Florian Schneider’ın “Örgütlenemezleri Örgütlemek” (2002) adlı belgeselinde, Silicon Vadisi’ndeki DE-BUG işçi kolektifinden Raj Jayadev geçici çalışmadaki temel sorunun zaman sorunu olduğunu söyler. Jayadev, De-Bug dergisi yazarlarından “Edward”ın hikâyesini aktarır: “Pazartesim Salıma karışıyor, Salım Çarşambaya ve ben farkında bile olmuyorum. Zaman duygumu kaybediyorum, yarına dair umutlarım sönüyor.” Jayadev şöyle devam eder: “Geçici işçilerin derdi saat başına 2 dolar ücret artışı veya daha güvenli çalışma koşulları değil. Onlar, yaratma yetilerini hayata geçirebilmeyi, yeni bir şeyler bekleyebilmeyi, yaşamaya yeniden zaman ayırabilmeyi istiyorlar.” Peki hiç düşünmeden sanatsal üretimle özdeşleştirilen bu yaratma arzusu, güvencesiz koşullarda çalışan başka işçilerin deneyimiyle hangi noktada kesişiyor?
Gelişmiş kapitalist sistemlerde emek pratiklerinin küreselleşme ve enformasyon teknolojilerinin etkisiyle dönüşüme uğraması sonucunda, çalışma hayatında yaygın biçimde tecrübe edilen ama büyük ölçüde belgelenmeden kalan dönüşümleri tarif etmek üzere başvurulan sayısız kavram peyda oldu. Yaratıcı emek, ağ tabanlı emek, bilişsel emek, hizmet emeği, duygulanımsal emek, dilsel emek, gayri maddi emek… Bu kategoriler genelde aynı anlamda kullanılıyor, ama bu denli çoğalmalarının sebebi, birbirine indirgenmesi mümkün olmayan farklı nitelikteki deneyimlere işaret etmeleri. Bu emek pratikleri bir yandan post-Fordist kapitalizmin baskıcı yüzünü oluşturuyor, öte yandan da bizzat işçilerin çalışmayı reddetmesine ve esneklik yönündeki öznel taleplerine dayanan imkânlar barındırıyorlar – bunlar pek çok bakımdan sermayenin sonu gelmeyen yeniden yapılanma ve yeniden ölçeklendirme süreçlerini hızlandırmış, dolayısıyla sermayenin kendi kontrol tekniklerini ve rejimlerini koşullandırmış olan talepler.
Bu ilişkilerin karmaşıklığı, sendika-devlet-şirket üçlüsüne dayalı örgütlenme tarzlarında bir krize yol açtı. Geçtiğimiz on beş yıl boyunca, mütemadiyen, ulus-devletin sonunun geldiği, artık kontrolü küresel erimi daha geniş olan yeni egemenlik biçimlerine bıraktığı ilan edildi. Sendikaların bittiği de aynı derecede aşina olduğumuz bir iddia: onların da ulusaşırı sermaye akışları, aylıklı emeğin aşınması, veya neoliberal politikacıların iyi hesaplanmış saldırıları karşısında zayıf düştüğü söylendi durdu. Daha yakın zamanlara gelindiğinde, istikrarsızlık ve yolsuzluk gibi sebeplerle şirketlerin de pek iyi durumda olmadığı anlaşıldı. Enformasyon ekonomilerinde ve ağ toplumlarında emeği ve hayatı yönetmeye en uygun kurumsal biçimin “ağ tabanlı örgütlenme” olmadığı görüldü. Fakat emeğin örgütlenmesinde ve buna bağlı olarak pazarlık ve müzakere süreçlerinde yaşanan köklü değişimlerin sebebi, bu eğilimlerden çok, birbirleri üzerinde yol açtıkları sonuçlar.
