“Demir Perde”nin yıkılıp, Soğuk Savaş'ın son bulmasını izleyen küreselleşme döneminde dünya bir “kültür dönemeci”ne girdi. Toplumsal, ekonomik, siyasal hayat ve düşünce giderek kültüre soğuruldu. Modern zaman ve mekân, tarih ve coğrafya, ruh ve bilinç; bütün bunları kuran mitler ve metafizik geride kalıyor, modernlik sonrası bir çağa geçiliyordu: endüstri ve Fordizm sonrası; tarih ve ideoloji, komünizm ve kolonyalizm sonrası; hatta modern öznenin parçalanmasıyla birlikte, insan sonrası (post-human). İşte bu sonraki post zamanlar, artık kültürün biteviye şimdiki zamanını, ya da çağdaşlığını ifade ediyordu. Sanki, enerjisi biten ve ömrünü dolduran bir yıldız misali, modernlik, eşsiz ışıltılarla patlarken bir süpernovaya dönüşmekteydi. Ve bu süpernova da kültürdü. Her şey kültüre patlıyor, kültür tarafından yutularak parçalanıyor ve tam kararmadan önce büyük bir parıltı yayıyordu.
Aslında yüzyıl sonunda şiddetlenen bu hadisenin izleri, 19. yüzyılın idealist felsefesinde okunuyordu. Örneğin Kant, Fichte, Hegel gibi filozoflar "tin"i kültür yerine kullanıyorlardı.[1] Daha 1900’lerde, “modernliğin ilk sosyoloğu” ve “sosyolojinin esteti” sayılan Simmel, “kültürün aşırı nesneleşmesinden” ve bu “muazzam kültürün… nesnelerde ve bilgide, kurumlarda ve hayatımızı kolaylaştıran şeylerde somutlaşarak… kişisel olan her şeyi" yutmasından bahsetmekteydi.[2] Çağdaş hayatta kültüre öncelik tanıyan teoriler gitgide çeşitlendi ve etkinleşti: Gramsci’nin kültürel hegemonya fikri; ondan etkilenen Althusser’in üstyapıya görece özerklik tanıması; gene Gramsci’den etkilenen “kültürel çalışmalar” ekolünün öncüsü E. P. Thompson’un işçi sınıfını kültürüyle ayırt ettiği büyük eseri The Making of the English Working Class; Bourdieu’nün “sembolik emek ve sermaye” incelemeleri; dili, bilgiyi ve anlamayı varlığın temeline koyan fenomenoloji ve hermeneutik kuramları (Gadamer, Heidegger); “üretimin kültürel söylem aracılığıyla deneyimlenmesinden” söz eden Fredric Jameson; Karakter Çürümesi ve Yeni Kapitalizmin Kültürü kitaplarında şirketlerin ve şirket yönetiminin kültürelleşmesini irdeleyen Richard Sennett… 21. yüzyıla girerken “geç kapitalizm” artık kültürel bir oluşum olarak görülüyordu (Manuel Castells, Fredric Jameson).
Bir zamanlar kültür, tarımla ilgili (agri-culture), maddî üretimle ilgili bir kategoriydi. Giderek doğayı dönüştürmekle ilgili, bilgi gibi, sanat gibi diğer “üretimler”i de içerdi. Heiddegger ise insan etkinliğinin kültür olarak kavranmasını modern bir fenomen olarak tanımlıyor ve kültürün “özü gereği” kendi politikasıyla -kültür politikasıyla- özdeşleşmesinden bahsediyordu.[3] Zamanımızda ise kültürü tamamıyla, onu öteden beri kavramlaştıran doğal/yapay, maddi/gayrimaddi, altyapı/üstyapı, otonomi/heteronomi, alçak/yüksek, popüler/elitist gibi diyalektiklerin dışına taşımak gerekiyor (deterritorialize). Castells’in belirttiği gibi, zamanımızda “kültürün kültüre gönderdiği bir çağa girilmektedir”; şimdi kültür, doğayı, sanatı, sanayiyi (üretimi), bilgiyi değil, öncelikle kültürü anlamlandırmaktadır. Aydınlanma'yla birlikte Tanrı'nın akla devrolan kudreti, şimdi kültüre ve dolayısıyla dile devrolmuştur.
