1930’lu yıllara geri mi dönüyoruz? Son birkaç yıldır uluslararası çapta radikal sağın yükselişi karşısında sıklıkla sorulan bir soru bu. Dünyanın dört bir yanında otoriter, sağ popülist, faşist hareketler güç kazanıyorken, çok farklı bağlamlar ve güç ilişkileri içinde olmakla birlikte ABD’den Türkiye’ye, Brezilya’dan Hindistan’a, Macaristan’dan Filipinler’e ve daha bir dizi ülkeye bu türden akımlar iktidara gelmişken gayet meşru sayılabilecek, en azından bu küresel tehdide dikkat çekmeye yarayacak bir soru. Elbette birbiriyle doğrudan özdeşleştirilebilecek akımlardan söz etmiyoruz. Açıkça faşist kökenlerine sahip çıkanı da var, burjuva siyasetinin kurumsal çerçevesinin içinde hareket edeni de; Müslüman karşıtı nefreti körükleyeni de, antisemit olanı da; “bağnaz” göçmenlere karşı feminizme ve LGBTİ+ haklarına sahip çıkanı da var, homofobik ve mizojin olanı da… Ayrımları çoğaltmak mümkün. Fakat paylaştıkları ortak bir zemin mevcut: farklı olana, yabancı addedilene, homojen millet tasavvuruna dahil edilmeyene karşı tahammülsüzlük, nefret ve şiddet.
Bugün ise COVID-19 pandemisiyle birlikte bu eğilimin farklı biçimlerde güç kazandığını görebiliyoruz. Bir yandan -sağlık kriziyle mücadele gerekçesi öne sürülerek özgürlüklerin kısıtlanması noktasında devlet aygıtının güçlendiğine ve yeni gözetim-denetim tekniklerinin geliştirildiğine tanık oluyoruz. Öte yandan devletlerin bu yasaklayıcı uygulamalarına yönelik tepkiler maske, aşı ve 5G karşıtlığına dayalı komplocu yaklaşımların alımlanmasını kolaylaştırarak aşırı sağın hem ideolojik zeminini hem de sokaktaki görünürlüğünü besliyor.[1]
Karşı karşıya olduğumuz bu radikal sağ galaksinin nasıl tanımlanması gerektiğine ilişkin tartışmalar tükenmiş değil ve bunları sürdürmek kesinlikle gerekli. (Sağ) Popülizm kavramı bir dizi sorun içermekle birlikte siyasal-programatik muhtevadan ziyade bir siyaset etme üslubuna işaret etmesi açısından kimi zaman işlevsel olabiliyorken, neo-faşizm veya post-faşizm, 1930’lu yılların bir tekrarı söz konusu olmasa da bu yeni hareketlerin tarihsel faşizmle bağını kuran fakat özgüllüklerini de dikkate alan ifadeler olarak değerlendirilebilir.[2]
Skopdergi’nin bu sayısında ise bir kavramsal sınırlandırmaya gidilmedi; söz konusu siyasal akımları veya bunların toplamının işaret ettiği tehdidi tanımlamak için bu nosyonlara ve daha başkalarına her bir yazar kendi tercihine göre başvurdu. Amacımız henüz sonunu görmekten uzak olduğumuz bu uluslararası fenomeni daha iyi kavrayabilmek için onu geniş kesimler için ayartıcı ve çekici kılan propagandif, kültürel ve estetik görünümlerinden kimi kesitler sunmak.
Bu çerçevede ilk iki yazı “yerli ve millî” kültür politikalarına ilişkin. Emre Tansu Keten yazısında AKP’nin kültürel alanla kurduğu araçsalcı ilişkiyi ve son yıllara damgasını vuran “kültürel iktidar” arayışını ele alırken, Sena Aydın tarih dizilerinin izleyicileriyle yapılan görüşmelerden yola çıkarak hem idealize hem istismar edilmiş bir tarihin duygusal ve siyasal kullanımlarını irdeliyor.
Sonraki üç yazı Amerikan Alt-Right’ını konu alıyor. Koray Kırmızısakal Alt-Right’ın mem’ler, video oyunları ve forumları, trol üslubu gibi dijital sahadaki gelişiminin başlıca araçlarını ifade ettikleri değerler üzerinden incelerken, bir yandan da Ernst Bloch’un izinden giderek tarihsel faşizmin dayandığı “eşzamansız” bilincin günümüzdeki görünümlerini tartışıyor. Bu sayıdaki tek çeviri olan M. Ambedkar’ın “Alt-Right’ın Estetiği” yazısı ise çok sayıda görselin analizi üzerinden bu akımın ayrıntılı bir anatomisini teşkil ediyor; mobilize edici değerlerinden iktisadi yönelimine, komplo teorilerinden popüler kültür referanslarına, maneviyat inşasından tekno-determinizme…
Bu sayıya ayrıca Koray Kırmızısakal’ın daha önce yayınlanmış olan bir yazısını, Alt-Right’ın video oyunları dünyasıyla olan “flörtünü” ve bunların beyaz üstünlükçü katliamlarla ilişkisini ele aldığı “Aşırı Sağın Oyunlaştırılmış Katliamları” başlıklı metni dahil etmeyi uygun gördük.
Benim kaleme aldığım son yazı ise, Fransız radikal sağının bir çeşit “teknolojik Gramsci’cilik”ten yola çıkarak yürüttüğü kültür savaşının çeşitli veçhelerini inceliyor; ayrımcılığın ve gericiliğin nasıl isyankâr, “cool” ve sistem-karşıtı olarak algılanır hale geldiğini tartışıyor.
*
1930’lar için Victor Serge “asrın geceyarısı” ifadesini kullanıyordu. Bedeli ağır, karanlık bir gece olmuştu. Bu kez Kurbağa Pepe’nin uyanık kalmasına izin vermeyelim.
skopdergi 17 / İÇİNDEKİLER
Emre Tansu Keten AKP’nin Popülist Kültürü ve Kültür Müteahhitleri
Sena Aydın Taammüden Anakronizm: Dizilerde Tarihin Politik Kullanımları
Koray Kırmızısakal Alt-Right: Trollerin, Memlerin Şöleni
M. Ambedkar Alt-Right’ın Estetiği
Koray Kırmızısakal Aşırı Sağın Oyunlaştırılmış Katliamları
Uraz Aydın Şöhretler, Semboller, Nefretler: Postfaşizmin Fransa Sahnesi