Toplumsal hareketler ve otonom politik gruplar içerisinde, emeğin örgütlenmesinin bu yeni biçimlerine prekarite adı verildi; Fransızca’daki precarité kelimesini İngilizce’ye tercüme etme çabasıyla ortaya atılmış kaba bir terim bu. Prekarite terimi 1980’lerden beri dolaşımda olmakla birlikte, toplumsal mücadelelerde öne çıkması geçtiğimiz 2-3 yıla uzanıyor. Özellikle Batı Avrupa ülkelerinde prekarite kavramı protestoların, eylemlerin ve tartışmaların merkezinde yer alıyor: 2004’te Milano ve Barcelona’da, 2005’te on yedi Avrupa ülkesinde düzenlenen EuroMayDay gösterileri; Ekim 2004’te Londra’da düzenlenen Precarity Ping Pong; Ocak 2005’te Berlin’de yapılan Uluslararası Prekarya Mitingi; Şubat 2005’te Amsterdam’da düzenlenen Prekar Forumu bunlardan birkaçı. Milano’lu eylemci Alex Foti’ye göre prekarite “insanın zamanını planlayamaması; çağrıldığı anda işbaşı yapmaya hazır olan, yaşamı ve zamanı dış güçlerle belirlenen bir işçi olmak” demek. Terim, güvencesiz, güvenliksiz ve esnek sömürü biçimlerinin her türlüsünü kapsıyor: yasadışı, mevsimlik ve geçici çalışmadan eviçi emeğe, taşeronluğa, serbest çalışma veya diğer adıyla kendi kendinin işvereni olan kişilere kadar. Fakat aynı zamanda, hayatın çalışma dışındaki bazı yönlerini de kapsıyor: barınma, borçlanma, duygusal toplumsal ilişkiler kurabilme gibi.
Prekarite hakkında anlatılan klasik hikâye şu: 1970’lerde işçilerin boş zaman ve esnek çalışma taleplerine ve “ömür boyu iş”i reddetmelerine sermayenin verdiği cevap. Dolayısıyla, prekaritenin karşıtı düzenli iş, kalıcı barınma vs. değil. Zira bu tür maddi güvenceler de prekaritenin başka bir biçimini oluşturuyor; zamanı, enerjiyi, duygulanımsal ilişkileri tüketiyor ve Randy Martin’in tabiriyle “hayatın finansallaşması”ndan kaynaklanan sürekli bir kaygı hali yaratıyor. Prekarite kavramı, bir süredir yurttaşlık, emek hakları, toplumsal ücret ve göç konularında verilen mücadelelerde öne çıkıyor. Daha da önemlisi, bu mücadelelerin sosyal devlet modeline, sendikal dayanışmaya veya Fordist ekonomi yapılarına dayanmayan, yeni yaratıcı-toplumsal örgütlenme yöntemlerini gerektirdiği düşünülüyor.
Buradaki asıl politik mesele, prekariteye damgasını vuran belirsiz, kestirilmez koşulların ampirik bir düşünce ve eylem nesnesi olarak işlev görüp göremeyeceği. Prekarite böyle bir imkânı daha baştan dışarda bırakıyor, çünkü ampirik nesnenin istikrarlı ve sınırları belirlenmiş olması gerekir, oysa post-Fordist üretim tarzı içinde emek, eylem ve zihin arasındaki sınırlar gitgide bulanıklaşıyor. Bireysel ve kolektif daimi güvencesizlik hali içinde ortak araçlar (politik örgütlenmeler) keşfedilebilir mi? Politik örgütlenme potansiyeli ile dijital teknolojilerin önünü açtığı iletişim teknikleri arasında ilişki var mı? Kısacası, prekarite bir strateji olarak ne gibi vaatler taşıyor ve tarihin tam da bu ânında neden politik düşünce ve mücadelenin kilit bir unsuru olarak ortaya çıktı?
