Kate Reid ve Dustin Hoffman, Satıcının Ölümü, 1984 Broadway
Fordist üretimin zirvesine, işçi sınıfının zoraki rızası aracılığıyla ulaşılmıştı – ütopyacı dürtünün istismar edilip, herkesin bir eve ve emeklilik maaşına sahip olduğu bir orta sınıf hayaline indirgenmesiyle mümkün kılınan bir rızaydı bu. Post-Fordizm ise, doruk noktasına, sermayenin bu kandırmacayı açıktan reddetmesiyle ulaştı.
Bu büyük ifşaatın sonuçlarını görmek için, en çok izlenen eğlence programlarındaki sıradanlığa bakmamız yeter: reality programlarına, ve toplumsal trajediyi nasıl ifşa ettiklerine bakalım.
Reality programları, ilk bakışta, güldürü türüne girer. Bu programlarda trajik kahramanların olduğu doğrudur – hedeflerine ulaşamadan kazaya kurban giden, ödülü hak etmiş yarışmacılar; hatta temel ahlaki çelişkiler karşısında, sarsılmaz bir görev bilincine sahip olduklarını göstermek için yenilgiyi bile isteye kabul edenler: durumun yakışıksızlığını aniden idrak edip hamamböceği yemeyi reddedenler, veya çocuklarıyla ilgilenmeyi akıl edip evlilik programını terk edenler... Ama sonunda, ödülü kazanan, gerçek aşkı bulan, evini yenileten, veya pop yıldızı olan birileri muhakkak çıkar.
Fakat reality programlarının özünde trajik olmasının daha temel bir sebebi vardır. Trajedi, incelikli duygusal deneyimler ve sağlam entelektüel fikirler gibi sunulan tiksindirici dokunaklılıktan ileri gelmez; trajedinin kaynağı, aşkın, yardımseverliğin, cesaretin, disiplinin vs. kâr yaratan bir gösteriye dönüştürülmesi de değildir (ne de olsa reality programları ile diğer programlar arasında, “gösteri” olmaları bakımından bir fark kalmamıştır); akla gelebilecek her yolla, grotesk olanın güzele dönüştürülmesi de değildir asıl trajedi. Reality programlarındaki asıl trajedi, sundukları gerçeklik versiyonu ile, kapitalist toplumun şu anki Gerçeği arasındaki uçurumdur. Kısmetse Olur ya da Evim Şahane gibi programlardaki “gerçekliğin” bildiğimiz teknolojik aygıtlarla (ışıklar, kameralar, aksiyon) yoğun biçimde dolayımlanmış olması gibi yüzeysel bir durumdan bahsetmiyoruz, veya bütün bunların işaret ettiği bariz senaryo ve yönlendirmelerden... Reality programları ile Gerçek arasındaki uçurumun asıl trajedisi, ekranda canlandırılan şeyin, çoktan geçip gitmiş, ve neoliberalizmle birlikte imkân dahilinden kesin surette çıkıp imkânsızlığa dönüşmüş liberal sosyal demokratik (yani orta sınıfa özgü) hayallerin, inanç ve beklentilerin hayaleti olmasıdır.
Başka deyişle trajedi, ekranda sunulanların aykırılığı ve ayrıksılığı değil, bilakis, sıradanlığıdır: Orta sınıfın en sıradan hayalleri bile –iyi bir iş veya patron, seven bir eş ve düzgün bir aile, sıcak bir ev– ortalama bir insan için o kadar ulaşılması zor şeyler haline gelmiştir ki, bunların “gerçek hayatta” mümkün olduklarını görebilmek için televizyonda sahnelenmelerine ihtiyacımız var. O azap verici dokunaklılık ve bıktırıcı gerilim, gerçekleşmeden çürümüş arzularımız için son savunma yerine geçmektedir.
Geride bıraktığımız on yılda, bir yandan toplumsal gerçekçiliğin öte yandan dünyanın sonuna dair fantezilerin görülmemiş biçimde yükselmesiyle kendini gösteren trajik realizmin altında, orta sınıfın bütün sıradan hayallerinin tükenmesi yatıyor. Bu ne Sofokles’in ne de Shakespeare’in trajedisi; bu, geçtiğimiz yüzyılın ortalarında Arthur Miller’ın karnından bıçakladığı Satıcının Ölümü’nün nihai somutlaşması.
Sasha X’in Occupy Nothing: Utopia, History, and the Common Abject başlıklı yazısından seçilmiş pasajların çevirisidir (Mediations Journal, cilt 28, sayı 1, Güz 2014)