Neoliberal ideolojinin üniversitelerde test edilip meşrulaştırılan unsurlarından biri de yaratıcılık anlayışıdır; buna göre yaratıcılık, doğuştan gelen bir “buluş yapma” kabiliyetini satılabilir eşyalara dönüştürmek üzere yetiştirilmiş esnek ve kendi kendini yöneten kişilerin vasfıdır. Yaratıcı etkinlikle ilgili bu anlayışın neticeleri yaygın şekilde kaydedilmiştir. Örneğin, üniversiteler satılabilir fikrî mallar yaratan veya ekonomik açıdan faydalı uygulamaları olan çalışmaları desteklemekle birlikte, belli bir buluşun toplumsal sonuçlarını değerlendirmeye pek hevesli değillerdir. Ayrıca, araştırmacıların ve öğrencilerin fikrî mülkiyet haklarını denetlemeye çalışır; eğitimi her şeyden önce iş hayatına hazırlık olarak görür; ve seçkin akademisyen kadrolarını ‘gerçek çalışma’larından –yani, derslere girmek ve üniversitenin idari işlerini yürütmek gibi sıradan işlerin engellediği o zorlu fikrî mülkiyet yaratımı işinden– alıkoyacak görevlerden uzak tutarlar.
Yaratıcılığın sermayeden bağımsız ifade araçlarını geliştirme ve sağlamlaştırma mücadelesi olarak tanımlanan özerkleşme, bugün üniversite kurumu için acilen ele alınması gereken bir meseledir. Acildir çünkü bizzat neoliberal ideoloji ve pratikler, estetik faaliyetle ve bu faaliyetin dayandığı saiklerle ilgili düşünce tarihini yağmalamaktadır.
Stefano Harney, estetik ile ekonominin iç içe geçmesinde, özellikle üniversite açısından önem taşıyan iki veçheye dikkat çeker. Biri, yaratıcı ekonomi söylemlerinde görüldüğü gibi, ekonomi ve yönetim [management] dilinin sanata geçmesidir. Diğeri ise, bunun tersine, estetiğin yönetim pratiklerine geçmesidir, ki yönetimin başlı başına bir sanatsal ifade olduğu, lider vasıflı bir kişinin kendini geliştirme ve materyalist amaçları aşma arzusunun sonucu olduğu fikrinde açıklık kazanır.[1]
Yaratıcı ekonomi ile üniversite birkaç düzeyde kesişir. Üniversite, yaratıcı ekonominin temel malzemesi olan fikrî mülkiyetin üretim, dolaşım ve değerleme alanlarından biridir. Üniversite aynı zamanda, canlı bir yaratıcı ekonominin varlığını baştan kabul etmeye, kapsamını ve önemini belirlemeye, ve bu ekonomiyi besleyip geliştirmek üzere hükümete tavsiyeler sunmaya hazır politika analistlerini üretir ve yetkilendirir. Ama burada gözlerden kaçan nokta, hem üniversitenin hem de yaratıcı endüstrilerin dayandığı ve idame ettirdiği hiyerarşik emek formülasyonlarıdır. Kimilerine göre ikisi arasında ayrım bulunmaz: akademisyenler de basbayağı yaratıcı sınıfın mensuplarıdır. Kimileri ise yaratıcı emeği daha dar kapsamda, sanat ve kültürün üretilmesi işi olarak yorumlar ve üniversite içerisinde yürütülen araştırma ve öğretim işlerini bu tür emekten saymaz. Fakat tartışma götürmeyecek bir husus vardır ki, yaratıcı işçi de akademisyen de, kendi kendini yöneten esnek kişiliği ekonomik büyümenin motoru olarak yücelten bir retorikle karşı karşıyadır. İkisi de, yaptıkları işe gönülden bağlı olmaları, bütün ruhlarını vermeleri gerektiği fikrinden aynı ölçüde etkilenirler. Çalışmalarımızın maddi olmayan birtakım kazanımlar getireceği, herhangi bir “iş”le kıyaslandığında kimliğimizin çok daha ayrılmaz bir parçası olduğu inancı, emeğimizden azami değeri asgari bedelle elde etme peşindeki yönetim karşısında bizleri ideal çalışanlar konumuna getirir. Yaratıcı emeği yüceltenler açısından, özerk sanat pratiğinin tarihi, geçici ağlar içerisinde güvenliksiz çalışmanın çığır açıcı buluşların anahtarı olduğuna kanıt teşkil eder.
