/ Sanat-Özgürlük / Provo Hareketi Devrimci Olabilir Miydi?

 

 

Gençlik ve onun çakma özgürlükleri, modern toplumun en katıksız ürünleridir. Onların modernliği kendilerine sunulan ve halihazırda zaten yaptıkları tercihe dayanır: neo-kapitalizmle tam bütünleşme ya da olup olabilecek en radikal red. Şaşırtıcı olan, gençliğin isyanda olması değil, büyüklerinin bu kadar içi geçmiş olması. Ama bunun sebebi biyoloji değil, tarih – bir önceki nesil pek çok yenilginin içinden geçerek bugüne geldi ve devrimci hareketin ağır ağır, içler acısı bir şekilde dağıldığı yalanına kandı.  

Kendi başına Gençlik, bir reklamcılık mitinden ibarettir; yeni “toplumsal dinamizmin” bir parçası olaraksa, kapitalist üretim tarzının potansiyel müttefikidir. Gençliğin yanılsamadan ibaret önceliği, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen ekonomik toparlanmayla başladı. Sermaye, emekle yeni bir mutabakata varmayı başarmıştı: manipüle edilebilir tüketicilerden oluşan yeni bir sınıfın kitlesel üretimi karşılığında işçi sınıfı gösteri toplumuna tam üyelik hakkı kazanacaktı. En azından ideal toplumsal model buydu; ama tabii her zamanki gibi bu modelin (tüketim ideolojisinin gerisinde kalan) mevcut sosyo-ekonomik gerçeklikle pek bir alakası yoktu. Gençliğin isyanı, yeni dünyanın kalıcı gerçeklerine –gündelik hayatın sıkıntısına, ürettiği türlü türlü modernizasyona rağmen hâlâ modern kapitalizmin ana ürünü olan ölü hayata– karşı ilk öfke patlamasıydı. Bu toplumu ve ürünlerini gençliğin ancak küçük bir kesimi reddedebiliyor, ama onlar da bu toplumun alaşağı edilebileceğinin farkında değil. Onun yerine, nihilist bir şimdiyi yeğliyorlar. Oysa, kapitalizmin yıkımı şimdi bir kez daha elle tutulur bir mesele, tarihte bir olay, halihazırda işlemekte olan bir süreçtir. Muhalif gençlik, eleştirel bir teorinin tutarlılığına erişebilmeli ve bu tutarlılığın gerektirdiği pratik örgütlenmeyi gerçekleştirebilmelidir.

En ilkel seviyede, dünyanın “yoldan çıkmış gençleri” [delinquents] (blousons noirs) bu toplumu ve önümüze sürdüğü steril tercihleri reddettiklerini ifade etmek için şiddete başvurur. Fakat bu da soyut bir reddiyedir: onlara, bu sistemin çelişkilerinden kaçma şansı sunmaz. Yoldan çıkmış serkeşler bu sistemin ürünleridir – olumsuz ve spontandırlar ama bu onları sömürülmekten alıkoymaz. Yeni toplumsal düzenin bütün deneyleri serkeşler üretir: yeni şehirciliğin; bütün değerlerin çözülmesinin; gittikçe daha sıkıcı bir hal alan tüketim odaklı boş zamanın istilasının; gündelik hayatın tüm yönleriyle psikolog-hümanist emniyet güçleri tarafından sıkı bir denetim altına alınmasının; tüm anlam ve önemini yitirmiş aile biriminin ekonomik olarak ayakta kalmasının ilk yan ürünüdür serkeşler. 

 

 

 

“Genç eşkıya” çalışmaktan nefret eder, ama onun ürünlerine de sırt çevirmez. Gösterinin tüm nimetlerinden faydalanmak ister – hem de hemen şimdi, hiçbir bedel ödemeden. İşte yoldan çıkmış gencin varoluşunun temel çelişkisi burada yatar. Zamanını, kendi kişiliğini ortaya koymak için ve hatta bir tür topluluk inşa etmek için gerçek bir özgürlükle kullanmaya çalışabilir. Ama her halükârda çelişki bakidir ve öldürür. (Yoksulluğun hüküm sürdüğü toplumun çeperlerinde çeteler kendi hiyerarşik yapılarını oluştururlar; ki bu hiyerarşi de gerçek hayatta karşılığını ancak diğer çetelerle savaş halindeyken bulur. Çeteleri ve çetelerin mensuplarını birbirinden kesin çizgilerle ayıran savaştır.) Sonunda çelişki dayanılmaz bir hal alır. Ya, ürünler âleminin cazibesi ağır basar ve genç çeteci serseriliği bırakıp çalışarak ekmeğini kazanmaya karar verir: Sırf onu topluma geri kazandırmaya hasredilmiş koca bir üretim sektörü bile vardır: Kıyafetler, gitarlar, scooter’lar, transistörler ve amfetamin, onu tüketiciler diyarına çağırır. Veyahut, bizzat piyasanın kanunlarına saldırmaya mecbur kalır – ya iptidai anlamıyla, yani çalarak; ya da, tüketim toplumunun bilinçli bir devrimci eleştirisine yönelerek. Serkeşin önünde yalnızca iki seçenek vardır: ya devrimci bilinç, ya da üretim hattında sorgusuz sualsiz itaat.      

