Zamanımızda emlak ile sanat arasında gayet mahrem birtakım ilişkiler gelişiyor ve gün geçtikçe bu ilişkiler daha da şiddetleniyor. Ve sonunda bakıyoruz ki emlak ve sanat birbirini soğuruyor adeta; yani birbirini kendi içine emiyor, içkinleştiriyor veya temellük ediyor. Ve bu metamorfoz sonucunda da, ikisinin de varlıkları son buluyor. Yani sanat da emlak da hakikatlerini yitiriyor. Bu aslında birçok düzeyde gerçekleşen, karmaşık ve kapsamlı bir konu. Bu konuşmanın sınırları içinde ancak birkaç düzeye değinebileceğim ve bazı örnekler vereceğim.
ABD'de emlak patlaması ve soyut ekspresyonizmin ortaya çıkışı
İkinci Dünya Savaşı’ndaki bir olaydan bahsetmek istiyorum. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Naziler Fransa’yı da tehdit edince, birçok sanatçı Paris’ten New York’a göçüyor. Bunlar avangardın öncüleri sayılan sanatçılar. Kim mesela? Marcel Duchamp, André Breton, Max Ernst, Picabia, Roberto Matta, Almanya’dan Hofmann. Bunlar tabii New York’taki sanatçılarla içli dışlı oluyorlar. Ve onlara, sürrealizmin, Dada’nın ve diğer avangard hareketlerin ilkelerini ve tekniklerini öğretiyorlar. Özellikle, Matta, Picabia gibi sürrealistler otomatizmi öğretiyorlar; Hofmann soyutu benimsetiyor. New York’lu sanatçılar kim? Jackson Pollock, Arshile Gorky, Rothko, Willem de Koonig gibi daha sonra bu soyut ekspresyonizmi kuracak sanatçılar. Ama bunların Paris'li göçmenlerle tanışmadan öyle soyutla, avangardla falan ilgileri yok. Bir ulusal Amerikan sanatı yaratma peşindeler ve bunun için de Meksikalı Diego Rivera, Orozco gibi komünist mural sanatçılarının eserlerinden çok etkileniyorlar ve mural yapmaya girişiyorlar. Ama New York’a göçen avangard sanatçılarla kaynayınca bu stilleri, son derece radikal bir dönüşüme uğruyor ve işte buradan soyut ekspresyonizm türüyor. Bu sayede New York dünyanın sanat başkenti oluyor. Yani diyelim ki modernlikle birlikte sanat başkenti unvanını Floransa'dan Paris aldıysa, İkinci Dünya Savaşı sırasında da Avrupa avangardı ile Amerikalı realistlerin biraraya gelmesiyle New York dünyanın sanat başkenti oluyor ve büyük ölçüde hâlâ bu başkentlik etkisini de sürdürüyor.
Bu konudaki en önemli eleştirel kaynakların başında Fransız tarihçi Serge Guilbaut'nun kitabı geliyor. Guilbaut bu hadiseyi, New York’un modernizmi Paris’ten çalması olarak niteliyor. Kitabının başlığı da buna işaret ediyor: New York Modern Sanat Fikrini Nasıl Çaldı?[1] İşte bu 'çalıntı' fikrin ürünü olan soyut ekspresyonizm, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan modernizmi olarak markalandırılarak bütün dünyaya yayılıyor. Savaş sonrasında ekonomiye öncelik veren Marshall Planı’yla birlikte, Amerika’nın Avrupa üzerinde hegemonya kurmasında çok önemli rol oynuyor. Adeta Amerika Birleşik Devletleri’nin resmî sanatı oluyor.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün müzeler, galeriler soyut ekspresyonist sanatçıları sergiliyorlar, onları satın alıyorlar. Bazı Alman müzeleri hâlâ Amerikan sanatı müzesi gibidir adeta, hayret edersiniz. Nerede dersiniz Alman sanatı, 20. yüzyıl başının o muhteşem Alman ekspresyonistleri? Kenarda, köşede. Soyut ekspresyonizm, hâlâ modern sanat müzelerinin en gözde eserleri arasında ve müzayedelerin de en pahalı parçaları. İşte bu gelişmelerin arkasında, yani soyut ekspresyonizmin, böyle evrensel bir hareket olarak örgütlenmesinin arkasında Amerika’daki İkinci Dünya Savaşı sonunda patlayan emlak piyasası var. Avrupa savaş sırasında sefalet içerisindeyken, Amerika ekonomisi yükseliyor ve bu da 1945-46 yıllarında büyük bir emlak patlamasına yol açıyor. Soyut ekspresyonizm yükselen orta sınıfın bir ayrıcalık göstergesi oluyor. "Dişi modellerle, tuvaller birlikte erotikleşiyor... Haute couture ve haute peinture özdeşleşiyor... Fetişleştirilen soyut sanat, dişi model gibi yalnızca lüksün değil, bilginin de sembolü haline geliyor."[2] Sonuçta, ABD'deki emlak patlaması, bu yeni sanatın, bu çağdaş sanatın, soyut ekspresyonizmin emlak piyasası tarafından kendine mal edilmesine yol açıyor. Yani ne oluyor: Emlak, sanatı markalandırıyor, pazarlıyor ve örgütlüyor.
İstanbul'da emlak patlaması ve çağdaş sanat
Şimdi hemen İstanbul’a dönüyorum. Son yıllarda özellikle İstanbul’da bu yukarda değindiğim hadisenin bir bakıma tersi yaşanıyor. Sanat bu kez emlak piyasasının örgütlenmesindeki en başat motif olarak karşımıza çıkıyor.