Belirsizlik, Esneklik, Dönüşüm
Yukardaki sorulara cevap ararken, prekarite kavramının iki uçlu olduğunu akılda tutmak lazım. Bir yandan, daha önce güvenceli olan istihdam koşullarının büyük ölçüde düşük ücretli, belirsiz işlere dönüşmesini ifade ediyor. Bu anlamda prekarite sonu olmayan bir belirsizliğe, insanın geleceğini öngörme kabiliyetinden veya hayatını kurmak için ihtiyacı olan bir nebze istikrardan mahrum olmasına yol açıyor. Öte yandan, prekarite, ağ tabanlı toplumsallık ve üretim biçimlerindeki esnekliği temel alan ve bu esneklikten yararlanan yeni örgütlenme biçimlerinin önkoşullarını sağlıyor. Yaratıcı, bilişsel emekçilerin ve yeni medya çalışanlarının prekar işçinin mükemmel örneği olarak ortaya çıkmış olması, bu muğlak politik konumlanmanın bir belirtisi. Kimi yorumcular, sanatsal çalışmaya damgasını vuran işbirliği süreçlerinin ve duygulanımsal ilişkilerin post-Fordist ekonominin iç dinamiklerini gözler önüne serdiğini bile iddia ediyor. Örneğin Brian Holmes, toplumsal emek ile yaratıcı faaliyet arasındaki sınırları sorgulayarak, İtalyan post-otonomcu düşüncenin temel izleklerinden birini ele alıyor ve yaratıcı dilsel ilişkinin (yani özneler-arasılığın ana malzemesinin) çağdaş emek rejimlerinde merkezî yer teşkil ettiğini öne sürüyor.
Günümüz kapitalizminde maddi üretim ile toplumsal yeniden üretim arasındaki dinamik ilişkinin dil ve iletişim ufkunda kesiştiği iddiasında kuşkusuz doğruluk payı var. Christian Marazzi ve Paolo Virno gibi düşünürlerin geliştirdiği bu iddia, yaratıcı eylem ile toplumsal emek arasındaki sınırları sorgulamak üzere çok farklı bağlamlarda devreye sokuluyor. Fakat birbirinden farklı emek biçimlerini “yaratıcılık” çatısı altında toplama eğiliminde, (sanatçılarla, bilgisayar işçileriyle veya yeni medya çalışanlarıyla değil) özellikle kadınlarla ve göçmenlerle özdeşleşmiş bedensel, zoraki ve ücretsiz çalışma biçimlerinin gölgede kalması söz konusu.
Maquila denen tekstil atölyelerinde çalışan kadınların eylemi, Honduras 2008
"Örgütlenemezleri Örgütlemek” filminden: "Mücadele bu. Madem zenginler savaş istiyor, biz de savaşırız."
Bu bakımdan prekaritenin son moda bir kavram olması muhtemelen pek hayırlı değil. Günümüz emek piyasasında çığır açıcı dönüşümler yaşandığı iddiaları, prekarite etrafında yürütülen mücadelelerin retorik gücünü artırmakla birlikte, iki önemli gerçeği ister istemez karanlıkta bırakıyor. Birincisi, zengin ülkelerde güvencesiz çalışmada halihazırda yaşanan artış, kapitalizmin tarihi içinde çok küçük bir kesit oluşturuyor. Perspektifi hem coğrafi hem tarihsel açıdan genişletecek olursak, prekaritenin norm olduğunu görürüz (yoksa Keynesçi veya Fordist kapitalist istikrar ideali karşısında bir istisna değil). Bu perspektif değişimiyle birlikte odak noktamız da değişir; o zaman, bilişsel, gayri maddi veya yaratıcı denen emek biçimlerine has maddi-olmayan üretim mantığına uymayan, hâlâ sınai veya tarımsal üretim mantığına dayanan başka çalışma biçimleri görüş alanımıza girer. Neoliberal küreselleşmenin, ve enformasyon teknolojilerinin hızla belirip yok olan dot.com döngülerinin zengin ülkelerde emek piyasaları üzerinde yeni baskılar yarattığı inkâr edilemez, ama bu geniş küresel perspektife ikinci bir gerçeğin ışığında bakmak gerek: sermayenin kendisinin de prekar olduğu, krizlere, riske ve belirsizliğe açık olduğu gerçeği.
Emek, İletişim, Hareketlilik
Sermaye kendi belirsizliğini dengelemek için daima emeği, özellikle de emeğin hareketliliğini kontrol altına alma yoluna gitmiştir. Moulier-Boutang, Kölelikten Ücretli Emeğe (De l’esclavage au salariat, 1998) adlı kitabında, son derece öngörülü bir biçimde, öznel emek hareketliliğinin kapitalizmin tarihi içindeki birleştirici hat olduğunu saptar. Kölelik veya sözleşmeli kölelik [indenture] gibi emek rejimlerinin, modernleşmeyle birlikte yok olmak şöyle dursun, kapitalist gelişmenin kurucu unsurları olduğunu ve işçilerin hareketini kontrol altına alma ya da sınırlama girişiminin sonucu olduğunu yazar. Bu açıdan bakıldığında, kâğıtsız göçmen işçi prekar işçinin modeli haline gelir çünkü mevcut küresel formasyonda sınır kontrolü ve alıkoyma teknolojileri sermayenin emek hareketlerini denetim altına almasını sağlayan başat araçlardır.
