Aşağıdaki yazı, Türkiye’de geçtiğimiz aylarda vizyona giren, Brad Pitt’in başrolünde olduğu Dünya Savaşı Z filmini ve televizyon dizisi The Walking Dead’i konu alıyor. Film, Max Brooks’un Türkçe’ye Zombi Savaşı adıyla çevrilen aynı adlı romanının uyarlaması.
Yazının kısaltılmamış hali: World Revolution Z
Zombilerle ilgili akademik analizler çoğunlukla zombi figürünün Haiti’deki kökenlerine odaklanır: Yaşayan ölü olarak zombi, kölenin bedeninin simgesidir. David Graeber’in hatırlattığı gibi, kölelere tarih boyunca çoktan ölmüş insanlar olarak muamele edilmiştir: öldürdüğünüzde yasayı çiğnemiş olmayacağınız çıplak hayat. Zaten popüler kültürde de zombiler çoğunlukla bir tutsaklık hali içinde temsil edilir. Gelgelelim, zombiler aynı zamanda hiçbir şeyden etkilenmeyen, dolayısıyla iktidara, mevkiye, hiyerarşilere tamamen kayıtsız olan, tahammül edilmez derecede yönetilemez ve başına buyruk bedenler değil midir? Bu etkilenmezlik boyutu, halihazırda zombilerin bu kadar revaçta olmasıyla ilgili her türlü politik yorumun kilit unsuru değil mi?
Nitekim Dünya Savaşı Z kitabının yazarı Brooks’un söylediğine göre, zombiler konusunda onu en çok korkutan şey, kural tanımaz olmaları ve onları “şoka uğratmanın ya da korkutmanın” imkânsız olması: “Zombiler beni diğer tüm kurgusal yaratıklardan daha fazla korkutuyor çünkü onlar bütün kuralları ihlal ediyorlar,” diyor bir söyleşisinde. Bu kural tanımazlığın, zombileri teröristler gibi akıldışı varlıklar haline getirdiğini iddia ediyor: “Zombilerin akılcı düşünceden yoksun olmaları, onlarla bulunacak bir orta yolun, müzakere alanının olmaması fikri beni hep korkutmuştur. Tabii bu teröristler için de geçerli. Düşünceden yoksun her türlü aşırılık beni korkutuyor, ve biz de aşırılıktan hayli nasibini almış bir zamanda yaşıyoruz.” Brooks, içinde yaşadığımız dünyadan ziyadesiyle korktuğunu söylüyor. İlk kitabı The Zombie Survival Guide, tüm gezegeni saracak isyana karşı silahlanma çağrısıydı. Kitaptan çıkarılacak ilk ders şuydu: “Onlar ayaklanmadan örgütlenin!” Tabii buradaki “onlar”ın, aslında “biz” olduğumuzu hatırlatalım: aniden başka bir şeye, son derece tehditkâr bir şeye dönüşen sıradan insanlar.
Zombilerin tehdit edici olmasının tek nedeni hiçbir şeyden etkilenmemeleri değil, aynı zamanda duygulanımlardan da [affect] tamamen yoksun olmamaları. Ne de olsa zombiler “ölü” [dead] değil, “yaşayan ölü” [undead]. Cansız bedenleri hareket ediyor, inliyor, üstelik tek bir iştahın güdümünde: onları mıknatıs gibi yaşayan bedenlere çeken, canlı eti yeme arzusu. Brooks’un kitabında bu arzu zombilerin dev kalabalıklar halinde toplanmasına yol açıyor; kıtaları kaplayan ve uzaydan bile görünen “devasa yığınlar”. Deleuze ve Guattari olsa, bu zombi yığınlarına “kodlanmamış arzulama makineleri” derdi: arzunun –her ne kadar ilkel de olsa– yönlendirdiği akış çizgileri. Deleuze, Spinoza üzerine kitabında bir kenenin üç temel duygulanımın güdümünde olduğunu yazar: ışık onu çeker, memelilerin kokusuna duyarlıdır, ve hayvanların derisinin altına girer. Zombilerin en temel duygulanımları da buna çok benzer. Ama bu duygulanımsal koşul onları devlete karşı bağışık kılar, bu yüzden çok derin politik içerimleri vardır. Devletin bakış açısından zombiler isyankâr yığınlardır, çünkü ehlileşmemiş arzuları bizzat devlet iktidarının yapısını tehdit eder.
Dünya Savaşı Z, zombi salgınlarını konu alan uzun bir sinema geleneğinin parçası olmakla birlikte, şimdiden “Bütün Zombi Filmlerinin Anası” olarak niteleniyor; hiç de yersiz bir niteleme değil bu. Film öncelikle, dünyanın tamamını kapsaması açısından benzersiz, daha önceki zombi salgını filmleri tamamen yerel kalıyor (28 Days’de İngiltere, The Walking Dead’de Atlanta ya da Georgia kırsalı). Fakat filmdeki zombi yığınlarının en ayırt edici özelliği şaşırtıcı hızları. Aslında filmin bu noktada kitaba sadık kalmadığı görülüyor, çünkü kitap türün geleneklerine uyarak zombileri hantal, ağır hareket eden, yürüyen ölüler [the walking dead] olarak tasvir ediyor. Kitabın hayranları filmin fragmanında ışık hızıyla saldıran zombileri görmekten hiç hoşlanmamış olmalı: tek tek zombi bedenlerinin ayrımsız bir sel oluşturduğu, önüne çıkan her şeyi ezen, hareket halindeki biçimsiz bir şey. Bu girdap, devrim alegorisini kitaptakinden çok daha elle tutulur kılıyor.