Bu konuda en atılgan projelerden biri 42 Maslak Projesi. Kendisini “tamamen sanatla yaşayan bir proje” olarak tanıtıyor 42 Maslak Projesi. Projenin felsefesi, kendi tabirleriyle “Artful Living” ve bu felsefe de şu: "yaşamı sanatla zenginleştirmek". Göreceğiz, emlak piyasası hep bu sanat-hayat birlikteliğine oynuyor: Emlak hayatla özdeşleştiriliyor ve sanatla da birleşince bir sanat-hayat birliği gerçekleşiyor. Yani büyük bir ideal, bir ütopya. 42 Maslak Projesi’nin sahibi Bay İnşaat, Alem dergisinin eki olarak bir Artful Living dergisi çıkarıyor. Epey kalın, büyük bir dergi. Alem dergisi diye de küçümsemeyin, İstanbul "sanat ve cemiyet" hayatının bence en hakiki yayınlarından biridir. Alem, Şamdan, Hafta Sonu, Vogue… Bu dergilerin tabiriyle "elitlerin, cemiyet hayatının" sanat hayatıyla nasıl bileştiği en iyi buralarda görüntülenir. Zaten artık sanat konusunda pek teorik yayın falan da kalmadı. Evet, Artful Living dergisi olabildiği kadar ciddi bir dergi ve piyasadaki ciddi –nispeten ciddi– yazarlar yazıyor burada. Bir online sanat portalı var, ayrıca birçok başka sanat dergisine ve önemli sanat yayınlarına da büyük reklamlar veriyor. Şimdi nasıl oluyorsa, Artful Living aynı zamanda, dünyanın en büyük iki küresel müzayede evinden Sotheby's'in emlak şirketinin de dergisinin başlığı! Yani sanat mezatçısı Sotheby's de, Bay İnşaat'la aynı "felsefe"yle emlak spekülasyonu yapıyor.
Artful Living Dergisi, Bay İnşaat Artful Living Dergisi, Sotheby's
Sanatın iletişim ve pazarlama gücüne bel bağlayan diğer bir emlak şirketi ise Varyap. Varyap ise “Yaşam–Sanat Galerileri” açıyor. Yine bir sanat-hayat birliği teması görüyoruz. Bu sanat-hayat galerilerinden birini beş yıl önce kadar gezdim, Bağdat Caddesi’nde büyük bir galeriydi. Galeriye girdiğiniz zaman duvarlarda tablolar var, ana mekânındaki stantların üstünde de mimari maketleri görüyorsunuz. Yani mimarlık ve sanat bu galerilerde birlikte sergileniyor ve birlikte satılıyor. Varyap, bu galerileriyle Contemporary İstanbul Fuarı’na katıldı. O da sanatla emlağı bileştirirken “yaşamın ve insanın en büyük değerinin sanat eseri” olduğu inancından yola çıkıyor.
Bir başka proje, Dumankaya Modern; "modern sanatı yaşam alanına taşıdığını" öne sürüyor. Rixos Residences Bomonti ise "sanatın kollarında estetik bir yaşam" sunuyor. Bunları hepimiz izliyoruz; böyle dev dev ilanlar. Kültür sayfaları, gazetelerde, dergilerde giderek kayboldukça, önce finans sayfaları ortaya çıktı. Şimdi de emlak sayfaları var; ve emlak şirketlerinin reklamları sayfalara sığmıyor. Her gün, emlak-sanat kompleksinin bizi baştan çıkarmaya çalışan sanal mimarlığı ve sloganlarıyla besleniyor zihinlerimiz.
Barbaros’taki Point Hotel de bu alanda değişik bir girişim. Point Hotel çağdaş sanatçıları biraraya getiriyor ve onlara 265 çağdaş sanat eseri sipariş ediyor. Bu eserlerle dekore edeceği otelin böylece müzeleşeceğini iddia ediyor. Bu projeyi ortaya atan Beral Madra; muteber bir sanat yöneticisi ve eleştirmen. Diyor ki, böylece "bina, çağdaş sanat müzesinin saygınlığını kazanacak", bu da "ülkemize büyük bir tanıtım hizmeti verecektir".[3] “Biz bu emlağı müzeleştiriyoruz ve ülkemize büyük bir tanıtım hizmeti veriyoruz” diyor. Yani bir müze açarak ülkemizi tanıtıyoruz. Çünkü sonunda her şey buna geliyor: İstanbul’u satmak, İstanbul’u markalandırmak, İstanbul’u tanıtmak vs. Oysa Beral Madra güya sanatın dekoratifleştirilmesinin en keskin eleştirmenlerinden biri.
Emlağı sanatsallaştırma konusunda şimdilik en ileri proje, Galatasaray Ali Sami Yen Stadyumu ve Tekel Likör Fabrikası yerine yapılan Quasar-İstanbul kompleksi. "Türkiye'deki en büyük İsviçreli gayrimenkul yatırım projesi" olarak tanıtılan girişim, birçok uluslararası gayrimenkul ödülünün yanı sıra, "Dünyanın en iyi rezidansı" seçilmiş. "Lüks yaşamı hayallerin ötesine taşıyan” Quasar "statü ve prestijin dünyadaki simgesi". Kompleksteki dört bin metrekarelik bir teras heykel bahçesi olarak tasarlanıyor. Bu eşsiz sanatsal atılımın bir işareti olarak Quasar, "dünyaca ünlü iç mimar ve tasarımcı Marcel Wanders'a... bir yüzü Asya'yı, bir yüzü Avrupa'yı temsil eden bir kadın heykeli" sipariş ediyor, sonra da bu heykelin Hollanda'nın başlıca müzelerinden Stedelijk'de dört ay süreyle sergilenmesini sağlıyor. "Bu benzersiz heykel", etrafında örgütlenen dev reklam kampanyasına bakılırsa, "İstanbul'un yeni ikonik simgelerinden biri" olacak. Elbette Quasar reklamlarında da sanatın yanı sıra, başta ABD'de görüldüğü gibi dişillik ve moda da eksik değil.
Quasar heykeli
Hakikaten, emlağı sanat kisvesine sokmanın ölçüsü yok. At atabildiğin kadar. Örneğin, "Sinpaş Holding iştiraki Servet GYO", İstanbul yetmiyor, "Frankfurt'u sanatla tanıştırmaya" soyunuyor.[4] Aynen bu sözlerle satmaya kalkışıyor projesini. Düşünebiliyor musunuz, Frankfurt bu, dünyanın en zengin sanat merkezlerinden biri...