Düşük ücretli veya ücretsiz çalışan kadınların emeği için de benzer bir iddia ortaya atılabilir – hem ataerkil ailenin kapitalist toplumlarda işgücünün yeniden üretilmesindeki temel yeri bakımından, hem de kadınların bakım hizmetleri, ev işi veya çağrı merkezleri gibi güvencesiz işlerdeki ağırlığı bakımından. Nitekim günümüz emek göçü akışlarında kadınların ağırlığı, sermayenin kendi belirsizliğini azaltma girişimlerinde sınır teknolojilerinin rolünü vurgulayan yaklaşımlar ile kadınların emeğinin marjinalleşmesine ve eksik değerlenmesine odaklanan görüşler arasında hatırı sayılır bir örtüşme olduğu anlamına gelir.
Mesele, prekariteyle ilgili eylemlerde ve tartışmalarda yaratıcı işçi figürünün yerine göçmen işçiyi ya da kadın bakım işçisini geçirmek değil. Veya bu farklı emek tiplerini prekarya gibi tek bir kategori altında toplamak değil. Aynı şekilde, bu bambaşka emek pratiklerini tek bir üretim mantığına tabi kılmak da yeterli değil (Hardt ve Negri, günümüz dünyasındaki tüm emek biçimlerinin, özgüllüklerini korumakla birlikte, enformasyonlaşma süreçleriyle dönüştüğünü ve yönetildiğini iddia ederken böyle yapıyorlar). Bu farklı emek pratikleri arasında bir dereceye kadar kavramsal ve maddi ayrım gözetmenin, bunları mücadele içinde eklemlendirmenin siyasi pratik ve strateji açısından faydalı olacağını düşünüyoruz.
Sözgelimi, çok sayıda yaratıcı işçinin elektronik iletişimde açık yapıları savunmak için yürüttüğü mücadele, kâğıtsız göçmen işçilerin sürdürdüğü öznel hareketlilik pratikleriyle bir tutulamaz. Bu eylemler kavramsal bir çerçevede (göç/çıkış [exodus] veya akış gibi) biraraya getirilebilirse de, bunların maddi düzeyde farklı (ve bağlama göre büyük değişiklik gösteren) tezahürleri vardır. Telif hakkı rejimleri ile sınır kontrolü teknolojileri arasında önemli farklar olduğu ortada – gerçi tabii ikisi de nihayetinde ulusal veya uluslararası düzeyde egemen güçler tarafından denetleniyor. Fakat bunu kabul etmek, serbest yazılım mücadeleleri ile kâğıtsız göç etrafında yürütülen “sınırları kaldırma” mücadelelerinin birlikte çalışamayacağı veya birbirinden taktik devşiremeyeceği anlamına gelmiyor.
Demek ki prekaritenin bir model işçisi yok. Ne sanatçı ne göçmen, ne hacker ne ev kadını… Prekarite, daha ziyade, farklı emek pratikleri arasında kol geziyor ve bu pratiklerdeki ilişkileri kırılgan hale getiriyor – yani, özsel bir bağı olmayan, daima geçici ve olumsal ilişkiler haline getiriyor. Bu anlamda prekarite emek piyasasında işgal edilen bir konumdan ibaret değil, zira geniş bir emek piyasaları yelpazesini ve bunlar içindeki farklı konumları kat ediyor. Dahası, aslında birbirinden ayrı duran toplumsal gruplar arasında en fazla geçici bağlar, ittifaklar veya yakınlıklar oluşması, tüm hareketleri kapsayan bir çatı olduğu iddia edilen “çokluklar”la ilgili tartışmayı da hayli şaibeli hale getiriyor. Böyle bir iddia, belli bir koordinasyon ve örgütlülük durumuna işaret ediyor ki, fiiliyata bakıldığında, gösteri veya eylem anları haricinde böyle bir duruma rastlanmıyor.
