Christo ve Jeanne-Claude, “Sarılmış Reichstag”, Berlin, 1971-95. Fotoğraf: Wolfgang Volz.
Bugün tarihsel hafıza, bir zamanlar olduğu şey değil. Eskiden bir topluluğun veya ulusun geçmişiyle ilişkisine işaret ederdi, ama geçmiş ile şimdi arasındaki sınır bugün göründüğünden daha sağlam ve istikrarlıydı. Henüz anlatılmamış yakın ve o kadar da yakın olmayan geçmişler, hem fotoğraf, film, müzik kaydı ve internet gibi modern çoğaltma mecraları aracılığıyla hem de hızla çoğalan tarihsel araştırmalar ve doymak bilmeyen müze kültürü aracılığıyla şimdimiz üzerinde etkide bulunuyor. Geçmiş, şimdiki zamana, daha önceki yüzyıllarda hayal bile edilemeyecek biçimlerde dahil oluyor. Bunun sonucunda, modern ulaşım ve iletişim araçlarıyla birlikte mekânın deneyimsel boyutunun daralması gibi, zamansal sınırlar da sağlamlığını kaybetti.
Çok da uzak olmayan bir zamanda, tarih söylemi, geçmişin geçmiş olarak görece istikrarını garanti altına almaya yarıyordu. Gelenekler, çoğunlukla icat veya inşa edilmiş olsalar da ve bu süreçte her zaman seçme ve elemeleri temel alsalar da, kültür ve toplum hayatına şekil veriyorlardı. Anıt ve müzelerle, saraylarla, kamusal alanlarla ve hükümet binalarıyla dolu yapılı kent mekânı, tarihsel geçmişin şimdiki zamandaki maddi izlerini temsil ediyordu. Ama tarih aynı zamanda modernliğin mizanseniydi. İnsan tarihten ders alırdı. Öyle varsayılıyordu. Aşağı yukarı iki yüzyıl boyunca Batı’da tarih, modernliğin hep geçici şimdisine kalıcı bir dayanak oluşturma, ulusu da çokyönlü ama sağlam tarihsel zaman anlatısına bağlama projesinde hayli başarılı oldu. Hafızaya gelince, o şairlerin konusuydu: Onların altın çağ hayallerine, veya tersine, huzura ermeyen bir geçmişin ruhunun durmadan nasıl geri geldiğini anlattıkları hikâyelerine ilham oluyordu. Tabii edebiyat, ulus içindeki dinî, etnik ve sınıfsal çatışmaları uzlaştırması için inşa edilmiş ulusal mirasın parçası olarak el üstünde tutuluyordu. Ama 19. yüzyıl ulus-devletlerinin temel derdi, ulusal ve evrensel geçmişleri seferber edip anıtsallaştırarak şimdiyi meşrulaştırmak ve ona bir anlam kazandırmak, geleceği tasavvur etmekti: hem kültürel, hem siyasi, hem de toplumsal açılardan. Bu model artık işlemiyor. Günümüzde tarih ve hafıza üzerine dönen tartışmaların özgül içerikleri ne olursa olsun, hepsinin altında temel bir zihinsel bozukluk yatıyor: Bu yalnızca nesnel ve bilimsel tarih ile öznel ve kişisel hafıza arasındaki ilişkiyi değil, bizzat tarihi ve vaat ettiklerini ilgilendiren bir bozukluk. Bugün tarih/hafıza tartışmasında sadece geçmişe ilişkin anlayışlarımızın bozulması değil, başka gelecekleri hayal etme yeteneğimizde temel bir kriz de söz konusu.
Nitekim Aydınlama sonrası Avrupa’da ve bağımsızlık sonrası ABD’de hayal gücünü gelecek esir almıştı. 18. yüzyıldaki devrimlerin ve serbest bıraktıkları seküler hayal gücünün ardından, Thomas More’dan beri hayli durağan ve kapalı olan ütopya mekânları giderek sekülerleşip hareketlenmeye başladı ve ütopyaya giden yol dünyevi tarihsel imgelem için meşru bir hedef oldu. İlerleme ve tarihsel teleolojiler siyasi yelpazenin büyük kısmında benimsendi, fakat bu ister istemez geçmişi bir kenara bırakmak anlamına geliyordu. İlerleme uğruna ödenen bedel, geçmişin yaşama ve dünyada var olma tarzlarının yok edilmesiydi. Fiilî yıkım olmadan özgürleşme de olamazdı. Geçmişin yok edilmesi de beraberinde unutuşu getirdi. Modernlik, kültürel hafızayla hesaplaşmasında baştan beri iki çehreli olmuştu. Sanayileşmenin, kentleşmenin ve modernliğin saldırıları altında yok olan bir dünya karşısında yakılan romantik ağıtlar, geleceğe yönelik dönüşümlerin daha 1800’lerde bile ne kadar hızlı ve yoğun biçimde hayata geçtiğini gösteriyor. Kaybın diğer tarafında ise, Nietzsche’nin Zamana Aykırı Düşünceler’de “19. yüzyılın tarih irileşmesi” dediği ve “yaratıcı unutma” gibi kışkırtıcı bir çağrıyla karşı çıktığı olgu vardı.
Bugün bizler tarihin değil de hafızanın irileşmesinden mustarip gibiyiz. Bu semantik değişimde neyin tehlikeye girdiği açık değil, ve tarih ile hafızanın karşı karşıya geldiği son tartışmalar bizi yerleşik mesleki veya siyasi çıkarların ötesine pek taşımıyor. Fakat oyun alanının temelden değiştiği konusunda herkes hemfikir. Soru, bu değişimin iyi mi kötü mü olduğu noktasında düğümleniyor ve iki uçtan birinde karar kılma arzusu ağır basıyor.
Andreas Huyssen’in Present Pasts: Urban Palimpsests and the Politics of Memory (Stanford, 2003) başlıklı kitabına yazdığı “Sunuş” yazısından seçilmiş pasajlar, s. 1-3.