Aşağıdaki fragmanlar, Pierre Bourdieu’nün 2 Mart 1975’te Actes de la recherche en sciences sociales dergisinde “L’Invention de la vie d’artiste” başlığıyla yayınlanan metninin İngilizce’sinden seçilmiş pasajların çevirisidir. İngilizce’ye çeviren Erec R. Koch, Yale French Studies içinde, no. 73, 1987, s. 75-103. Aynı metinden başka pasajlar için bkz. "Halis Muhlis Sanat Aşkı"
“Sanatı bu nedenle seviyorum. Çünkü en azından orada, o kurmacalar dünyasında her şey serbest. İnsan her arzusunu karşılayabiliyor, her istediğini yapabiliyor, hem kral hem tebaa, hem etkin hem edilgin, hem kurban hem papaz olabiliyor. Sanatta hiçbir sınır yok.” (Flaubert’in Louise Colet’e mektubundan, 15-16 Mayıs 1852). Yazmanın büyüsü, toplumsal varoluşu oluşturan tüm belirlenimleri, kısıtları ve sınırları ortadan kaldırır: toplumsal bir varoluş halinde olmak demek, toplumdaki yerinizin ve zamanınızın sabitlenmiş olması demektir, toplumsal yapıda bir konumu işgal etmek ve onun izlerini taşımak demektir; [...] kısacası, yükümlülükler, borçlar, görevler, yani belirlenim ve kısıtlamalar biçiminde kendini gösteren toplumsal ilişki ağının parçası olmak ve ona zorla sokulmak demektir.
Bundan böyle entelektüelin mesleğinin toplumsal tanımı, idealist bir temsilin damgasını taşıyacaktır: her türlü bağdan yoksun, köksüz, saf özne olarak “yaratıcı” temsili. Bu temsil, toplumsal belirlenimlerden geçici olarak azade olan burjuva yeniyetmenin; Sartre’ın Yıkılış’ta dediği gibi, henüz “yaltaklanması gereken birileri, yeri yurdu, inancı, ve uyacağı bir yasası olmayan” burjuva ergeninin amatör ruhlu sanat uğraşında doğal karşılığını bulur. [s. 79-80]
Flaubert hayatı boyunca belirsiz bir toplumsal konumda, bitaraf bir yerde kalmaya çalışmıştır: hem farklı sanatçı ve entelektüel türlerini bölen sınıf çatışmalarının ve hâkim sınıflara özgü maddi çatışmaların, hem de sanatçı ve entelektüelleri “mülk sahipleri”nin karşısına koyan çatışmaların aşılmış olduğu bir yerde. Madam Bovary’nin kazandığı başarıdan sonradır ki, Flaubert’in, kutsanmış ve lanetlenmiş yazara özgü egemen konumu işgal ettiğinden hiçbir kuşkusu kalmaz. Bu belirlenimin, birkaç kez yarıda bıraktığı, toplumsal sınırları konu alan Duygusal Eğitim romanını tamamlaması için hiçbir olumsuzluk içermediğini görerek rahatlayan Flaubert, böylece, toplumsal belirlenimlerden kaçma yönündeki başarısız bir girişimin hikâyesini anlatmak suretiyle yazarın o belirlenimlere indirgenemeyeceğini ileri sürebilir. Peki Flaubert, [Duygusal Eğitim’in kahramanı] Frédéric’in çuvalladığı noktada gerçekten de başarılı olabilmiş midir? Yazmanın sağladığı özgürlük, sadece yazının yarattığı evrenle sınırlıdır: orada aynı anda bütün konumları işgal etmenin önünde hiçbir engel yoktur – ama sadece çeşitli rolleri canlandıran ve farklı tavırlar takınan bir oyuncu olarak, hislerinin etkisiyle harekete geçen ve farklı tavırlarının içine gömülmüş bir fail olarak değil. [s. 97]
Flaubert’in yaşamının ve eserlerinin tamamı, her türlü bağını ve kökünü koparma, sınıflar arasındaki ve yönetici sınıfın kendi içindeki her türlü çatışmayı aşma, ve aynı zamanda bu çatışmalara örtük veya açık biçimde dahil olan entelektüel alandaki çatışmaları aşma istencinin damgasını taşır.
Benim için bu dünyada sadece güzel dizeler var – iyi söylenmiş, ahenkli, ezgili cümleler, güzel günbatımları, mehtaplı geceler, rengârenk resimler, antik çağın mermer yontuları, ve dikkat çekici yüzler. Bunun ötesi, hiç. Köleleştirilmiş insanlar kadar kafese kapatılmış kuşlara da acıyorum. Politikada anlayabildiğim tek bir şey var, o da ayaklanmalar. Bir Türk gibi kaderci olduğumdan, insanlığın ilerlemesi için elden gelen her şeyi yapmak ile hiçbir şey yapmamanın aynı kapıya çıkacağına inanıyorum (Flaubert’in Louise Colet’e yazdığı 6-7 Ağustos 1846 tarihli mektuptan).
Estetik tarafsızlığın natüralizmi, bu dünyadaki çirkinliği ve saldırganlığı gerçek olmaktan çıkarıp etkisiz hale getiremeyince, geriye ancak, genelgeçer aptallığa karşı dört cephede girişilen o mağrur savaş kalır: Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü için şöyle der Flaubert: “[O kitapta] her şeye saldıracağım” (Louis Colet’e yazdığı 9 Aralık 1852 tarihli mektuptan). Aslında Flaubert’inki daha ziyade iki cephede yürütülen bir savaştır: burjuva sanatına ve sosyalist sanata karşı, burjuva faydacılığına ve sosyalist materyalizme karşı. Estetizm ve nesnelciliğin yegâne içeriği, her türlü belirlenimin yadsınmasıdır. Bu ikisinin, toplumsal konumlara mesafe almaya çabalayan bu ütopik varlık –yani entelektüel– için biçilmiş kaftan olmasının sebebi de budur. Harcıâlem olan şeylerden ve basmakalıp düşüncelerden kaçması sonucunda, bütün düşüncelere uzaklık dışında hiçbir düşüncesi kalmadığını görür. [s. 97-98]
Her şeyi aşma arzusu, toplumsal dünyaya yukardan bakılan mutlak ve tarafsız bir konuma erişildiği zannı, entelektüelin kabiliyetleri konusunda olağanüstü bir iyimserliği, “toplumsal düzen” konusunda da olağanüstü bir kötümserliği gerektirir. Flaubert’i bir ulema [mandarin] hükümdarlığı hayal etmeye götüren bu aristokratizm, kolektif tarihe şahısların tarihi için basit bir arka plan muamelesi etmesine sebep olan özcülüğün parçasıdır; aynı özcülük sebebiyledir ki, kendisine de, sonu çoktan belirlenmiş maceraların tarafsız, mesafeli ve yarı-tanrısal seyircisi rolü biçebilmiştir. “İnsan hayatta iki rol oynamalı: bir burjuva gibi yaşayıp, bir yarı-tanrı gibi düşünmeli”. (Louis Colet’e yazdığı 21-22 Ağustos 1853 tarihli mektuptan) [s. 98]