Türkiye’de eleştirmen yok mu; hiç mi yok?
Soruyu böyle sorduğumuzda anlaması daha kolay oluyor. Eleştirmenin varlığına ve yokluğuna dair söylemin aslında bir arzu meselesi olduğunu fark ediyoruz. Demem o ki, ne zaman birileri “tarihçilik yok”, “sanat yok”, “eleştirmen yok” diyor, aslında şunu da söylüyor; tarihe arzu yok, sanata arzu yok, eleştirmene arzu yok. Söylemin belirli bir öznelik pozisyonu içinden (hem de çoğu zaman hayli iktidar sahibi bir öznelik pozisyonundan) üretildiğini hesaba katarsak, aslında söylenenin şu olduğu sonucuna da ulaşabiliriz: “Benim, tarihe de, sanata da, eleştirmene de arzum yok ya da ancak belli bir tipini arzuluyorum bu saydıklarımın.”
Hasan Bülent Kahraman’ın kendi öznelik pozisyonuyla mükemmelen örtüşen sözleri (“Çağdaş sanatın eleştirmeni yok, bu konuda her alana yatırım yapıldı, eleştirmen yetiştirilmedi.Yani yumurtasız omlet yapar gibiyiz")[1] AICA-TR’nin (Uluslararası Sanat Eleştirmenleri Derneği Türkiye Şubesi) yazışma grubuna düştüğünde, çeşitli tepkiler dile getirildi. Eleştirinin ve eleştirmenin varlık koşulları vb. sorgulandı. Ancak sorunun tartışılmaya henüz açılmamış kısmına, yani Kahraman’ın hangi tip eleştirmenden söz ettiğine, eleştiriden ne anladığına çok dokunan olmadı. Bu yüzden somut bir tepki oluşmadı. Böyle bir tepkiye gerek olmadığı sonucuna varıldı. Kurumsal olarak gerek olmasa da kendi itirazımı, az önce sözünü ettiğim nosyon üzerinden, dile getirmek istiyorum.
Çağdaş sanatta eleştirinin ve onun sahibinin varlığı ile yokluğu, sanat tarihiyle ve kuramıyla ilişkisi, Türkiye’de eleştirinin niteliği, kurumsallığı ve özgünlüğü gibi problemler gün gibi ortadayken Kahraman’a sormak isterdim:
Sözünü ettiğiniz omleti yapan kim? Yumurtayı kıran el, kimin eli? Omleti yiyecek olanı işaret edebilir misiniz? İçinden konuştuğunuz mutfak kime ait ve başka mutfaklar olmadığına nasıl bu kadar eminsiniz?
Eleştirinin niteliğini de, otoritenin kimliğini de dilin semptomlarından rahatlıkla okuyabiliriz sanıyorum.
Öte yandan bu fikre zerre kadar katıldığımı da hemen belirtmeliyim. Zerre kadar katılıyorum; zira fikrin söylediğinin aksi yönündeki imayı doğru buluyorum: Türkiye’de eleştirmen var. Hem de sürüsüne bereket. Lakin görünmüyorlar; çünkü her geçen gün biraz daha daralmakta olan çağdaş sanat piyasasında ortada görünmeleri için bir sebep yok.
Bugünün eleştirmeni, eğer ki görünmesi için ortalıkta bir sebep yoksa, yani somutlaşmış bir çıkar ilişkisi, sipariş edilmiş gazete/dergi/katalog yazısı, yakalanacak bir kontak, bir “pozisyon”, network’te kalma arzusu vb. yoksa, ortalıkta değildir. Bulunmasının en elzem olduğu yere geç gider. Sıkışınca erken kaçar. Yok eğer şartlar müsaitse, yani ortamda bir ışık gördüyse, sanat profesyoneli olarak eleştirmen ortamın tozunu attırır. Artık Deleuze ve çokluk mu istersiniz, Foucault ve panoptikon mu, yoksa Baudrillard, simulakra, sonunda da “Eh, işte hiper-gerçekçilik bu!”
Ertesi gün “pozisyon güncellemesi” başlığı altında yeni kurduğu iş ilişkisini haber veren bir mesaj atar herkese.
