri çerçevesinde incelenir. 1979, Foucault'nun Collége de France'da "Biyopolitikanın Doğuşu" konusundaki derslerine başladığı yıldır. Ona göre "biyopolitikanın doğuşunun işaretini veren, 19. yüzyılda 'intihara eğilimli insanın' icat edilmesidir. "En Yalın Haz"da Foucault aynı zamanda "intihar otelleri"nden bahseder: "otelde kalan adsız komşularınızla birlikte kimliksiz olarak ölme fırsatı bulabileceğiniz mekânlar." Foucault'nun "bir gün eğer piyangodan milyarlar kazanırsa" kuracağını yazdığı, insanların keyfince intihar edebileceği bu sayfiye oteli düşü, onun hayran olduğu yazar Raymond Roussel'in 1933'te Palermo'daki bir otel odasında intiharını hatırlatır. Roussel ölürken bütün eserlerinin şifresini açıkladığı bir "intihar notu" veya bir "sanat eseri" bırakmıştır: Bazı Eserlerimi Nasıl Yazdım? Bu "intiharî eser" Foucault'yu çok etkilemiş, Kelimeler ve Şeyler'in teorik kuruluşunda Roussel'den esinlenmiştir. Başlı başına Roussel'e hasrettiği bir de kitap kaleme almıştır: Ölüm ve Labirent: Raymond Roussel.
Thomas Osborn'a göre Foucault'nun "intihar estetiği" sadece biyopolitik bir mesele değildir, öz benliğin estetik kavrayışıyla da ilgilidir: "Öz benliğin estetik kavrayışı, öz benliğin biçimlenmesinin, özerk bir şey üretmenin ne ölçüde insanın kendi yaratısının, kendi özgür iradesinin ürünü olduğunu vurgular." İşte tam da bu anlamda, öz benliğin estetik kavrayışı çerçevesinde, intihar estetik bir hadise olarak düşünülebilir; çünkü özerkliğin en azami ifadesidir.
[1] Georges Minois, İntiharın Tarihi, İstemli Ölüm Karşısında Batı Toplumu, çev. Nermin Acar (Ankara: Dost Yayınları, 2008) s. 102.
[3] Aktaran, a.g.e., s. 82.
[6] Aktaran, a.g.e., s. 291, 292.
[7] John Attarin, "Dostoyevsky vs. the Marquis de Sade", Modern Age (Güz 2014).
[8] Mary Rawlinson, "Michel Foucault", Encyclopedia of Aesthetics içinde (Oxford University Press, 1998) cilt 2, s. 226, 227.
[10] Charles Baudelaire, The Parisian Prowler (University of Georgia Press, 1997) s. 65, 66.
[11] Walter Benjamin, Charles Baudelaire: A Lyric Poet in the Era of High Capitalism (Londra: NLB, 1973) s. 85, 76, 75.
[12] Charles Baudelaire, Kötülük Çiçekleri, çev. Sait Maden (İstanbul: Çekirdek Yayınları, 1996) s. 347.
[13] Helle Nacht: Gedichte içinde (Berlin: E. Reiss, 1922) s. 18. Almancası ve yazar tarafından yapılmış İngilizce çevirisi, Thomas F. Rugh, “Emmy Hennings” içinde, s. 3 ve sonnot 21.
[14] Soren Kierkegaard, Ölümcül Hastalık Umutsuzluk (İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2017).
[15] Arthur Schopenhauer, On the Suffering of the World [1850] (Londra: Penguin, 2004) s. 19, 16.
[17] Friedrich Nietzsche, The Gay Science (New York: Vintage, 1974) s. 181.
[18] Friedrich Nietzsche, The Birth of Tragedy (Cambridge University Press, 1999), s. 14, 8.
[19] Fyodor Dostoyevski, Ecinniler, çev: Ergin Atalay (İstanbul: İletişim, 2013) s. 120.
[20] Albert Camus, The Myth of Sisyphus (Londra: Penguin, 2005) s. 103.
[21] Richard Huelsenbeck, "Ein Besuch im Cabaret Dada", Dada Almanach içinde (Berlin, 1920) s. 140.
[22] Alfred Jarry, Patafizikçi Doktor Faustroll'ün Davranış ve Görüşleri, çev. Işık Ergüden, (İstanbul: Sel, 2015) s. 42.
[24] Albert Camus, The Myth of Sisyphus, s. 1, 2, 5.