Yeni bir dünya, yeni bir insan tasarlanmaktadır. Kültüralizm bu tasarımın rejimidir. Bu rejimin siyasal sonuçları, şimdiki zamanda da egemenliğini sürdüren “Eski Dünya”nın kolonyalistlerinden ziyade, o dünyanın kolonilerini kasıp kavurmaktadır. Örneğin, bugün Avrupa Birliği, kuruluşundaki ekonomik amaçlar üzerinden değil, kültüralist ilkeler doğrultusunda tanımlanmaktadır. Ama bu dönüşüm, hiçbir şekilde, Almanya, Fransa, Britanya gibi “emperyal” ülkelerde , etnik ve dinsel cemaatleşmelere göre yeniden haritalandırılan Balkanların ve Kafkasların “post-komünist” ülkelerinde, ya da Türk hükümetinin de övünçle rol aldığı “Arap Baharı” ülkelerinde yaşanan kültür savaşları veya “etnik temizlik” operasyonları kadar şiddetli gelişmiyor.
Sanat ve kültüralizm
Sanat baştan beri, kendini hayvan soyundan farklılaştıran, doğal güçler karşısında örgütleyen insanların temel kültürel gücü olmuştur. Ama tam da bu nedenle, aynı zamanda onları belirli toplumsal birlikler kurmaya zorlayan, aklını kullanmaya mecbur eden bir hakikat rejimi olmuştur. Yazının (tarihin) sanattan türediğini hatırlayalım. Veya, diller arasında mutlak bir barış sağlamak için Mısır hiyerogliflerinden veya Çin ideogramlarından medet umdukları Aydınlanma başlangıcındaki dönemi düşünelim. O dönemde Leibniz gibi kimi âlimler ve filozoflar, Tanrı’ya ait olan arş-ı alâyı fethedecek bir kuleyi, Babil Kulesi’ni inşa etmeye cüret etmelerinin cezası olan dil ayrımıyla başlayan anlaşmazlıklardan insanları kurtaracak evrensel bir dil (ve imgesel bir ansiklopedi) olarak sanattan türeyen işaret sistemleri öngörmüşlerdi.
Sanatın tanrıların, doğanın ve toplumun hizmetinden çıkarak, onlara karşı özerk bir hakikat ve siyaset rejimi olarak amaçsızlaşmaya/işlevsizleşmeye/yararsızlaşmaya başladığı romantizmle, onu izleyen modernist ve avangard hareketler zamanımızda süratle parçalanmıştır. Modernlik aşındırıldıkça, din gibi sanat da restore olmakta, özerkleşme öncesindeki tarihsel misyonuna dönmektedir. Şimdi sanat, çağdaşlaştıkça muhafazakârlaşmakta, özelleştikçe resmileşmektedir. Çünkü doğal olarak, kültürelleşmenin mantığına ilkin o tâbi olmaktadır.
Bu mantığı, sanat ve kültüralizmin eklemlendiği karmaşık makineleri sökerek keşfedebiliriz. Burada “makine”den kasıt, Deleuze ve Guattari’nin verdikleri anlamla, teknik, bedensel, entelektüel ve toplumsal birtakım organizma ve mekanizmaların kompozisyonu ya da asamblajı. Sanatın gösterileştiği, müze, festival, bienal gibi sahnelerden ziyade, bu sahneleri işleten yönetişimsel (governmental), yönetimsel (managerial), kurumsal (corporate) mekanikler ve politikalar. Kültür diplomasisinden, kültür endüstrisine; piyasa yönetiminden, kimlik politikalarına; müze, müzayede, bienal ve festivallerden, çağdaş galeri sergilerine varıncaya kadar etkin olan makineyi çalıştıran girift kültür ve sanat yönetimi ağları.
Kültüralizmin labirentleri
• Modernliğe özgü kolonyalist kültür politikaları normatif ve homojen bir öze sahipti, oysa postkolonyalist, postmodern politikalar kültürel rölativizme ve heterojenliğe dayanıyor. Modernliğin evrensel normlarını terk ediyor ve tikel değişkenlere bağlanıyor. Sloganları “kültürel farklılık” ve “çokkültürlülük”. Bu kültüralist politikaların öngördüğü kültürel ayrımcılığa dayalı cemaatlerin örgütlenmesinde “bienal sanatı” en etkili iletişim mecrası olarak öne çıkmakta, sanatçı adeta bir etnograf kimliğine bürünmektedir (Hal Foster).
• Kültür savaşlarının kurduğu yeni siyasal coğrafyaları pekiştirecek yeni öznelerin ve tarihlerin tasarlanmasında sanatın en yoğun olarak kullanıldığı bölge herhalde Balkanlardır. Bu bölgeyi İkinci Dünya Savaşı ertesindeki rejimlerin izlerinden temizleyerek, “sivil” ve “açık” toplumlar olarak yeniden örgütlemek amacıyla, İstanbul-Berlin hattında son derecede işlek olan bir “kültür/sanat koridoru” oluşturulmuştur.