Son bir örnek vereyim. Belki de en uç, en mizahi örnek bu. Birkaç yıl önce, Zorlu Center'ın mimarı Emre Arolat üzerine düzenlenen bir toplantıda Arolat’ın mimarlığı, “sitüasyonist enternasyonal”in lideri Guy Debord’un sanatıyla özdeşleştirildi. Nasıl özdeşleştirildi? Hem konuşmacılar bu konuya değindiler, hem de toplantıya girerken Guy Debord’un filmleri gösteriliyordu. Guy Debord’un filmleri deyince, bu filmlerin bir bölümü simsiyah zaten. Şimdi bu “sitüasyonist enternasyonal” hakikaten 20. yüzyıl avangardının en goşist, en aykırı, en isyankâr, en kızıl akımıdır. Sadece kapitalistleri kesmekten bahsetmez, komünistleri de kesecektir – komünist bürokratları. Sitüasyonistler 1968’de Sorbonne Üniversitesi’ni işgal ettiklerinde, hem Pekin’e hem Moskova’ya telgraf çekiyorlar, “titreyin bürokratlar geliyoruz” diyorlar. Yine o dönemde duvarlara yazdıkları bir slogan yanılmıyorsam şöyle: “Mücadelemiz en son bürokrat, en son kapitalistin bağırsaklarıyla asılıp ölene kadar devam edecek”.[5]
Şimdi bir Arolat mimarlığını ve Zorlu Center’ı düşünün, bir de “sitüasyonist enternasyonal”i düşünün; hakikaten artık çok aşırı, çok ölçüsüz bir kıyaslama. Neyse... Asıl önemlisi Zorlu’nun pazarlama kampanyası. Zorlu Center bir "çağdaş sanat merkezi" olarak ilan ediliyor. Öyle ki, İstanbul’u da dünyanın çağdaş sanat başkenti yapacak. Nasıl? 350 milyon dolarlık bir performans sanatı merkezi açıyorlar ve yoğun olarak sanat sponsorluğu yapıyorlar. Nereye yapıyorlar? Ana sponsoru Akbank Private Banking'in olduğu Contemporary İstanbul Fuarı’na yapıyorlar. İstanbul Bienali’ne yapıyorlar; İKSV’nin diğer etkinliklerini destekliyorlar. Çağdaş sanatla mimarlığın birliği üzerine yayınlar çıkarıyorlar. Ayrıca merkezin AVM’sinde, birtakım çağdaş sanat galerileri açmayı tasarlıyorlar. Zaten hatırlarsanız 4-5 yıl önce her AVM’de sanat galerileri açılması yasa gereği oldu; veya en azından bu doğrultuda bir yasa gündeme geldi. Bazı AVM’lerde açıldı, mesela Akmerkez’de var. Şimdi AVM’ler kendilerini nasıl tanıtıyorlar? Bir yaşam merkezi olarak. Buralarda galeri açılınca yine neyle karşılaşıyoruz? Yaşamla sanatın birleşmesiyle, kaynaşmasıyla karşılaşıyoruz. İnsanlığın ezeli bir düşü böylece gerçekleşiveriyor. Ayrıca düşündünüz mü bilmiyorum, bir AVM’nin kendini yaşam merkezi olarak, hayatımızın merkezi, mekânı olarak tanıtması çok çok vahim. Bu sanki insanlığın doğayla mücadelesinin nihayeti. Nihayet, AVM'ler sayesinde doğa tam anlamıyla fethedilmiş oluyor. AVM sanatsallaşırken aynı zamanda doğallaşmış oluyor. Bu konuda da Zorlu ileri bir örnek. Bir AVM'deki her mal gibi, doğa da burada imal edilmiş bir doğa. Zorlu'da AVM mekânlarına ekilmiş olan ve güneş yerine suni ışıklarla yaşatılan doğa, artık tabii değildir; gayri tabii bir tabiattır. Zorlu Center'ın asıl doğası nedir biliyor musunuz? Büyük bölümünün kaçak olmasıdır. 237 bin metrekare inşaat izni varken, 628 bin metrakareye çıkmasıdır. 391 metrakeresi kaçak, yolsuz. Bunun yarattığı rant tam 4 milyar 716 milyon dolar. Ahmet Nazif Zorlu'nun arazi üstüne kalınca "harman dalı oynaması" şimdi anlaşılıyor.[6]
AVM’lerin sanatla hayatı birleştirme savı, aslında şimdi bütün spekülatif emlak girişimlerinin savı. Sanatla hayatın birleştirilmesi, antik Mısır'dan beri bütün ütopyaların hayali, ideali… Buna göre, insanlar yabancılaşmadan kurtularak, yani zorunlu çalışmadan kurtularak, bütün hayatlarını yaratıcı güçlerini, yaratıcı emeklerini, yaratıcı yetilerini gerçekleştirmeye harcayacaklar. Yani hepsi birer sanatçı olacak; dolayısıyla sanatla hayat birleşecek. Örneğin bütün 19. yüzyıl ütopyaları –Saint-Simon, Fourier, Marx, William Morris– hepsi de sanatla hayatın birleştiği bir "altın çağ", bir telos önerir. Ve bütün avangard sanat da bu ütopya üzerine kurulu. Ama burada son derecede kritik olan bir şey var. Ütopya söyleminde söz konusu olan birleşme, sanatın hayata egemen olması, yani hayatın sanatsallaşması; adeta hayatın yaratıcı bir oyuna dönmesi. Oysa şimdi yaşadığımız hadise, hayatın sanata egemen olması ve sanatı parçalaması.
Lüksün emlak-sanat karmasıyla azamileştirilmesi
Yukarıdaki sanat-hayat-emlak söyleminde, sanat ile emlağı, giderek AVM’yi ve modayı birleştiren temel kavram, lüks. Lüks, ihtiyacın, faydanın, işlevin ötesine işaret ediyor. Lüks bir hazlar âlemi, bir fantazmalar dünyası. Bu bağlamda, sanat bir azami tüketim nesnesi, ultimate consumption ürünü. Azami veya nihai, çünkü niye; sanatın kendisinden başka bir amacı yok. Bir işlevi yok, bir yararı yok. Topyekûn bir duyular, bir sansasyonlar evreni, bir hayal âlemi. Dolayısıyla faydanın, işlevin, amacın ötesine geçen lüksün azami ideali, azami tüketim nesnesi.