Provolar yoldan çıkmışların ilk örgütlü halidir – serkeş deneyime ilk politik formunu kazandıran onlardır. İki ayrı unsurun ittifakına dayanırlar: yoz “sanat” dünyasından bir avuç kariyer düşkünü ve kendilerine yeni bir uğraş arayan bir alay beatnik. Sanatçıların harekete katkısı, oyun fikri olmuştur – gerçi onların lügatinde oyun hâlâ birtakım eski püskü ideolojik kisvelere bürünmüştür. Yoldan çıkmış gençlerin ise isyanlarının hiddetinden başka sunacak hiçbir şeyleri yoktu. En başından beri bu iki eğilim arasında bariz bir uyumsuzluk vardı: ideolojik olarak henüz bilinçlenmemiş kitle, kendini sanatçılardan oluşan yönetici sınıfın Bolşevik “güdüm”ü altında buldu. Bu yönetici sınıf iktidarını provo-demokrasi ideolojisiyle meşrulaştırıyor ve sürdürüyordu. Yoldan çıkmış gençlerin su katılmamış şiddeti bir fikir halini aldığı anda –yani, sanatı yok edip ötesine geçmeye teşebbüs ettikleri anda– bu şiddet düşünülebilecek en yavan neo-sanatsal reformizme yönlendirildi. Provolar modern kapitalizmin ürettiği nihai reformizmin bir veçhesidir: gündelik hayat reformizmi. Tıpkı kapitalizmde birtakım tali değişiklikler yapılarak sosyalizmin inşa edilebileceğine inanan Bernstein gibi, Provo hiyerarşisinin üst kadroları da ufak tefek isabetli iyileştirmelerle gündelik hayatı değiştirebileceklerini düşünüyorlar. Oysa gözden kaçırdıkları bir şey var: gündelik hayatın banalliği arızî değildir; bizzat modern kapitalizmin başlıca mekanizması ve ürünüdür. Topyekûn devrimden aşağısı bu banalliğin işini bitiremez. Provolar parçalı çözümlere yöneldiler ve sonunda bütüne razı gelmek zorunda kaldılar.     

 

 

 

Liderler, bir taban kazanabilmek için “provotarya ideolojisi” diye saçma sapan bir ideoloji uydurdular. Bu yeni provotaryanın, kimi ücra Solcu mabetlerde hâlâ tapınılan edilgin ve “burjuvalaşmış” proletaryaya karşı konumlanması bekleniyor. Toplumu baştan aşağı dönüştürecek bir mücadeleden ümitlerini kestikleri için, bu değişimi gerçekleştirebilecek yegâne güçten de ümitlerini kesmiş durumdalar. Proletarya kapitalist toplumun itici gücü ve dolayısıyla ölümcül düşmanıdır: Her şey proletaryayı sindirmeye yönelik olarak tasarlanmıştır (partiler; sendika bürokrasileri; polis; gündelik hayatın tüm veçhelerinin kolonize edilmesi), çünkü sistemi tehdit edebilecek yegâne güç odur. Ama tüm bunlar Provolara vız gelir tırs gider; ve üretim sistemine yönelik bir eleştiri geliştiremedikleri için sistemin uşakları olarak kalırlar. Sonunda sendika karşıtı bir gösteri, gerçek çatışmanın fitilini ateşledi: Provo tabanı doğrudan şiddete başvurunca, ne yapacaklarını şaşıran liderleri, “aşırılıkları” kınamaktan ve barışçıl zırvalar gevelemekten geri kalmadı. Otoritenin baskıcı karakterini açığa çıkarmak için onu kışkırtmaktan dem vuran Provo, birdenbire polisin kendilerini tahrik ettiğinden yakınır oldu. Provoların sönük anarşizmi anca buraya kadar.  

Provo tabanının pratikte devrimcileştiği doğrudur. Ancak, devrimci bir bilinç geliştirebilmek için, ilk olarak liderlerinin defterini dürmeleri, nesnel bir devrimci güç olan proletaryanın yanında saf tutmaları ve bu dünyanın Constant’larını ve [Bernard] de Vries’lerini bir kenara bırakmaları gerekiyor – biri, Hollanda kraliyet ailesinin gözde sanatçılarından; ötekiyse başarısız bir belediye meclisi üyesi ve İngiliz polisinin hayranı. Modern bir devrim gerçekleşmekte ve Provolar da liderlerinden ve ideolojilerinden kurtuldukları takdirde bu devrimin tabanlarından birini oluşturabilir. Dünyayı değiştirmek istiyorlarsa “Beyaz Plan”larıyla her şeyi beyaza boyamakla yetinenlerden kurtulmaları gerekiyor.

 

Mustapha Khayati’nin “On the Poverty of Student Life” başlıklı yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.

sitüasyonizm, kültürel aktivizm, sanat/özgürlük, Provo