Kahraman’ın söyleşisinde, hem dile gelenler hem de bunların dile dökülme biçimi, bu durumu dört başı mamur anlatıyor. “Herkesin anlayacağı dille yazılmış” son kitabı üzerine konuşurken modern sanat-çağdaş sanat karşılaştırması için şöyle diyor örneğin:
Çağdaş araba tasarımı, çağdaş moda, çağdaş mimari dediğim zaman gözünüzün önüne bir şey gelmiyor mu? Geliyor. İşte gözümüzün önüne o alanlarda ne geliyorsa, sanat dünyasında da bunun bir yansıması olan şeyler gözümüzün önüne gelmeli. Bugünün sanatı Rönesans sanatı değil, Picasso'nun sanatı değil…
Bugün Henry Ford'un yaptığı arabaya binmiyorsak, onun yerine Ferrari, Lamborgini, Mercedes'i Ford'un arabasının yerine tercih ediyorsak, neden bunu sanatta yapmayalım?[2]
Söyleşi Sabah gazetesine verildiği için ‘Bilal’e anlatır gibi’ anlatmış olacak Kahraman. Çağdaşlık konusundaki bu engin değerlendirmeye şapka çıkartmamak zor. Hele ki buradan “çağdaş sanat” tanımı yapma gayretkeşliğine… Hem, Ferrari karşısındaki bu ölçüsüz hoşgörüsüzlüğümüz de nereden geliyor, öyle değil mi? O eski servet düşmanlığı işte...
Sanat üretiminin koşulunu “Ford estetiğinden Lamborgini estetiğine geçiş”le tanımlıyorsanız, eleştirmenden beklentinin –yani omletin kimin için hazırlandığının– cevabını açıkça vermiş oluyorsunuz herhalde. Kötü niyetli olmamak adına, verilen örneğin tekilliğine takılmadık diyelim. İşte gerçek bir kıyas:
Modern sanat, daha çok akılla, kültürle ve daha ileri birtakım sezgilerle anlaşılabilecek bir sanat olarak ortaya çıktı. Bugün bile Picasso'nun resmi hazmedilmiş bir resim değil. Bugün Picasso'nun resmine bakıp hayranlık duyuyorum ama ortaya koyduğu çizgi, figürasyon, gündelik hayatta bizim karşılaştığımız bir gerçekçiliğe dayalı değil. Çağdaş sanat öyle değil. Çağdaş sanat modern sanatın tükenmesinden sonra ortaya çıktı. 1960'larda kendini gösterdi. Amerikan pop sanatı, modern sanatın zor, içe dönük, kapalı, izleyiciyi dışarıda bırakan tavrına karşı doğdu.[3]
Söyleşinin elle tutulur tek eleştirisi burada. Lakin, Kahraman’ın mutfağında durduğu bu postmodern eleştiri biçemi daha 1990’larda tüketilmişti. Gerçekten bir akademisyenin hâlâ bu kulvardan giderek çağdaş sanatı açıklamak zorunda kalması ne vahim durum... Bir sanat tarihçisi olarak (“üsluplar tarihi” denen karmaşayı sökmeye uğraşan biri olarak) bu tanımlamalardan ne çıkaracağımı kestiremiyorum bile. Picasso’nun Guernica’sı (1937) Matthew Barney’nin Cremaster videolarından (1994-2002) daha mı zor hazmediliyor? Damien Hirst’ün Yaşayan Birinin Zihninde Ölümün Fizikî İmkânsızlığı (1991) “izleyiciyi içine çeken” bir yapının ürünü mü? Jan Fabre’ın Bulutları Ölçen Adam’ı (1998) “gündelik hayatta karşılaştığımız” bir gerçekliğe mi tekabül ediyor? Buradan çağdaş sanat eleştirisi çıkarmaya çalışmıyorum. Aksine, modern ve çağdaş sanat nosyonlarının, piyasa tarafından karşı karşıya getirilerek istismar edilmesine işaret etmek için ele alıyorum bu örnekleri (1990’larda eleştirinin düzeneği, bunlardan birini itibarsızlaştırıp diğerine itibar kazandırmak şeklinde işliyordu.)
