/ Pasajlar / Çağımızda Sanat ve Siyaset

Genel anlamda sanat insanın bütünlüklü ve ahenkli bir hayat sürme ihtiyacının dışavurumudur; yani, sınıflı bir toplumun onu mahrum bıraktığı en temel şeylere duyduğu ihtiyacın ifadesi. Bu yüzden, gerçekliğe karşı bilinçli ya da bilinçsiz, etkin ya da edilgin, iyimser ya da kötümser bir isyan, gerçek anlamda yaratıcı bir sanat eserinin ayrılmaz parçasıdır. Sanattaki her yeni eğilim isyanla başlamıştır. Burjuva toplumu tarihin uzun dönemleri boyunca baskıyı ve cesaretlendirmeyi, yasaklamayı ve pohpohlamayı birleştirerek sanattaki her “isyankâr” hareketi kontrol ve asimile etmekle, bu hareketleri resmen “tanınma” düzeyine getirmekle, ne kadar güçlü olduğunu göstermiştir. Ama bu “tanınma”nın emareleri görülür görülmez, bela da yaklaşmıştır. İşte o zaman akademik okulun sol kanadından veya daha aşağılardan –yani, yeni bohem sanatçı nesli içinden– daha taze soluklu bir isyanın fitili ateşlenmiş ve bir müddet sonra akademinin basamaklarında eskisinin yerini almak üzere yükselmeye başlamıştır. Klasizm, romantizm, realizm, natüralizm, sembolizm, empresyonizm, kübizm, fütürizm… hepsi bu aşamalardan geçmiştir. Yine de sanat ile burjuvazinin birliği, mutlu mesut olmasa da, devam etmiştir: Bizzat burjuvazinin işe el atıp hem siyaseten hem de ahlaken “demokratik” bir rejimi sürdürmeyi başarması sayesinde. Bu yalnızca sanatçılara istediklerini yapma özgürlüğü vermekten ve onlara akla gelen her yolla yaltaklanmaktan ibaret değildir; aynı zamanda işçi sınıfının en üst tabakalarına özel ayrıcalıklar bahşedip sendikaların ve işçi partilerinin bürokrasilerine hâkim olmayı ve onları sindirmeyi de içerir. Bu fenomenlerin tümü aynı tarihsel düzemde var olmaktadır.

 

Kapitalist Toplumun Çürümesi

Burjuva toplumunun çöküşü toplumsal çelişkilerin tahammül edilmez düzeyde şiddetlenmesi anlamına gelir ki bu çelişkiler ister istemez kişisel çelişkilere dönüşür ve özgürleştirici bir sanat ihtiyacını çok daha elzem hale getirir. Dahası, çöken bir kapitalizm, sanatta çağımıza bir nebze de olsa tekabül edebilecek eğilimlerin gelişmesi için gereken asgarî koşulları sağlamaktan bile tamamen acizdir. Her yeni sözcük karşısında batıl bir korku duyar, zira mesele artık kapitalizmin düzeltilmesi veya ıslah edilmesi değil, kapitalizm için ölüm kalım meselesidir. Ezilen kitleler kendi hayatlarını sürdürür. Bohemyacılığın sosyal tabanı ise çok sınırlıdır. Bu yüzden yeni eğilimler, umut ve çaresizlik arasında giden, daha da şiddetli bir mahiyete bürünür. Son 20-30 yılın sanat akımları –kübizm, fütürizm, dadaizm, sürrealizm– tam bir gelişim aşamasına ulaşamadan birbirini izlemiştir. Kültürün en karmaşık, en hassas ve aynı zamanda en korunmasız parçası olan sanat, burjuva toplumunun çürümesinden ve çöküşünden en büyük zararı görür.

Bu açmaza bizatihi sanatın içinden çare bulmak imkânsızdır. Bu, tüm kültürü ilgilendiren bir krizdir: ekonomik tabandan başlayıp, ideolojinin en tepedeki alanlarına kadar uzanır. Sanat bu krizden ne kaçabilir ne de kendini ondan ayırabilir. Tıpkı Yunan sanatının kölelik üzerine kurulu bir toplumun enkazı altında çürüyüp gitmesi gibi, günümüz sanatı da, günümüz toplumu kendini yeniden inşa edemediği takdirde çürüyüp gidecektir. Bu görev, özü gereği devrimcidir. Bu sebeplerle çağımızda sanatın görevi, devrimle olan ilişkisiyle belirlenmiştir.

[…]

 

Diego Rivera ve Ekim Devrimi

Resim alanında Ekim Devrimi’nin en büyük yorumcusu Sovyetler’den değil çok uzaklardan, Meksika’dan çıkmıştır; üstelik resmî “dostlar” arasından değil, “halk düşmanı” denen ve IV. Enternasyonal’in gururla bağrına bastığı bir kişilikten. Tüm halkların ve tüm çağların sanatsal kültüründen beslenen Diego Rivera, dehasının en derin unsurlarına kadar Meksikalı’dır. Ama o muhteşem fresklerinde kendisine esin veren, onu sanatsal geleneğin, çağdaş sanatın, bir anlamda bizzat kendisinin üzerine yükselten şey, proleter devriminin kudretli patlamasıdır. Ekim Devrimi olmadan, Rivera’nın emeğe, baskıya ve isyana böylesi bir yaratıcılıkla, bu kadar derinlemesine nüfuz etmesi mümkün olmazdı. Toplumsal devrimin fışkırdığı gizli kaynakları kendi gözlerinizle görmek mi istiyorsunuz? Rivera’nın fresklerine bakın. Devrimci sanatın ne mene bir şey olduğunu merak mı ediyorsunuz? Rivera’nın fresklerine bakın.

Biraz daha yakından bakın, o zaman vandalların fresklerde bıraktığı izleri net biçimde göreceksiniz: Katoliklerin ve diğer gericilerin, ve elbette Stalinistlerin. Bu çizikler ve bereler, fresklere daha da büyük bir canlılık katar. Karşınızda salt bir “resim”, edilgin bir temaşa nesnesi değil, sınıf savaşının canlı bir parçası durmaktadır. Ve bu aynı zamanda bir başyapıttır!

Ancak ulusal bağımsızlık mücadelesinden tam çıkmamış bir ülkenin tarihî gençliği Rivera’nın devrimci fırçasının Meksika’nın kamusal binalarında kullanılmasına imkân verebilirdi. ABD’de böyle olmamıştır. Tıpkı Ortaçağ’da, parşömenlerdeki antik eserlerin üzerini –bilmeyerek– kendi skolastik zırvalarıyla kaplayan keşişler gibi, Rockefeller’ın yalakaları da –bu sefer kasten– yetenekli Meksikalı’nın fresklerinin üzerini kendi dekoratif bayağılıklarıyla kaplamışlardır. Bu silip yeniden yazma olayı, gelecek nesillere, çürüyen bir burjuva toplumunda sanatın nihaî kaderini gösteren en büyük kanıttır.

 

     

Man at the Crossroads, 1932. Diego Rivera’nın Rockefeller Merkezi için yaptığı, ancak Lenin tasviri yüzünden önce üzeri örtülüp ardından tahrip edilen murali.

 

Leon Troçki, “Art and Politics in our Epoch” yazısından alıntılanmıştır, Partisan Review, Haziran 1938. http://www.marxists.org/archive/trotsky/1938/06/artpol.htm

 

sansür, pasajlar