Bu durumu Zorlu Center’da yine gayet güzel izliyoruz. Yani bu sanat-emlak çekimini en iyi ifade edenler lüks moda mağazaları. Özellikle, Vakko. İki Fransız mimarın projesi. Mağazada şu anda bir sergi sürüyor, “Duygusal Topluluk” sergisi. Otuz, kırk kadar eserin hepsi Fransız sanatçılara ait. Kataloğu inceleyince görüyorsunuz ki, bunlar dünya çapında sergilenen sanatçılar. İşte onların sanatıyla, tablo ve heykelleri ile giysiler, ayakkabılar, dantel iç çamaşırları iç içe sergileniyor. Bütün dekor siyah mermer ve altın; altın derken tabii pirinçten yapılmış ama altın havası veriyor. Örneğin, altın küplere girip, altın bir küpün içinde soyunuyorsunuz, giyiniyorsunuz. Siyah mermer merdivenler gayet görkemli. Kısacası moda-sanat-emlak bileşiminin, lüksün bir anıtı. Zamanımızda lüks moda mağazalarının sanat müzesi gibi tasarlanması ve buradaki eşyaların birer sanat eseri gibi sunulması New York’ta başladı. Soho’daki Guggenheim’in yerine Prada açıldı. Kim tasarladı? Rem Koolhaas tasarladı ve bir müze-mağaza olarak ilan etti bunu. Aslında müze, mağazanın içine 19. yüzyılda Paris'te giriyor. Müzelerin "altın çağı" olarak anılan bu dönemde, yeni yeni açılmaya başlayan ve zamanın AVM'si sayılması gereken grand magasin’lerden Bon Marché, bir bölümünü Louvre'a benzer bir dekorla müze olarak düzenliyor.[7]
Emlak ile lüksü birarada kullanan, projesini lüksle, yine sanat-emlak-lüks birliğiyle tanıtan en gözde proje şu anda, yukarda değindiğim Quasar-İstanbul projesi. Likör fabrikasının canına okuyan proje… Quasar şöyle ilan ediyor projesini: “Sanatsal derinliği modanın büyüsü ile yansıtan, lüksün ötesinde lüks vaat ediyoruz”. Yani!.. Lüks-moda-emlak birliğine bir başka örnek İstanbul Armani Evler’di. O da kendini “Lüksün sınırlarını zorlayan proje” olarak tanıtıyor: “Lüksün sınırlarını zorlayan Armani Evler, metrekaresi 10.000 dolardan kapışıldı.” Eğer gazete haberlerine inanmak gerekirse bu kapışılan rezidanslar, İngiliz, Arap ve Türk "uç-zenginlerini" komşu yapıyor. Armani biliyorsunuz dünyanın en gözde lüks modaevlerinden. Ama şimdilerde her türden lüks ürünleri markalandırmak için de kullanılıyor.
Emlak ve sanatın finansallaşması
Sanatla emlak arasındaki en mahrem ilişki, birlikte gerçekliklerini, varlık nedenlerini yitirmeleri. Başka deyişle, ontolojilerini silmeleri. Çünkü ikisi de finansallaşıyor, ikisi de kullanım değerini kaybediyor ve bir borsa değerine dönüşüyor. İnşaat, neoliberal ekonomilerin motoru biliyorsunuz. Bütün bu emlak piyasası, kentlerin yeniden üretimiyle, kentsel dönüşüm projeleriyle eklemleniyor. Ancak, burada konut üretimi, ihtiyaçla ve taleple ilgili değil artık. Barınma işlevine hizmet etmiyor. Yani konutlar artık iskân edilecek yerler değil. Örneğin, 2010’da sadece İstanbul’da 400.000’in üzerinde konut fazlası var, Türkiye’de ise bu rakam 800.000’in üstünde. 2014'e gelince "başta lüks konutlar olmak üzere konut stoku 1 milyonun" üzerine çıkıyor.[8] 2009 yılında sadece İstanbul’da, TOKİ 45.000 lüks konut inşa etmiş. Bunların metrekare fiyatı 13.500 dolara kadar çıkabiliyor. Aynı yıl itibariyle satılamayan lüks konut stoku ise 80.000. Lüks tutkusu öyle tırmanıyor ki, artık ekonominin başındaki Başbakan Yardımcısı Ali Babacan bile dayanamıyor: "İstanbul'a baktığınızda yapılan lüks alışveriş merkezlerine, konutlara baktığınızda gerçekten o konutlarda oturacak kadar ürettik mi? Dünyanın en pahalı markalarını satın alacak kadar ürettik mi?.. Bu sürdürülebilir değil."[9] Tabii bunları, bu ekonominin mimarlarından birinin söylemesi oldukça ironik. Veya hükümetin genel üslubuna bakarsanız, oldukça tipik.
Bu kadar talep ve ihtiyaç fazlası var, çünkü konut artık yatırım amaçlı olarak üretiliyor. Zaten "yatırım amaçlı konut" diye bir tabir çıktı ortalığa. Yani, küresel, finansal bir değer. Dolayısıyla, yabancı spekülatörler, İstanbul’dan, yani bu spekülatif piyasada dolaşımda olan emlaklardan, 2010 sonunda 2,3 milyar dolarlık emlak almışlar bu piyasaya girerek. Hani bir zamanlar Çağlar Keyder’in "İstanbul’u Satmak” diye bir kitabı vardı, işte artık bu başarılıyor, İstanbul satılıyor, hem de fena halde!
Bu spekülatif emlak üretiminin arkasındaki mekanizma, "gayrimenkul yatırım ortaklığı", “GYO”lar. Bu gayrimenkul yatırım ortaklığının bizatihi kendisi de bir spekülatif oluşum. Nitekim, en büyük gayrimenkul yatırım ortaklığı olan Emlak Konut, bir borsa şirketi ve daha yeni, Kasım 2013’te yapılan satışta hisselerinin %78’ini Amerikalı ve İngiliz yatırımcılar alıyor. Bütün bu gelişmelere bakınca anlıyoruz ki piyasa doymuyor. Yani, "ihtiyaç fazlası", "talep fazlası" gibi değerlendirmeler anlamsız. Zaten bu ölçekteki bir emlak üretimini durdurursanız ekonominin motorunu durdurursunuz. Yani finansal piyasayla emlağın bileştiği bu mekanizmayı, bu makineyi durdurursunuz; onun için doymuyor piyasa. Ağaoğlu ne diyor? “İstanbul’un %70’ini arsa olarak görüyorum” diyor. Ve 10 milyon konutun değiştirilmesini öneriyor. Son 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonunda görevden alınan Şehircilik ve Çevre Bakanı Bayraktar ise “İstanbul yıktıkça güzelleşiyor” diyor. Zaten Bakan olmadan önce, TOKİ’nin başındaydı biliyorsunuz.