Bugün, Beuys’un da Picasso’nun gayet “gerçek” olduğunu herkes çok iyi biliyor; oradan Laibach’a da, Yes Men’e de, Ai Weiwei’ye de rahatlıkla uzanılıyor. Tam bu noktada Kahraman’ın “gerçekçilik”ten ne anladığını sormaya korkuyorum doğrusu. Kandinski, Mondrian ya da Klee gibi, hayatı boyunca yalınlığı ve açıklığı aramış sanatçıların çalışmalarının “kapalı” olarak tanımlanması da, tam sözünü ettiğim erken dönem heveskâr postmodern itiraza yaraşır nitelikte. Bugün artık kimse bu argümanları kullanmıyor sanat yapıtını değerlendirmek için. Farklı modernizmlerden ve çeşitli postmodern eleştirilerden konuşuluyor. Yeni kavramsal konumlanmalar üretiliyor sanat eleştirisinde. Aktivizm, göçmen problemleri, iletişimsellik ve hukuksal konum, dijital ve sibernetik dünya, yeni sınıfsal oluşumlar, beden ve sınır ihlalleri konuşuluyor.
Öte yandan Kahraman’ın hem arzuladığı hem mükemmel biçimde örneklediği sanat eleştirisinin, kendi küçücük dünyasında her yanı kaplamış olduğunu görmek mümkün. Bunca galeri, onca sergi, bienaller, uluslararası ve yerel fuarlar, sanat kurumları, art project’ler... Kendi üslubunca bir dolu örnek görmek için onların katalog yazılarına, gazete tanıtımlarına, web sitelerine bakabilir Kahraman. Zaten kafasındaki eleştirmeni yıllar öncesinden açıkça yazmamış mıydı?
Türkiye bu alanda galerilere, mekanlara, koleksiyonerlere, alıcılara, hatta resimlerin çerçevelerine bile yatırım yaptı fakat eleştirmeni ihmal etti, dışladı, görmezden geldi… Sadece yatırımcı bakımından ele alındığında bile eleştirmen ve onunla iç içe geçmiş bir danışmanlık kurumunun oluşmaması son derecede vahimdir. Sadece koleksiyonların 'doğruluğu' ve 'yanlışlığı', dolayısıyla da yatırımın niteliği bakımından ele alınsa bile bu eksiklik çok ciddi sonuçlar doğurmaya adaydır. İyi eleştirmen bugün küresel bir kimliktir. Çağdaş sanatın önemi de öncelikle küresel olmaktan kaynaklanır. İsteğimiz Türk çağdaş sanatının evrensel piyasalara erişmesidir. Bunu sağlayacak olan eleştiridir.”[4]
Bu satırlarda “çağdaş sanat” tamlaması hisse senedi gibi tınlamıyor mu? O vakit “eleştirmen” deyince Kahraman’ın kafasından nelerin geçtiğini görmek mümkün oluyor – nitekim bugün kendi küçük hükümranlığında iktidar sahibi olan da o.
Sanat camiasının gündemine çok düşmedi ama Kahraman’ın yine aynı gazetede 2010 yılında kaleme aldığı, ev işçilerini kastederek yazılmış “‘Kadın’ Bulmak Zor İştir” yazısını anımsayanlar, buradaki eleştirmen arzusunun şeklini şemailini tahayyül edebilirler.
Düşünün, bir tek telefon edip ihtiyacınızı karşılayacağınız, size temizlikçi bulacak şirket, kurum, kuruluş yok. Bu kadınlar kimlerdir, kimleri eve sokuyoruz?[5]
Sakın eleştirmen arzusu da böyle bir şey olmasın?
Hiç korkmayınız Hasan Bey, arzu ettiğiniz broker ya da spekülatör eleştirmen piyasada yeterince var. Bir yerlerde bizzat sizin altınızı ustalıkla kazdığını bile duyabilirsiniz dikkatli dinlerseniz. İktisadî düşünüşün iktidarına –Lamborgini estetiğine– terk edilmiş bir sanat ortamı içinde, network’e çalışan eleştirmenden gayrı nasıl bir şey bekliyordunuz ki?
Lakin omlet yapsın diye saraya yetiştirilen ressam ve onun müstakbel eleştirmeninden uzakta yaşayan, geniş arazilerde türlü ottan rayihalar derleyen başka sanatçılar ve başka eleştirmenler de var. Onların mutfağı küçük, ama lezzetleri kıyas götürmez.