Paul Virilio, devrimlerin, hızı sermayeninkinden nitel açıdan farklı olan birer hızlanma süreci olduğunu vurgular: “Devrim hızdır, ama hız devrim değildir.” (Speed and Politics). 2011’de Kuzey Afrika’yı ve Ortadoğu’yu sarsan isyanlarda, birkaç hafta gibi kısa bir sürede birbirinden kilometrelerce uzak ülkeleri etkisine alan bu isyankâr hızın neye benzediğini gördük.
Zombi salgınları ile devrimci durumlar benzer bir mekânsallığı paylaşır: devletten emir almayan yığınların, devletin kontrolündeki mekânları çözündürdüğü, teritoryal bir dağılma. Dünya Savaşı Z’de de, popüler televizyon dizisi The Walking Dead’de de, zombi yığınları bu mekânsal çözülme yoluyla olağanüstü bir mekânsal boşluk yaratırlar: önce kent merkezlerinde başlayıp ardından dışarıya yayılan boşluklar. Lefebvre’in vurguladığı gibi, giderek daha fazla kentleşen bir dünyada en radikal isyanlar kentsel fenomenler olacaktır. Stephen Graham’in Kuşatılan Şehirler adlı kitabında gösterdiği gibi, kentsel mekânın panoptik gözetiminin emperyal güvenlik aygıtının temel önceliklerinden biri olması da bundan. The Walking Dead dizisinde, zombi isyanının kentsel niteliği özellikle ilk bölümlerde açıkça görülüyor, zombiler Atlanta kentini ele geçirince hayatta kalanlar kırsal bölgelere kaçmak zorunda kalıyor. Bir sahnede helikopterler kenti napalm bombardımanına tutuyor: kontrgerilla silahlarının şahikası.
Brooks’un muhafazakâr kaygılarını bütün çıplaklığıyla açığa çıkaran nokta, kitabında Güney Afrika ve İsrail’i, ırk ayrımına dayanan politikaları sayesinde zombi isyanını bastırmada dünya lideri konumuna getirmesi. Kitapta, Güney Afrika’da zombileri tahkim edilmiş duvarlarla kontrol altında tutma planının mucidi, aynı planı apartheid rejimi sırasında bir insan isyanını bastırmak için tasarlamış olan eski bir devlet görevlisidir. Kısacası, Dünya Savaşı Z’de, baskıcı bir rejime isyan eden insanlar ile zombi salgını arasındaki fark ayrımsızlaşıyor, bu da Brooks’un isyankâr insan bedenlerini duygulanımsal olarak zombi figürü üzerinden okuduğunu doğruluyor.
Zombi salgını türü, şimdilerde popüler kültürü efsunlayan “dünyanın sonu” senaryoları içinde ayrıksı bir yere sahip. Zombi salgını, doğal afetlerin değil, birdenbire devlete itaat etmekten vazgeçen insan bedenlerinin yol açtığı tek kıyamet. Zombiler, hiyerarşilerden, kurallardan, tüketimden ve medyanın endoktrinasyonundan kurtulmuş insan bedenleri; bu kod çözümü, devleti un ufak eden kolektif, öndersiz, yaygın bir mekân işgaline yol açıyor. Zombilerin devleti yok etme yönündeki benzersiz gücü, kendilerine özgü bir bedensel duygulanıma dayanıyor: korkudan azade olma gücü. Brooks, neden günümüzde insanların zombilerden bu kadar etkilendiği sorusuna, saf saf, zombilerin “sokaklardaki kaos”la ilgili kaygıları temsil ettikleri cevabını veriyor. Kısacası, zombilerin büyüsü, korkusuz kalabalıkların büyüsü. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki isyanlar sırasında en sık telaffuz edilen cümle “artık korkmuyoruz” olmuştu. Onlar gerçekten de artık devlet tarafından “şoka uğratılması ve korkutulması” imkânsız kalabalıklardı. Brooks’u dehşete düşüren ve isyankâr kalabalıklara karşı ayrım gözetmeyen küresel bir devlet şiddeti fantezisi yaratmaya sevk eden de buydu.
Fakat yaklaşan zombi isyanıyla ilgili korkunun, daha belli belirsiz, tam ifade edilmemiş başka bir dayanağı daha olabilir: kapitalizmin uzun zamandır dünya çapında beslediği zombileşmenin idraki. Küresel öğütme makinesinin işlemesi, milyarlarca insanın keneler ya da zombiler gibi birkaç temel duygulanımın güdümündeki pasif, depolitize bedenler olmasına bağlı: çalışma, tüketme, itaat etme. Dünya Savaşı Z’yi bu kadar korkutucu yapan da, cansız yığınlar olarak temsil edilen isyankâr kalabalıkların, zombi kâbuslarından uyanıp tahammül edilmez derecede canlı ve insani olmaya başladıkları yönündeki örtük idrak olabilir.