Bu tür yakınlıkların ortaya çıktığı anlar –mesela adeta efsaneleştirilen şanlı “Seattle Muharebesi” ve onu izleyen DTÖ protestoları– sonuçta devamlılık gösteren bir alternatif güce dönüşmedi. 15 Şubat 2003’teki kitlesel savaş-karşıtı gösterilerin boyutuna bir daha ulaşılamadı. Bu ivme kaybı, protestolar ve itaatsizlik konusunda her daim beliren ve sonuçsuz kalan şiddet mi şiddetsizlik mi türünden depolitize tartışmaları körükledi.
"Seattle Muharebesi", 1999
Böyle bir ortamda prekarite motifinin son dönemlerde EuroMayDay gösterilerinde merkezî yer tutması ve toplumsal hareketlerin diriltici gücü olarak konumlanması tesadüf değil. Kuşkusuz bu durumu güvencesiz işçilerin sayısındaki ani bir artışa bağlamak zor, zira gelişmiş ülkelerde post-Fordist kapitalizmin başından beri güvencesiz işçilerin sayısı artmaktaydı. Bu gelişmeyi, bir grup eylemcinin prekarite kavramını kullanarak toplumsal hareketlere kitle kazandırdığı bir tür öncülük mantığıyla da açıklayamayız. Prekarite kavramının kazandığı ağırlığı anlamak için, bu kavramı savaş-karşıtı gösterilerle ve ABD öncülüğündeki Irak işgali sürecinde bu gösterilerin ivmesinin korunamamış olmasıyla birlikte düşünmek gerekiyor.
2003’teki gösteriler sırasında, hayatında ilk kez (veya uzun yıllardır ilk kez) sokağa çıkan pek çok insan için, savaş-karşıtı eylemlerin Irak işgalini durdurmayı başaramaması, politik ifadenin sınırları konusunda ağır bir ders, acı bir uyarı oldu. Bu eylemlerin taktik hatalarla malul olduğuna kuşku yok; birçok bağlamda savaş-karşıtı hareket milliyetçi duyguları devreye sokarak kitle kazanma yoluna gitti, bu nedenle hareket içinde husumetler kendini gösterdiği anda bu kitleler aniden askerî birliklere destek olmaya başladılar. Bu durum, Seattle’dan beri savaş-karşıtı hareket içinde pek çoklarının başvurduğu yayılma ve çoğalma mantığını ciddi biçimde masaya yatıran örgütlenme ve seferberlik sorunlarına yol açtı. 11 Eylül sonrası döneme damgasını vuran yoğun güvenlik kaygılarını ve medyada yükselen terörizm retoriğini de eklemek gerek. Pek çoklarının dikkat çektiği gibi, Irak’a birlik göndermiş olsun veya olmasınlar gelişmiş kapitalist ülkelerde yaygın bir korku politikası yerleşti. Prekariteden ve emeğin giderek istikrarsızlaşmasından duyulan kaygıların, böyle bir güvensizlik algısı durumuyla aynı dönemde öne çıkmış olması tesadüf mü?
Prekaritenin küresel hareket içinde merkezî bir politik motif olarak ortaya çıkması, bizce yalnızca emek piyasalarındaki koşullarla bağlantılı değil, daimi bir küresel çatışma hali içinde görünen gelişmiş kapitalist ülkelerdeki yaygın ruh hali ve koşullarla da bağlantılı. Bu bizi yeniden prekaritenin iki uçlu oluşuna getiriyor: Prekarite bir yandan emek koşullarındaki kötüleşmeye karşı bir mücadele platformu ve hem çalışmada hem yaşamda daha esnek koşullar hayal etmenin araçlarını sağlıyor; ama öte yandan da zengin dünyanın hâkim siyasi sınıflarının yaydığı güvenlik retoriğinin peşine takılma riski içeriyor. Kötüleşen emek koşullarını düzeltmek için devlet müdahalesinden medet uman prekarite politikaları için bu durum bilhassa geçerli.