Sonuçta bütün bu olay, bu makine, “simülatif”, yani hakikati yok. Emlaklar birer simülasyon olarak projelendiriliyor. İkinci kez onları simüle eden maketlerle veya başka türlü medyayla tanıtılıyor, pazarlanıyor, dolaşıma giriyor ve sonunda da simülatif kent adaları oluşuyor. Ünlü coğrafyacı David Harvey, bu anlamda tuğla ülkelerden söz ediyor. Hangileri bu ülkeler? Türkiye, Çin, Hindistan, Dubai, ABD, İspanya. İlhan Tekeli’nin deyişiyle “meskûn olmadan metruk olan” bir emlak yığını çıkıyor ortaya. Bu noktada Walter Benjamin’in çok ilginç bir kehanetini aktarmak istiyorum. Diyor ki, “meta ekonomisinin sarsıntıları içinde burjuvazinin anıtlarının, daha yerle bir olmadan önce birtakım harabelerden ibaret olduğunu fark ediyoruz”.
İşte bütün bu simülatif çarkın, bu hakiki olmayan, gerçek ötesi, gerçek dışı çarkın enerjisi sanat. Ama sanat da emlakla aynı kaderi paylaşıyor. Yani sanat da kendi hakikatini süratle yitiriyor. Çünkü, hızla spekülatif bir varlık halini alıyor ve hakikatini yitiriyor. Nasıl yitiriyor? Birçok eser artık hiç sergilenmeden el değiştirebiliyor. Nasıl el değiştiriyor? Örneğin sanat spekülatörleri gidiyor bir sanatçıya ve elinde ne kadar işi varsa kapatıyor. Pazarlık yapıp anlaşıyorlar, ve biri toplu olarak bunları alıp götürüyor. Ondan sonra da bu eserleri, nasıl işine geliyorsa, ayrı ayrı kâh müzayedeye sokuyor, kâh başkalarına satıyor. Yani sonuçta bu eserler sergilenmiyor, görülmüyor bile. Öyle besteler düşünün ki kimse dinleyemiyor bunları, öyle şiirler düşünün ki kimse okuyamıyor. Aynı bunun gibi, birçok sanat eseri de varlığı bilinmeden, hiç sergilenmeden el değiştiriyor veya müzayedelerden koleksiyonerlerin kasalarına kalkıyor. Baudrillard, müzayedenin, gösterge ekonomi politiğinin, veya sembolik ekonominin tapınaklarından biri olduğunu söylüyor ve en ideal müzayede nesnesinin de sanat olduğunu ekliyor. Müzayedelerde sanata savrulan inanılmaz servetlerin, egemenlik göstergeleri ürettiğini savunuyor.
Bugün, sanat, emlakla birlikte özel bankacılığın en önemli enstrümanlarından biri. Dolayısıyla, sanat fuarlarını hep özel bankacılık şirketlerinin himaye etmesi tesadüf değil. Örneğin Contemporary İstanbul Fuarı'nı ilkin Deutsche Bank’ın özel bankacılık birimi finanse etmişti, şimdi de aynı işi Akbank’ın özel bankacılık birimi yapıyor. Geçen yıl rakip bir uluslararası fuar açıldı: İstanbul Art International. Onun da arkasında Garanti Bankası’nın özel bankacılık kurumu var. Şimdi siz bir özel bankacılık şubesine gittiğiniz zaman, size portföyler sunuyorlar. Bu portföyler, artık hisse senetlerinin yanı sıra sanat eserleri ve emlak da sunuyor; birer spekülatif değer olarak.
Aslında, 2008 krizi öncesinde HSBC gibi bankalar sanat bankacılığına başlamıştı: art banking. Ancak 2008 krizinden sonra bu durdu. Ama bir süre sonra baktık, zamanın Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, bir sanat borsası önerdi. 2011 yılında da Kadir Topbaş, bir menkul kıymetlendirme borsası önermişti. Bu arada dünyanın en köklü iki müzayede şirketinden biri olan Sotheby's –bu şirket çağdaş Türk sanatı müzayedeleri de yapıyor– bir taraftan lüks emlak borsasına da girdi. Bu köklü İngiliz Şirketi, 1983’te bir Amerikan emlak devine satıldı. Yani bugün Sotheby’s’in sahibi dev bir emlak girişiminin patronudur. Bu da sanatla emlağın finansal birliğinin önemli bir göstergesi bence.
Sanat bankacılığı, hiç bilmediğiniz, görmediğiniz birtakım sanat eserlerinin, bir grup hissesine sahip olabilmenin yolunu da açıyordu. Örneğin, biri, diyelim Picasso’nun Guernica’sının binde sekiz hissesine filan sahip olabiliyor. Tabii bu sanatçılar, adını sanını hiç bilmediğiniz kimseler de olabilir. Aynen borsa sayfalarında gördüğünüz birtakım şirket adları gibi. Yani ha bir şirketin adı, ha bir ressamın adı. İkisi de birtakım menkul değerleri işaretliyor. Şu anda, özellikle Amerika’da, bazı emekli fonları, sigorta fonları tam da bu işi yapıyor. Yani sanat eserleri hissesi satıyor. Kısacası, sonuçta emlak gibi sanat da amacını gerçekleştiremiyor. Yani izlemeleri için, görmeleri için, hissetmeleri için yaratıldığı insanlara, kamuya, topluma ulaşamıyor ve tabii ki, sanat eserleri kadar sanatçılar da bu cinayete kurban gidiyor. Çünkü siz bir sanatçının eserlerini ortadan kaldırırsanız, o sanatçıyı da ortadan kaldırmışsınız demektir. Örneğin, Klimt’in bir eseri rekor kırarak 145 milyon dolara Estée Lauder'in patronuna satıldı. Artık göremeyeceğiz o eseri; sahibinin kasasına kalktı. Zaten bu fiyatlara kadar fırlamış olan eserlerin ortalığa çıkması artık çok zor; çünkü kimse sigorta edemiyor. Birkaç hafta önce Paris’e gittim, sergiler dökülüyor. Paris’te o kadar büyük monografik veya tematik sergiler olurdu ki, günlerce dolaşsanız bitiremezdiniz. Şimdi artık müzeler depolarında ne varsa onlarla yetiniyor. Ondan sonra da, sergilere izleyici çekmek için pazarlama oyunlarına başvuruyor. Sanatı popülerleştiriyor, gösterileştiriyor. Oysa kataloglar sanat tarihinin en temel kaynaklarından. 20. yüzyıla damgalarını vuran, bütün dünya müzelerinden derlenen büyük, kapsamlı, blockbuster denen sergiler, retrospektifler görülmüyor artık. Nasıl görülsün ki: tutarları 150 milyon dolara varan eserler nasıl taşınacak o müzeden bu müzeye? Dolayısıyla sonunda haikatini kaybediyor sanat. Nasıl ki bir emlak oturmak için yapılmıyorsa, iskân edilmek için yapılmıyorsa, artık sanat eseri de büyük ölçüde, sanatçısı istesin istemesin, finans ağında dolaşıma giriyor. Ve orada kaybolup gidiyor. Yani varlığını gerçekleştiremiyor.