Yönetim kuramları işçiyi estetik çerçevesinde tahayyül ederken, verimli çalışma koşulları yaratma meselesini ele almak için de bilhassa estetiğe odaklanıyor. Şirketler nicedir çeşitli sorunlara çare olarak sanat ve kültürden medet umuyor. Prestijli sanat koleksiyonları iyi birer yatırıma dönüştü; işyerinde sanatın ve sanatçıların varlığının çalışanları memnun eden bir şirket kültürü yarattığına inanılıyor; ve estetik deneyimlerin, çalışanlara esenlik ve üretkenlik kazandırmaya yardımcı olduğu düşünülüyor. Ancak, şirket kültürü ile sanat kültürü arasındaki bağlantılar son yıllarda büsbütün sıkılaşmaya başladı. Yönetim kuramı artık çalışma deneyiminden, tıpkı sanat gibi, kâr amacı güden herhangi bir teşebbüsle bağı koparılabilecek, kendi içinde ve kendi başına iyi bir şey olarak söz ediyor.
Essex Üniversitesi bünyesinde kurulan Yönetim ve Organizasyon Sanatı grubu ve çıkardıkları Aesthesis başlıklı dergi, ayrıca bugüne [2012’ye] kadar düzenledikleri altı uluslararası konferans, yönetim ile estetiğin birbirine ne kadar yaklaştığını gösteren çarpıcı bir emare. Örneğin, gruba üye akademisyenler, bir sanat nesnesinin yapım sürecinden hareketle bir liderlik atölyesinin nasıl kurulacağını tarif ediyorlar. Bir örnekte, katılımcılar “şiir evi” tabir edilen, “görsel yorumlamaları şiirsel metinlerle birleştirip temsil eden, yaratıcısı için özel anlama sahip üçboyutlu nesneler” inşa ediyorlar. Fikir şu: Şiir evleri, “liderlikle ilgili bireysel ve kurumsal deneyimlere dair görsel bir anlatı” sunabilir ve böylece insanların lider olmanın ne demek olduğu üzerine düşünmelerini, çalışanların yaratıcılığının önünü açmak için neler yapılabileceği konusunda kendi fikirlerini geliştirmelerini sağlayabilir.[2] Buna benzer pek çok örnekte, estetik karşılaşmalar hem kendi içinde ve kendi başına amaç, hem de yenilikçi ürün veya sistemlere ulaşmaları gereken işçileri etkili biçimde yönetme aracıdır.
Yakın zamanda Business Strategy Review dergisinde yayınlanan, “yöneticilerin cesur fikirlerin önünü açmak için neler yapabileceği” gibi görünürde sıradan bir meseleyi konu alan bir makalede, Alman sanatçı Joseph Beuys yaratıcılık hakkındaki “radikal” fikirleri nedeniyle bu konuda rehber ilan ediliyor. Beuys’un sözleri makalenin girişine yazılmış: “Kullanım ve tüketim, politika ve mülkiyet değil, manevi mamullerin üretimi anlamında insan ihtiyacını temel alan yeni bir ekonomi kavramı ancak sanattan yola çıkarak oluşturulabilir”.[3] Bu doğrultuda, şirketlere verilen stratejik tavsiyelerin arkasında kurumsal kâr değil manevi mamuller üretme saikinin yattığını varsaymamız beklenir bizden. Beuys’un “her insan bir sanatçıdır” şeklindeki meşhur iddiası, artık Richard Florida gibi yaratıcı ekonomi hayranlarının şiarı haline gelmiştir.