Bu politikaların başında, güvenceli esneklik [flexicurity] çağrıları geliyor: esneklik ilkesinden vazgeçmeksizin işçilere koruma sağlamayı öngören yeni bir refah modeli çağrısı. Bu tür öneriler, devlet destekli işsizlik yardımlarının işsizlik parası karşılığı çalışma [work-for-the-dole] sistemine evrildiği bazı gelişmiş ülkelerde ilgi görmese de, Batı Avrupa’da genellikle Hollanda’daki emek piyasası reformlarını tüm AB ülkeleri için geçerli kılma çağrıları biçiminde kendini gösterdi.[1] Esnek çalışan işçilere, bu tür işlerde çalıştıkları süre arttıkça daha güvenceli istihdam, daha iyi ücret ve sosyal haklar sağlayan bu reformların, belli ölçüde düzenlemeye tabi yurttaş-mukim işçiler için önemli kazanımlar getirdiği inkâr edilemez. Ama kâğıtsız göçmen işçileri kapsamadıkları muhakkak. Dahası, prekariteyi azaltmak için devlet politikasından medet ummak, devletin sermayenin belirsizliğini istikrarlı hale getirebileceği, getirmesi gerektiği inancını besler.
Bu durum, Hollanda emek piyasasındaki reformların ötesinde, devletin tüm yurttaşlara toplumsal ücret veya güvenceli gelir ödemesi gerektiği yolundaki çağrılar[2] için de geçerli; bu çağrılarda, artık zenginliğin üretilmesinde sadece emeğin değil, bizzat yaşamın payı olduğu iddia ediliyor. Devrime karşı reform şeklindeki mutat sorunu bir tarafa bırakırsak, böyle bir tedbirin küresel savaş koşulları altında hâkim güvenlik retoriğini pekiştirme tehlikesi yüksek, zira devlete (ya da devlet dışında başka bir egemen güce) sürekliliği ve güvenceyi temin etme rolü veriyor.
Ontolojik Güvensizlik
Halihazırdaki belirsizlik algıları elbette karmaşıktır ve küresel terörizm, çalışma hayatında prekarite, çevresel risk veya finans piyasalarının değişkenliği gibi tek bir sebebe dayandırılamaz. Varoluşsal düzeyde bu deneyimler birbirine karışıyor ve genel bir huzursuzluk duygusu yaratıyor. Devletin (ister ulusal düzeyde ister AB gibi daha geniş bir egemen güç şeklinde olsun), bu alanların herhangi birinde istikrarı sağlayabileceği inancı, diğer alanlarda da olumsallığı ve riski ortadan kaldırabileceği düşüncesiyle el ele gidiyor olabilir. Bu da, prekariteye karşı mücadelenin, dikkatli olunmadığı takdirde, devlet kaynaklı güvenlik politikalarını besleyebileceğine işaret ediyor; aynı zamanda prekaritenin, emek bağlamındaki ifadesinden çok daha derin bir boyutu olduğunu gösteriyor – çalışma eylemi veya imkânıyla sınırlandırılması mümkün olmayan, daha temel (ama kesinlikle kurucu olmayan) bir insani kırılganlık boyutudur bu.
Nitekim Judith Butler, Kırılgan Hayat (2004; Metis, 2013) kitabında, emek piyasasında güvencesizlik anlamındaki prekariteden ayrı tutulması gereken kırılganlığı [precariousness] ele alır. Butler’a göre kırılganlık, insanların fiziksel varlığının ortak ama eşit biçimde dağılmamış incinebilirliğini tarif eden ontolojik ve varoluşsal bir kategoridir. ABD’de 11 Eylül olayları sonrasında gözle görülür hale gelen bu temel ve birey-öncesi hassasiyet, küresel güvenlik söylemleri ve uygulamalarında tamamen inkâr edilmektedir. Sözgelimi George W. Bush’un “acımız öfkeye, öfkemiz kararlılığa dönüştü” şeklindeki sözleri, Butler’a göre kırılganlığı ve yası reddetme, bunun yerine düzeni yeniden tesis etme ve dünyanın önceden düzen içinde olduğu yanılsamasını besleme amacı taşır. Butler bu kırılganlığın idrakinde, “insan” olmanın önkoşulunu oluşturan incinebilirliğin ve karşılıklı bağımlılığın temel unsuru olan etik bir karşılaşma olduğunu düşünür.