Kentsel dönüşüm ve sanat-emlak karması
Bu sanat-emlak sarmalının etkin olduğu bir başka alan tabii ki kentsel dönüşüm. Sanat uzun zamandır kentsel arsa ve rant üretmenin manivelası gibi görülüyor. Bu konudaki uygulamalar da yine New York’ta başlıyor, SOHO’da başlıyor, 1960'larda. SOHO’da önceden Porto Rikolu ve Afrikalı işçilerin çalıştığı imalathaneler, zamanla sanatçı atölyelerine, galerilere dönüştürülüyor. Guggenheim Müzesi SOHO’da bir şube açıyor. Böyle bir sanatsal dönüşüm yaşıyor SOHO ve bu gentrification terimi de aynı anda, aynı hadise dolayısıyla ortaya çıkıyor. Soylulaştırma diye Türkçeleştiriliyor, veya mutenalaştırma diye. Endüstri, post-endüstriyel dönemle birlikte metropolleri terk ettikçe, endüstriyel bölgeler sanat eliyle dönüştürülüyor. Örneğin, Londra'daki Tate Modern, önceden Southwark Bankside bölgesinin elektrik santrali. Müzeye dönüştürülmesiyle birlikte bu bölgeyi, bir kültür, hizmet ve finans bölgesine dönüştürüyor. Şimdi dünyanın en çok gezilen müzesi konumunda ve çevresi küresel galerilerle kuşatılmış. Tate Modern Londra çapında bir soylulaştırma paketinin parçasıydı. Paketin diğer projeleri, The Dome, The Wheel, The Bridge’di.
Bu müzeleşme, sanat ve kentsel dönüşüm ilişkisinin tabii ki en efsanevi örneği Bilbao oldu. Bir ağır endüstri kentinden, yoksul bir ağır endüstri kentinden, bir kültür, turizm ve hizmet kentine dönüştürüldü. Bu kentsel dönüşüm efsanesinin başını çekiyor Bilbao. Bilbao da 10-15 projelik bir paketle girişti işe. Hepsi birer startecht tarafından tasarlanan projeler; Kalatrava, Zaha Hadid, Norman Foster, Philippe Starck, Isozaki. Daniel Buren’in de bir projesi vardı. İşte Bilbao bu mimarların tasarımlarıyla sahneye çıktı. Ve sanatın iletişim gücünü kullanarak, kentleri küresel metropoller olarak markalandırmanın sembolü oldu. Bu müzelerin kentsel dönüşüm üzerindeki etkisine, müze urbanizmi deniyor, ve bu museum urbanism süratle örgütleniyor. Şu anda mesela New York'un ünlü MoMa Müzesi yoğun olarak urbanizmle uğraşıyor. Bu uğraş, bir sergileme ve koleksiyon etkinliği değil. Örneğin Queens'in ve Detroit'in kentsel dönüşümüne el atıyor. Ford fabrikalarının bu kentte kurulması nedeniyle Fordist endüstrileşme döneminin başkenti sayılan Detroit’in yok olmaktan kurtarılması için ortaya sanatçılar sürülüyor. Çünkü sanat innovative, creative. Sonunda yaratıcı emek, kentsel dönüşümün dinamiği olarak, zihni ve ruhu olarak örgütlendiriliyor, yani sanat araçsallaştırılıyor. Sanatın, iletişim disiplinlerinin ve finansın yanı sıra, kentsel markalandırma girişimlerine de eklemlenmesi konusundaki gelişmeler, geniş anlamda creative industries çerçevesinde ele alınıyor. "Yaratıcı endüstriler"in sosyolojik yansıması "yaratıcı sınıflar". Tabii sanatçılar bu sınıfların başında geliyor. Bana kalırsa bu yaratıcı endüstrilerin Türkiye'deki örgütlenmesinin başını çeken Ferit Şahenk. Bir sanat merkezi olan Salt ile Nusret Et Lokantası'nın, Petite Maison gibi diğer lokantaların; Garanti Bankası'nın ve Babylon'un, konser organizatörü Pozitif'in; birtakım otomobil markaları ile inşaat yatırımlarının, aynı şirketin, Doğuş Holding'in çatısı altında biraraya getirilmesi kanımca bir "yaratıcı endüstrileşme" hamlesini açıklıyor. Tabii, bu süreçte sanat da, dev bir işletme yönetiminin organına indirgeniyor; topyekûn bu konglomera'yı pazarlamanın ve onun politik gücünün bir aracı durumuna geliyor. Ve tabii yaratıcılığı filan kalmıyor.