• Pazara çıkan ve markalandırılan her ürünün sanat eserinin özgünlüğüne, biricikliğine, ve sahihliğine öykündüğü bir piyasanın “Marka Sensin” diyebilecek kadar öznelleştiği ve sembolikleştiği bir ortamda, Baudrillard’ın kırk yıl önce belirttiği gibi tüketim üretime, sembollerin üretimine dönüşmüştür. Sanat sadece tasarımla değil, sanayi ile de özdeşleşmiştir. Üretimin, tüketimin ve giderek bütün hayatın ‘estetikleştirilmesi’, avangardın “arzuların iktidar olması”, “herkesin sanatçı olması” , ve “çalışmanın oyuna dönüştürülmesi” gibi ideallerinin gerçekleşmiş olabileceğine ilişkin bir yanılsama yaratmıştır. Yeni bir “Altın Çağ” vaadinde bulunan sermaye, romantik miti ele geçirmiştir.
• Bilgi, düşünce, metin, bilgisayar programı vb. ile birlikte sanatın da bir üretim gibi örgütlenmesi, onu da sembolik, gayrimaddi bir emek türüne indirgemiş ve sanatın dahiyane olduğuna ilişkin modern inanışların çözüşmesiyle birlikte sanatçı sahip olduğu itibarını ve iktidarını kaybetmiştir. Zizek, Hardt ve Negri gibi çağdaş düşünürlere göre, “bugün gayrimaddi emek, Marx’ın 19. yüzyıl kapitalizminde büyük endüstriyel üretimin hegemonik olduğunu açıkladığı anlamda hegemoniktir… Gayrimaddi üretimin ürünleri, bir takım nesneler değil, yeni toplumsal ve kişiler-arası ilişkilerdir; gayrimaddi üretim toplumsal hayatın üretimidir ve biyopolitiktir.”[4]
• Bu analizlerin odağında kültür endüstrisi ve “yaratıcı endüstri”lerin çalışanları yer almaktadır. Küreselleşmeyle birlikte üretim modellerinin kitlesel üretimden, esnek üretime doğru evrilmesi üzerine; ayrıca kültüre ve sanata ilişkin çalışmaların yoğun olarak kurumsal yönetim, işletme, ve sevk ve idare teknolojilerine tâbi olması sonucunda, bienal gibi sanatın icra edildiği ortamlar post-Fordist emek ve işgücü süreçleri olarak incelenmeye başlamıştır. Ve bu incelemeler şimdi, prekarite (emeğin eğretileşmesi, güvensizleşmesi) konusunda son derecede canlı bir alan oluşturmaktadır. Ve bu alandaki gelişmeler, çağdaş toplumsal ve siyasal mücadelelerin örgütlenmesinde her geçen gün daha da etkinleşmektedir.
• Kültürün bir anlamlandırma sistemi, bir dil olarak ‘maddileşmesi’, iletişimin arketipi olan sanatı bir yandan güçlendiriyor, diğer yandan ise bütün hayata zerk ederek popüleştiriyor ve eritiyor. Göstergelerin anlamlarından, temsillerinden, referanslarından özgürleşmesi sonucu, dil de esnekleşiyor. Ne var ki, dil anlamsızlaşırken, ontolojisi gereği ‘anlamsız’ olan sanatın, küratörler, rehberler, etiketler, kataloglar eliyle yoğun olarak anlamlandırılıdığını izliyoruz. Bu ise bir yandan Kant’tan beri uğraşılan estetik yargı özgürlüğünü ortadan kaldırırken, diğer yandan çağdaş sanatı realistleştirmekte, onu bir temsil ve bir illüstrasyon ortamına indirgemektedir. Sonuçta sanat, hilekârlığını, düzenbazlığını, ‘akılsızlığını’, yalancılığını, ve hermetizmini dile devrediyor. Dil sembolleşirken, sanat dilleniyor. Ve hakikatin, bir retorik tarzına dönüştüğü, mitomanik bir bilgi rejiminde sanki dil, sanata tercüme oluyor.
[1] Donald Philip Verene, Hegel’s Absolute: An Introduction to Reading the Phenomenology of Spirit (New York: Stae University of New York) s. 109.
[2] Georg Simmel, Modern Kültürde Çatışma (İstanbul: İletişim SanatHayat Dizisi, 2003) s. 30, 100.
[3] “Dördüncü bir modern fenomen, insan etkinliğinin kültür olarak kavranması ve yetkinleştirilmesi olgusunda ortaya çıkmaktadır. Bu sayede, insana özgü en iyi niteliklerle beslenen kültür, en yüksek değerlerin gerçekleşmesidir. Bu besleme karşığında kültür, özü gereği, kültür politikası olur.” Martin Heidegger, “The Age of World Picture”, The Question Concerning Technology and Other Essays (New York: Harper & Row, 1977) s. 116.
[4] Slavoj Zizek, “The Revolt of the Salaried Bourgeois”, London Review of Books, Ocak 2012.