Butler’ın kırılganlığı insan ilişkilerinin temel koşulu olarak kabul etmesi, ağ tabanlı ekonomiler ve emek piyasalarındaki trendler hakkındaki tartışmalarla da ilintilidir. Butler insan doğası için kurucu bir temel ortaya koyma peşinde değildir, bilakis, insanlar arasındaki bağımlılık ve işbirliği örüntülerine damgasını vuran, istikrardan uzak ilişkilere odaklanır. Fakat Butler’ın düşüncesini, esnekliği ve iletişimsel-dilsel ilişkileri el üstünde tutan bir emek piyasasındaki koşullara uyarlayacaksak, bu ontolojik karışıma yaratıcı-yenilik [innovation] unsurunu da eklememiz gerekiyor.
Yaratıcı-Yenilik [Innovation] Yetisi
İnsanın yaratıcı-yenilik yetisini kavramak için, böyle bir değişimin norm değil istisna olduğunu, nadiren ve beklenmedik bir şekilde meydana geldiğini anlamak gerekiyor. Paolo Virno,[3] Wittgenstein’ın Felsefi Soruşturmalar kitabında yer alan, kuralları uygulamanın imkânsızlığıyla ilgili 206. paragrafı yorumlar; amacı, böyle bir istisnanın koşullarını anlamak ve yaratıcı [creative] faaliyetlerden ekonomik değer elde etmeyi hedefleyen örgütsel modellerle arasındaki köklü farkı ortaya koymaktır. Wittgenstein’ın normatif veya kurala dayalı davranışla ilgili açıklamalarında Virno açısından önemli olan nokta, bir kuralın kendi uygulanma koşullarını hiçbir zaman tam olarak belirleyememesidir – örneğin, tenisteki servis atışında topun ne kadar yükseğe atılabileceğini belirleyen bir kural yoktur. Böyle bir belirlemenin olması için, kuralların uygulanışıyla ilgili başka bir kural daha konması gerekir ve bu şekilde sonsuza kadar geriye gidilir, tıpkı içtihat hukukunun normatif sistemi gibi. Gelgelelim yaratıcı-yenilik, bu formel düzenleme alanından uzak bir eylem tarzını gerektirir.
Burada, politik istisna hali teziyle kasıtlı bir koşutluk kuruluyor (Carl Schmitt ve Giorgio Agamben gibi düşünürlerin işlediği bir tezdir bu). Schmitt, siyaset kuramını egemenin kararına dayandırır, sonsuza dek geriye götürülen hukuki emsal mantığına indirgenemeyen bir karardır bu; keza Virno da yaratıcı-yenilikçi eylemin alışkanlığın düzenliliğinden ve geleneğin düzenlemesinden kopmayı gerektirdiğini öne sürer. İstisnada, kural kendi uygulanışından ayırt edilemez; başka deyişle, her olay veya eylem sistemin gramerini yeniden yazar. Dolayısıyla yaratıcı-yenilikçi eylem, kuralları bozan bir ihlalden, mevcut kurumsal düzenlemelere kafa tutan avangard bir hamleden ibaret değildir. Kuralların iptalini, gramatik önermelerde köklü bir yeniden şekillendirmeyi, ve bunun sonucunda gelecekteki üretici imkânların yeniden tanımlanmasını içerir.
Bütün bu açılardan, yaratıcı-yenilikçi eylem, bir egemenin eylemi değildir (romantiklerin tanrı olarak sanatçı idealinde doruğuna ulaşan bir nevi “hiçten yaratma” eylemi değildir). Yaratıcı-yenilikçi eylem, zorunlu olarak özneler-arası eylemdir, zihinler ve bedenler arasındaki karmaşık ve dengesiz ilişkilerde şekillenir. Modeli, istisnaya karar veren egemen değildir; hem dağılmış hem yayılmış olan, başka deyişle tabandan gelen bir istisna olan, egemen-olmayan karar diyebileceğimiz şey yoluyla değişen dil ya da hayat formudur. “Yaratıcı-yenilik kültürü” veya “yaratıcı endüstri” gibi tabirler bu nedenle terimlerde çelişkidir; yaratıcı-yeniliğin statükoyla birarada var olabileceğini veya ona tabi olabileceğini ima etmeye çalışan ifadelerdir. Bu bağlamda yaratıcı-yenilik, benzer bir sürecin kodu haline gelir: yaratıcılığın, piyasanın biçimsel kayıtsızlığına indirgenmesi.