Bilbao Guggenheim Müzesi ve sanat-mimarlık rekabeti
Bence Bilbao, sanat ile mimarlık arasında öteden beri, antikiteden beri süregelen rekabetin tarihinde ortaya çıkan bir eşiğin sembolü. Belki öncesinde Centre Pompidou'yu da kaydetmek gerekir ama asıl Bilbao Müzesi sayesinde, bu ezeli çatışmadan mimarlık sanatı ezerek çıktı. Oysa 19. yüzyılda sanat zirvedeydi. Yani Rönesans’a kadar, şairlerin, filozofların, müzisyenlerin yanına yanaşamayan, hatta 16. yüzyılda bile boya karmak asıl işleri sayıldığı için eczacılarla aynı loncada örgütlenen sanatçılar, Rönesans’la birlikte yükselmeye başladı ve 19. yüzyılda, gerçekten, hem edebiyat hem mimarlık üzerinde büyük bir etki sahibi oldu. Sanatın bu kutsallaşma sürecinin en önemli işaretlerinden biri Schinkel’in Berlin müzesidir. Schinkel’in Berlin müzesi, yani Altes Müzesi, müze olarak tasarlanan ilk yapı. Ve bu müzeyi incelerseniz, özellikle planlarına bakarsanız, bu planlar modern sanat tarihinin babası sayılan Winkelmann’ın tarihinden türeyen bir şemanın mekânsal kopyası gibidir. Bu Winkelmann tarihi neye dayanıyordu? Hümanizmin ve rasyonalizmin bir ifadesi olan Winkelmann tarihi, sanatın Tanrı ve imparator yerine insanlığı temsil etmesine dayanıyordu. Daha önce, imparatorluğu, aristokratları, ruhbanı, İncil'i temsil eden sanat, bundan böyle, modern müzelerde artık ulusları temsil etmeye başlamıştı. Bu tasnif sistemi 19. yüzyılda kurulan "evrensel müzeler"de hâlâ geçerlidir. Bugün hâlâ Louvre’un, Berlin Müzesi’nin, British Museum'un, Prado'nun koleksiyonları ulusal ekollere göre sergilenir: Felemenk okulu, Fransız okulu, İtalyan okulu... Diğer tasnif rasyonelleri neye dayanıyordu? Estetik kanona, yani estetik hiyerarşiye, veya başka deyişle bir deha sıralamasına dayanıyordu; tarihsel dönemlere dayanıyordu; biyografik tarihlere dayanıyordu.
Oysa Bilbao Guggenheim, Schinkel’in müzesinin ve buradaki müzeolojik rasyonalitenin tam karşıtı. Modern müze işlevleriyle bir ilgisi yok. O bir spectacle, bir gösteri. Ve Gösteri Toplumu kitabının yazarı Guy Debord'a göre, spectacle yoğunlaşmış sermaye. Gösteri burada mimarlık. Sanat da mimarlığa indirgenmiş. Yapı zaten son derecede heykelsi, gemiden esinlenilmiş. Belli aralıklarla bütün yapı dumana boğuluyor. Geceleri müzenin parlak cephesi dev ışık gösterilerinin ekranına dönüşüyor. İç mekânlarda dekor anlamında kullanılmış sabit sanat eserleri var: Jenny Holzer, Oldenburg, Richard Serra... Bütün tanıtım, bir müzeyi müze olarak tanımlayan sanat eserlerine değil, müzenin mimarlığına yönelik. Sanat o zaten ve bu sanatın dâhisi de Frank Gehry. Sanat eserleri onun gelip geçici süsleri ya da eklentileri sanki. Zaten bu tür tasarımın, işleve öncelik veren modern mimarlıkla, Bauhaus'la, Adolf Loos felsefesiyle filan bir ilgisi yok. Ayrıca Guggenheim ne zamandır modaevlerinin sergilerine, hatta motosiklet sergilerine de yer veriyor programında: Art of the Motorcycle. Bu sergilerin arkasında Armani, BMW gibi şirketler var. Ayrıca müze galerilerinde büyük şirketlerin ziyafetleri düzenleniyor.
Bilbao Guggenheim Müzesi
Bilbao Guggenheim'da şirket ziyafeti
Bilbao Guggenheim "Art of the Motorcycle" Sergisi
Böyle bir müze mimarlığının başını çeken ve Gehry’yi cesaretlendiren kim? Thomas Krens. 1980’lerde Guggenheim’in başına geliyor. Amacı Guggenheim'i bir küresel şirket zinciri halinde örgütlemek. O sıralarda, İstanbul dahil birçok metropolde Guggenheim müzeleri açılması gündeme geldi. Bunların bir bölümü gerçekleşti, büyük bir bölümü ise projelendirilmesine rağmen çok pahalı olduğu için protestolarla karşılaştı ve gerçekleşemedi. Şimdi inşaatı süren en büyük Guggenheim projesi Abu Dhabi'de. Bu projelerin çok pahalı olmasının başlıca nedenlerinden biri de Guggenheim'ın istediği inanılmaz isim hakkı, royalty payları. Zaten Krens'in derdi, gayet açık ifade ettiği gibi "müzeyi satmak" ve "mimarlık üzerinden satmak."
Sanat-Hayat dizisinden son çıkan kitaplardan biri de Hal Foster’ın Sanat-Mimarlık Kompleksi . Hal Foster diyor ki, “Bundan kısa bir süre öncesine kadar mimarlık, kavramla iç içeydi”. Neyi kastediyor? Özellikle Amerikalı mimarların, 1968'den sonra Fransa'da ortaya çıkan çağdaş felsefeyle olan bağlarını kastediyor. Bir yanda Eisenmann, Tschumi gibi mimarlar, diğer yanda başta Derrida, Foucault, Lyotard, Baudrillard gibi filozoflar. O zaman ABD'de mimarlıkla teori arasındaki bu bağın sözcülüğünü yapan bir dergi çıkıyordu: Oppositions. Yayınına 1973 yılında başlayan bu dergi 1984’te kapandı ve kapanış yazısında artık mimarlığın teoriyle, felsefeyle bağını kestiğini ilan ediyordu. Hal Foster, "bunun yerine mimarlığın sanatla kaynadığını" belirtiyor.