Özerk emek üzerindeki neoliberal yatırımın, esasen her türlü yaratıcı faaliyetin zorunlu sonucu olarak fikrî mülkiyetin değerlenmesiyle sınırlı olduğunu vurgulamamız gerekiyor. Özerklik temelde çelişkili bir anlam taşır, çünkü özerkliğe yapılan gerek duygulanımsal gerek pratik yatırım hem kapitalist kültürel üretimin ayrılmaz bir unsurudur hem de böyle bir üretimin kısıtlamalarından bağımsız olma arzusunu ifade eder. Özerkliğin önemli olduğunu biliriz, bu yüzden de gerçek anlamda bağımsızlığa sahip olmamak, ekonomik projelerin ve sözdağarlarının bünyesine katılmak bizi rahatsız eder.
Estetik özerklik idealinin sürekli bir mücadele alanı olduğunu kabul etmek bugün bilhassa şart, zira kapitalist piyasanın dayatmalarından kurtulmuş bir kültür dünyasına duyulan inanç, yaratıcılığa ve onun politik/ekonomik faydalarına ilişkin yeni dille iç içe geçmiş durumda. Sanatçının bürokratik yönetime ve başka nizamlaştırma biçimlerine karşı koyma yeteneği –o pek yüceltilen yetenek– artık sadece sanatçıya özgü değil. Sanatçılar işe yarar birer model işlevi görüyorsa, bunun sebebi istikrarsız emeğin yeni buluşlara götürmesi değil, sanatçıların da –tıpkı diğer pek çok işçi gibi– kendilerini, sanatın “yadsıma, altüst etme ve antagonizma” mirasını bile tam tersi amaçlar için kullanmaya kadir bir araçsallıkla karşı karşıya olan güvencesiz bir işgücünün parçası olarak görmeleridir. Estetik özerklik ideali işte tam da bu noktada, miadı dolmuş modernizmin bir kalıntısı değil, Nicholas Brown’ın öne sürdüğü gibi bütün kültür üreticileri açısından hayati bir mesele olarak karşımıza çıkıyor: piyasa-karşıtı hamlenin de pazarlanabilir olduğunun, sanatın bizzat karşı çıktığı şeye hizmet edebileceğinin kabul edilmesiyle.[4] Başka deyişle, tam da insanların ve faaliyetlerinin salt faydaya indirgendiği bir zamanda “estetiğin yararsızlığı”nda ısrar etmek, Imre Szeman’ın deyişiyle “her türlü bilme ve toplumsal etkileşim tarzının gaddar faydacılığına karşı Kantçı bir sav öne sürmek” elzem hale geliyor.[5]
Özerk estetik eylem ve deneyimin oluşturduğu çelişkili ideali diriltmek üniversite için de önemli. Mesele sınırsız bir serbest araştırma alanını savunmak değil, kurumlar oluşturmak gibi zorlu bir işe soyunmak üzere zayıf öznellik konumunu terk etmek. Edu-factory Kolektifi, Bilgi Kurtuluş Cephesi (KLF-Knowledge Liberation Front), Göçebe Üniversite (Universidad Nomada) gibi gruplar bu zor işe talip oldular.[6] Özerklik ısrarı burada her türlü anlamın ve değerin mevkii olarak bireyi öne çıkarmak değil. Tam tersi. Özerkleşme temelde toplumsal bir süreçtir. Bilinmeye ve yapılmaya değer şeyleri belirleyen neoliberal piyasanın sınırlarını gözler önüne serecek yaratıcı ve bilimsel faaliyete has araştırma tarzlarının, yaşam biçimlerinin ve örgütlenme yollarının gerekliliğini savunmaktır özerkleşme.
Sarah Brouillette’in Academic Labor, the Aesthetics of Management, and the Promise of Autonomous Work başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir.
[1] Stefano Harney, “The Creative Industries Debate,” Cultural Studies 24.3 (2010): s. 434
[2] Konferans metinleri, “Creativity and Critique: the Sixth Art of Management and Organization Conference,” s. 15
[3] Jörg Reckhenrich, Martin Kupp, Jamie Anderson, “The Manager as Artist,” Business Strategy Review, Yaz 2009, s. 69
[5] Imre Szeman, “Manhattanism and Future Cities: Some Provocations on Art and New Urban Forms”, Transnationalism, Activism, Art içinde, ed. Kit Dobson ve Aine McGlynn (Toronto: University of Toronto Press, 2012) s. 25