Neden “doxa” kavramının “ideoloji” kavramından daha kullanışlı olduğunu düşünüyorum? Marksist gelenekte “ideoloji” diye adlandırılan birçok şey aslında anlaşılması çok zor bir şekilde işliyor. Mesela, bütün akademik sistemlerin, eğitim sistemlerinin birer ideolojik mekanizma türü olduğunu söyleyebilirim; eşitliksiz bir kişisel sermaye bölüşümü üreten ve bu üretimi meşrulaştıran birer mekanizma. Bu tür mekanizmalar bilinçdışıdır; öylece kabul edilirler. Bence bu, geleneksel ideoloji tanımında, temsil veya yanlış bilinç mefhumunda kavranmayan çok etkili bir şey. Bana kalırsa Marksizm bir tür Kartezyen felsefeyi devam ettirmiştir: Bir tarafta bilinç sahibi fail –yani âlim, eğitimli kişi– var, öte tarafta bilince ulaşamayan diğerleri. Bilinç üzerine haddinden fazla laf ettik, temsile haddinden fazla odaklandık. Toplumsal dünya bilinç çerçevesinde işlemez; pratikler, mekanizmalar vs. çerçevesinde işler.
Bildiğimiz en ekonomist gelenek olan Marksizmde bile, bence bilincin bir yetisi olarak direniş kabiliyeti gerçekte olmadığı kadar abartılmıştır. Söylediklerim entelektüellerin kendine güvenini sarsabiliyor, özellikle de direniş konusunda daha cömert bir tutum benimseyen sol cenahtan entelektüellerin. Kötümser olduğum düşünülüyor, insanların cesaretini kırdığım vs. söyleniyor. Ama bence gerçekleri fark etmek daha iyi; ve gerçek şu ki, berbat koşullarda yaşayan insanları kendi gözlerinizle gördüğünüzde, sizin inanmak istediğinizin aksine, birçok şeyi kabullendiklerine tanık oluyorsunuz. Bu benim için çok etkili bir tecrübe olmuştu: İnsanlar birçok şeyi sineye çekiyor; doxa derken de bunu kastediyorum: İnsanların farkına varmadan kabullendiği pek çok şey var. Muhalefet kabiliyeti mevcut elbette, ama bizim onu aradığımız yerde değil.
Entelektüellerin kabul etmek istemedikleri, ama kabul etmeleri gereken bir gerçek bu – bence korkunç bir gerçek. Tahakküm altındaki insanların her şeye müsamaha gösterdiği anlamına gelmiyor; ama bizim inanmak istediğimizden ve kendilerinin fark ettiğinden çok daha fazlasına razı oluyorlar.
Bilinç çerçevesinde, yanlış bilinç veya bilinçdışı vs. çerçevesinde düşündüğünüz sürece, asıl ideolojik etkileri kavrayamazsınız; bunlar çoğu zaman beden üzerinden aktarılır. Tahakkümün ana mekanizması, bedenin bilinçdışı manipülasyonu üzerinden işler. Örneğin, “ilkel” denen toplumlardan birinde erkek tahakkümünün işleyiş biçimleri üzerine bir inceleme yazısını yeni bitirdim. Orada da bizim toplumumuzdakilerle aynı biçimleri görüyorsunuz, ama çok daha gözle görülürler. Tahakküm altındaki kadınlara bedensel bir eğitim aracılığıyla tahakküm nakşediliyor. Burada birçok ayrıntı sayabilirim – mesela kızlara belirli bir biçimde yürümek öğretiliyor, adımlarını belirli bir biçimde atmayı öğreniyorlar, memelerini gizlemeyi öğreniyorlar. Konuşmayı öğrenirken “biliyorum” demiyorlar, “bilmiyorum” diyorlar. Mesela bir kadına yol sorarsanız “bilmiyorum” diyor. Bizde de buna denk bir süreç var, ama çok daha incelikli biçimde işliyor – dil üzerinden, beden üzerinden, bilinç düzeyinin altında kalan tavırlar üzerinden işleyen bir süreç. Ama bu mekanik bir şey değil, bizi bilinçdışına göndermiyor. Bu çerçevede düşünmeye başladığımızda özgürleşme çalışmasının ne kadar zor olduğunu açıkça görüyoruz; sadece bilinç yükseltme değil, aynı zamanda bir beden eğitimi meselesi. Entelektüeller olarak buna alışkın değiliz. Ben buna skolastik önyargı diyorum, hepimizin maruz kaldığı bir önyargı: Sorunların yalnızca bilinç aracılığıyla çözülebileceğini düşünüyoruz.
Toplumsal üretimde, belli başlı deneyim çeşitleri bağlamında fiilî bir tür işbölümü var. Çoğunlukla, toplumsal dünya hakkında konuşabilen insanlar toplumsal dünya hakkında hiçbir şey bilmiyor; toplumsal dünyaya dair pratik bilgisi olan insanlarsa onun hakkında konuşamıyor. Toplumsal dünya hakkında söylenen şeylerin pek azının doğru olmasının sebebi bu işbölümü. Örneğin, doxa bir bilgiye işaret eder, pratik, bedensel bir bilgiye. İşçiler bir sürü şey bilirler – bir entelektüelden, bir sosyologdan çok daha fazla şey. Ama bildiklerini kavrayacak, bildikleri hakkında konuşacak araca sahip olmadıkları için bir anlamda da bilmezler.
Entelektüellerin işçilerin deneyimine yeterince dikkat göstermemelerinin sebeplerinden biri de, kültürel sermayeyle ilgilerinin çok fazla olması. Bir örnek vereyim: Marx’ın Proudhon hakkında söyledikleri beni hep çok şaşırtmıştır; Proudhon’a çok yüklenir Marx. Aptal bir Fransız küçük burjuva olduğunu; estetik hakkındaki yazılarını Yunan estetlerin bakış açısıyla yazdığını; çok naif olduğunu vs. söyler. Tabii Marx Yunanca biliyordu; 18 yaşında Yunanca yazabiliyordu. Proudhon’u eğitim düzeyi düşük bir küçük burjuva olarak küçümsüyordu; oysa kendisi, Prusya monarşisinin yüksek rütbeli bir memurunun oğluna yakışır şekilde, klasik dil eğitimi almıştı. Bu tür ayrımlar çok önemlidir. Kültürel sermayesi olan entelektüelin kibirinden ileri gelirler. Sol partilerin tutumu ve sorunlarının pek çoğu da bununla ilgili: Entelektüeller işçilerden nefret eder ve onları küçümser, veya onlara haddinden fazla hayranlık duyar – ki bu da onları küçümsemenin bir biçimi. Bunların farkına varmak çok önemli; akademik zihniyeti inceleyerek hayata geçireceğiniz özeleştiri bu nedenle hayatidir. İdeolojiyle ilgili söyleyeceğiniz her şey için zorunlu bir kişisel koşuldur bu özeleştiri.
Londra Çağdaş Sanat Enstitüsü’nde (ICA) düzenlenen “Talking Ideas” adlı etkinlik dizisi kapsamında, Terry Eagleton ile Pierre Bourdieu arasındaki söyleşinin bant çözümünden seçilmiş pasajlar, 15 Mayıs 1991. Orijinal dili İngilizcedir. Söyleşiden başka bir pasaj için bkz. Kültürel Sermaye Rekabeti ve Dostluk Üzerine.
Tamamının ses kaydı için bkz. sounds.bl.uk