Emlak-sanat-lüks karmasının en çarpıcı gösterisini Dubai'de izliyoruz.[10] Dubai'de ve Abu-Dhabi'de. Buraları tam anlamıyla simülatif âlemler. Dubai’nin adaları sahte, kimileri palmiye biçiminde, kimileri Şeyh Mahdum'a ait bir vecizenin harflerini taklit ediyor. Bu adalar üzerindeki malikaneler de sahte, iskân edilmek için yapılmıyor. İnanmak gerekirse, Rod Stewart, Brad Pitt, Angelina Jolie, Formula 1 yarışçısı Schumacher, Michael Jackson, Naomi Campbell gibi birtakım küresel şöhretler arasında alınıp satılıyor. Ama bu şahsiyetlerin buralarda oturdukları filan yok. Çünkü bu sahte adalar ve üzerlerindeki sahte yapılar sonunda bir markalandırma, bir iletişim işlevi görüyor. Abu Dhabi'de ise 27 kilometrekarelik bir alana bir sanat şehri inşa ediliyor: Saadet Adası. Jean Nouvelle uçan daire formunda bir Louvre yapıyor buraya. Zamanında denirdi ki "Louvre demek Fransa demektir, modernlik demektir". Fransız Devrimi'nin kurduğu müzenin şeriatçı bir İslam monarşisine satılacağı akla gelir miydi hiç? Saadet Adası'ndaki diğer müze ve merkezler de, sanatla değil mimarlıklarıyla gösteriyor kendini. Mimarlıkları ise birer müze tasarımı olmalarıyla değil, şeyhlerin formlarını beğeneceği nesnelerden yaptıkları taklitlerle öne çıkıyor: Örneğin, Zaha Hadid’in tasarladığı kültür merkezi deniz kabuğunu, Foster’ın müzesi ise şahin kanatlarını betimliyor. Niye şahin kanatları? Çünkü burası Şeyh Zayed Bin Sultan El Nahyan Müzesi, ve Şeyh de şahin hayranı.
Dubai Palmiye Adası
Şeyh El Nahyan ve mimar Jean Nouvelle Abu-Dabi Louvre Müzesi'nde
Rem Koolhaas, sanat-emlak-lüks karmasının akıl almaz boyutlara vardığı Arap Emirlikleri’ndeki mimarlığın yeni bir urbanizm için son fırsat olduğunu ilan etti. Bir anlamda çağdaş bir Rönesans olduğunu söyledi. Dubai'de katıldığı ama birinciliği Zaha Hadid'e kaptırdığı bir yarışmadaki projesine "Dubai Rönesansı" adını verdi. Şöhretini çok iyi örgütleyen bir mimar Koolhaas. Her nasılsa, zaman zaman sanat bienallerinde de boy gösteriyor. Hou Hanru’nun küratörü olduğu İstanbul Bienali'ne de katılmıştı. Bienal girişinde yer alan dev panolarda Dubai tarzı yapılaşmanın mimarlığın geleceği olduğuna ilişkin savlarını sergiliyordu. Ama bu arada, bütün bu devasa yapılaşmanın arkasındaki kölece çalışma koşullarını da meşrulaştırıyordu. Emirlik şantiyelerindeki vahşet bütün dünyada ayyuka çıkmıştı çünkü. Ve gün geçmiyordu ki, bir yerde sanatçıların bu konuyla ilgili düzenlediği bir protesto olmasın. New York'ta sanaçılar Guggenheim'ı işgal ettiler. Önemli Arap sanatçıları bu müzeleri boykot etti, bu müzelerin koleksiyonlarına katılmama kararı aldı. İşte dünyada, her namuslu aydın ayaktayken, bir bakıyorsunuz Rem Koolhaas, buralardaki inşaat işçilerinin barınma ve çalışma koşullarının ne kadar sağlıklı olduğunu göstermeye çabalayan panolar sergiliyor bir sanat bienalinde. Şantiyelere hapsolmuş, karın tokluğuna durmadan çalışan ve her yıl yüzlercesinin öldüğü bir çarkı aklamaya girişiyor. Neyse, galiba bölgeden birkaç büyük iş kaptı sonunda.
Dünyadaki 500 büyük korporasyonun, yani uluslararası dev şirketin 410’unun merkezleri veya ana şubeleri Dubai’de veya emirliklerde. Hangi şirketler bunlar? Mesela Bush’un yardımcısı olan Cheney’nin sahibi olduğu Halliburton özel savaş şirketleri, merkezini Teksas’tan Dubai’ye taşıdı. Cheney kadar El Kaide’nin de finans merkezleri burada. Çünkü burası bir kara para cenneti ve kimse kimseye dokunmuyor. İşte bu hiper-gerçek azami lüks âleminin arkasındaki asıl gerçek bu: savaş ekonomisi ve işçi katliamı. Ve derinden derine arkeolojisini yaparsanız, sanat-emlak karmasının veya kompleksinin inşa ettiği hayal dünyasının arkasındaki gerçek de pek farklı değil. Teşekkür ederim.
13 Ocak 2014’te Serbest Mimarlar Derneği’nde yapılan konuşmanın metnidir.
[1] Serge Guilbaut, How New York Stole the Idea of Modern Art-Abstract Expressionism, Freedom, and the Cold War (The University of Chicago Press, 1983).
[3] Beral Madra, "Ben bunun paranın akıllı kullanımı olarak değerlendiriyorum", Milliyet Pazar, 4 Nisan 2010, s.13.
[4] "Servet, Frankfurt'u sanatla tanıştıracak", Cumhuriyet, 11 Nisan 2014.
[5] Bkz: Ali Artun, "Mimarın Şöhret Düşkünlüğü", Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi içinde (İstanbul: İletişi-SanatHayat, 2012, s.207-219.
[6] Necati Doğru, www.Turkiyeturizm.com/news_print.php?id=37661
[7] Bkz: Ali Artun, Müze ve Modernlik (İstanbul: İletişim-SanatHayat, 2006) s.295-308.
[8] Şehriban Kıraç, "Konut balonu patlayacak", Cumhuriyet, 9 Mayıs 2014, s.16.
[9] "Lüks içinde boğuluyoruz", Cumhuriyet, 28 Mayıs 2014, s.10.
[10] Ali Artun, "Floransa Prenslerinden Dubai Şeyhlerine Mimarlık, Koleksiyon, Sanat ve Saltanat", Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi-Estetik Modernizmin Tasfiyesi içinde (İstanbul: İletişim-SanatHayat, 2011) s. 7-26.