Virno, çağdaş kapitalist üretimin tam da bu indirgemeyi şart koştuğunu yazar. Butler’ın dediği gibi insan ilişkileri karmaşık bir politik cemaat duygusunu besleyen bir kırılganlığı içeriyorsa, Virno post-Fordist kapitalizm koşullarında yaratıcı dilsel yenilik talep eden emek ilişkisine de aynı istikrarsızlığın damgasını vurduğunu söyler. Burada ona göre aslolan, Marx’ın genel zekâ kavramının olumlanmasıdır. Bireylerin birbirinden farklı durumları ve koşulları içinde ortak olan unsur, halihazırdaki çarelere başvurma yetisidir. Virno’nun ve başka post-otonomcu düşünürlerin bir siyasi taktik olarak devrimin karşısına çıkış/göçü [exodus] koymalarının sebebi budur. Bu kaçış ya da “hedefli geri çekiliş”, modernlikten el etek çekmeyi ima etmez. Kapitalizmin yaşamak için ücretli çalışma haricinde hiçbir yol bırakmadığını görmeyi ve kolektif zekânın üretici emekten yaratıcılığını çekmesini sağlayacak fırsatlar ve stratejiler yaratmayı içerir.
Daha önce de dediğimiz gibi, yaşam ve emek birbirinden ayrılamaz hale geldikleri ortak bir mekânı işgal ediyor. Fakat her türlü güvenceden mahrum kalan yaşamın ve emeğin önünde tek bir seçenek kalıyor: politik eylem. Hâkim siyasi güçleri korku üretmeye sevk eden de, dönüştürücü bir kuvvet olarak politik eylemin taşıdığı potansiyel. Potansiyel de başlı başına belirsiz bir kuvvet – hem yaşamın hem de emeğin paylaştığı ortak bir kaynak ve bu yönüyle yeni örgütlenme ve yaşama biçimlerini doğuracak yaratıcı-yeniliğin temeli.
Güvenliksiz Özgürlük
Ağların istikrarsız varlığı ile göç ve sınır kontrolü sorunlarını aynı anda gündeme getirdiğimizde, emek ilişkisine damgasını vuran prekarite ile sınırların güçlendirilmesi rejimini birlikte düşünmek zorunda kalıyoruz. Yaratıcı işçileri güvencesiz emeğin modeli haline getirenler ile bu rolü kâğıtsız göçmen işçilere atfedenler arasında süren çekişme bu ayrımın belirtilerinden biri. Bu çekişmenin yarattığı tartışma kuşkusuz değerli, ama bir nokta gözden kaçıyor: sermayenin yaşamla buluştuğu koşulların değiştirilmesi. Prekariteye karşı mücadele, çoğunlukla, yaşamın çalışma olduğu önermesi etrafında dönüyor. Ama asıl zorluk, buradaki örtük üretimciliği olumlamak yerine, bu idraki başka bir yaşamın temeli haline getirebilmekte – olumsallığın ve istikrarsızlığın tehdit olarak algılanmadığı bir yaşamın. Goethe’nin Faust’ta yazdığı gibi, milyonların “güvenliksiz, ama faal ve özgür olabildiği” bir yaşam.
31 Mayıs 2013, İstanbul
Brett Neilson ve Ned Rossiter’ın From Precarity to Precariousness and Back Again: Labour, Life and Unstable Networks başlıklı yazıdan kısaltılarak çevrildi.
[1] Bkz. Alex Foti, “Precarity and N/european Identity. Interview with Merjin Oudenampsen and Gavin Sullivan”, Greenpepper, 2004.
[3] Virno, ‘Motto di spirito e azione innovativa’, Forme di Vita 2-3, s. 11-36, 2004.