Eleştiri diye bir şey yok, sadece tarih var. Genelde eleştiri adı altında sunulanlar –mimarlık dergilerinde rastladığınız şeyler– mimarlar tarafından üretiliyor, ki onlar da açıkçası kötü tarihçilerdir. Eleştirinin neyi konu edinmesi gerektiğini sorarsanız, şunu söyleyebilirim: Tarih nesneleri konu edinmez, insanları, insan uygarlığını konu edinir. Tarihçinin ilgilenmesi gereken, mimarlık etkinliğinin döngüleri ve bir mimari eserin kendi zamanıyla nasıl uyuştuğu sorunudur.
Mimariyi anlamak açısından asıl önemli olan, belli bir dönemin zihniyeti, zihin yapısıdır. Tarihçinin işi bir eserin kültürel bağlamını yeniden yaratmaktır. Mesela, Rönesans döneminde inşa edilmiş, Madonna kültüne adanmış bir mabedi ele alalım. Bu tür yapıların tümünün bir merkezî plana ve sekizgen forma uyduğunu gördüğümüzde şaşırırız. Dönemin dinî yaklaşımlarını bilmiyorsanız ve antik dönemin mirasına aşina değilseniz bu formu açıklayamazsınız. [...] Tarihçi bir eserin etrafındaki bütün unsurları, bütün ilişkileri hesaba katmalıdır; ancak o zaman, mimar veya eseri sipariş eden kişi için olanaklı olan özgürlük –ya da yaratıcılık– ölçüsünü anlayabilir.
Günümüz eserlerine bakarken de aynı şey geçerlidir. Tarihçi, tarihsel yöntemleri kullanabilmek için yeni bir eserle arasına nasıl mesafe koyacak? Mesafe tarih açısından elzemdir: Yeni eserleri inceleyen bir tarihçi yapay mesafe yaratmak zorundadır. Bunu da ancak dönem hakkında derin bilgi sahibi olarak başarabilir; farklılıklar üzerinden şimdiyi daha iyi anlarız. Şöyle bir örnek vereyim: Ne zaman doğduğunuzu sorsam bana tam yılını, gününü, hatta belki saatini bile söyleyebilirsiniz. 16. yüzyılda yaşamış biri size ancak yaklaşık 53 sene önce doğduğunu söyleyebilirdi. Bizim çağımızın zaman tasavvurunda temel bir fark var: Hayatlarımızı kuşatan bilgilerin tümüne ânında ulaşmamızı sağlayan kitle iletişim araçlarına sahibiz. Bundan dört yüzyıl önce bir savaşın nasıl sonuçlandığını ancak bir ay sonra öğrenebilirdiniz. 15. yüzyılda yaşamış bir sanatçının bizimkinden bambaşka bir zaman-mekân algısı vardı; ne zaman başka bir şehre taşınsa (ki bu da çok nadir olurdu) vasiyetini yazardı. Geçmiş yüzyıllarda zaman ölçülmez, Tanrı’nın ihsanı olarak görülürdü. Bunlar hep başka bir çağın zihin yapısına ait unsurlar. İçinde yaşadığımız zamana belli bir mesafeden bakabilmenin, böylece onu bir perspektife oturtmanın yolu, geçmişle arasındaki farkları görebilmektir.
Günümüzün en büyük sorunlarından biri, zamanın denetlenemez bir ivme kazanmış olmasıyla baş edebilmek; bu süreç, 19. yüzyılda sanayileşmeyle başladı; sürekli bir gelecek beklentisiyle, bir sonraki şeyin beklentisiyle her şey durmadan ıskartaya çıkarılıyor. Aslında bütün avangard hareketlerin temelinde, yeni bir şeye geçebilmek için eski eserlerin sürekli yıkılması yatıyor. Bu, örtük biçimde, geleceğin katledilmesi anlamına geliyor. “Modern” sanatçının önündeki hedef, hep bir sonraki şeyi sezmekti.
Şimdinin durmadan yok edilmesi zamanımızın nihilizmini besliyor. [...] Bundan on beş sene önce, Mimarlık ve Ütopya kitabımda söylediklerim standart bir analiz haline geldi: Artık ütopya yok; politik ve toplumsal bir sözü olan, bir davası olan mimarlık bitti, geriye yalnızca boş mimari kaldı.
Richard Ingersoll’un 1986’da Manfredo Tafuri’yle İtalyanca olarak yapıp İngilizceye çevirdiği “There is no criticism, only history” başlıklı söyleşiden seçilmiş pasajlar, Design Book Review, no. 9, Bahar 1986, s. 8-11.