Giriş
Suriye’de farklı güçler arasında yaşanan ve durmak bilmeyen egemenlik çatışmaları, bugüne dek birçok insanın ölümüne ya da zorunlu olarak göç etmesine neden oldu. Ancak yıkımın farklı bir boyutu daha var: Sıcak savaş ve terör Bosna’da ve Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de insanlığın ortak değerlerinin temelini oluşturan kültürel mirasa çok büyük ve geri döndürülemez zararlar verdi. Üstelik antik kentler ve müzeler, bombaların, mayınların, silahlı çatışmaların verdiği hasara ek olarak yağmacı akınlarına maruz kaldı ve kalmaya devam ediyor. Kaçırılan eserler özellikle Batı ülkelerinde karaborsada satılıp özel koleksiyonlara girerek ortadan kayboluyor; bazıları bu aşamada tespit edilip çeşitli müzelerce koruma altına alınsa da, sonuçta kime ait oldukları, daha doğrusu uzun vadede hangi ülkenin müzelerinin envanterinde kalacakları hâlâ büyük bir soru işareti.
Başlı başına bir söylem ve egemenlik alanı olan kültürel mirasın iyeliği meselesi uzun bir tarihçeye sahip. Osmanlı İmparatorluğu’nun bir süre cüzi fiyatlara Avrupalılara sattığı, ancak Osman Hamdi Bey’in bilinçle yaklaşarak günümüze kazandırdığı arkeolojik buluntular Türk müzeciliğinin temellerini attı. 19. yüzyılda yükselen kolonyalizmle ve evrensel müzelerin kurulmasıyla birlikte başlayan yağmalar sonucunda birçok uygarlığa ait kültür varlıkları topraklarından başka yerlerde korunup sergileniyor. Bu nedenle ait oldukları coğrafyadan asla tamamen koparılamayan antik kentler, ayrı bir önem taşıyor; bir uygarlığın, bulunduğu bölgeyle aidiyet ilişkisinde en açık kanıtı sunarak, tarihsel bağlamı tartışılmaz bir kesinlikle ortaya koyuyorlar. İşte tam da bundan ötürü, antik kentler, bu bağlamı yıkıp kendi amaçları doğrultusunda yeniden kurmaya, insanlığın belleğini parçalamaya yönelen savaşların ve terörün hedefi haline geliyor. Kültürel mirasa yönelik ilginin gelişmesiyle birlikte antik kentlere karşı saldırıların uluslararası medyada yankı bulması da, savaşların hedefi haline gelmelerinin bir diğer nedeni olarak ortaya çıkıyor. Suriye’de bulunan ve son birkaç yıldır gündemden düşmeyen Palmira antik kenti de o talihsiz hedeflerden biri.
Palmira ve IŞİD İşgali
UNESCO’nun kültürel miras listesinde yer alan Palmira, Halep’in kuzeydoğusundaki stratejik kavşaklar üzerinde bulunuyor. Geçmişi MÖ 2000’lere kadar uzanan kentin en belirgin özelliği, Çin’e kadar giden önemli ticaret yolları üzerinde bulunması dolayısıyla antik Yunan-Roma üslubu ile Pers ve diğer yerel üslupları biraraya getiren özgün mimarisi. Sütunlu ana caddesiyle eşsiz bir şehir planlama örneği sayılan Ba'al Tapınağı, “Zafer Kemeri” olarak da bilinen kemer anıtı ve görkemli amfitiyatro, kentin dünya çapında tanınmasını sağlayan ve günümüze kadar ayakta kalan anıtlar arasında.[1] Daha doğrusu, kısa süre öncesine kadar ayaktaydılar...
Sütunlu cadde. Fotoğraf: Bernard Gagnon
Ba'al Tapınağı. Fotoğraf: Werner Hen
Anıt kemer. Fotoğraf: Bernard Gagnon
Amfitiyatro. Fotoğraf: Reuters adına Omar Sanadiki
Palmira’nın trajik yıkım hikâyesi 2015 yılının Mayıs ayında başladı. IŞİD güçleri Palmira yerleşim bölgesini ve antik kentini ele geçirdi. İki gün geçmeden, Esad kuvvetlerine mensup 300 kişiyi infaz etmek için örgütün burayı seçmesi elbette rastlantı değildi. Bir uygarlık mirasını yıkımla tehdit etmek, bu mirası “rehin almak”, medyada gövde gösterisi yapmak için büyük bir fırsattı. Kent aynı zamanda günümüz Batı uygarlığının kendine temel aldığı antik Yunan-Roma kültürünün izlerini barındırdığından, burada yaşanacak her tür katliam ve yıkım, örgütün yok etmeyi hedeflediği bütün kültürel gelenek ve değerlerin de güçlü bir metaforunu oluşturuyordu.
IŞİD, 2015 yaz aylarını Palmira’ya mayın döşeyerek ve patlayıcı yığınağı yaparak geçirdi; Ağustos sonlarında ise durum içler acısı bir noktaya geldi. Antik kenti korumak için büyük bir mücadele veren arkeolog Halid Esad, kurtarmayı başardığı eserlerin yerini örgüte söylemeyi reddedince başı kesilerek katledildi. Birkaç gün sonra Ba’al Tapınağı’nı havaya uçuran IŞİD, aynı zamanda gerek kazı yaparak çıkardığı gerek müzeden yağmaladığı eserleri Batı karaborsasında satmaya başladı ve büyük bir gelir elde etti. Ekim ayında ise yıkım sırası Zafer Kemeri'ne gelmişti; çok iyi korunmuş olan ve olağanüstü bezemelerle donatılmış anıtın moloz yığınına dönüştüğü bu tarihten sonra Palmira, Putin-Esad işbirliğiyle kurtarılana dek bir yıla yakın bir süre boyunca IŞİD’in kontrolünde kaldı.
Ba’al Tapınağı’ndan kalanlar
Zafer kemerinden kalanlar. Fotoğraf: Joseph Eid
Özellikle eserlerin yağmalanıp satılması konusunda hemen her ülkenin basınında farklı iddialar gündeme geldi. Suriye ve Irak basını İsrail mafyasını hedef gösterirken, Esad rejimi özellikle Gaziantep çevresinde konuşlanan kaçakçıları sorumlu tutuyor ve yağmalanmış eser trafiğinin en önemli rotası haline gelen Türkiye’yi eserlerin Suriye’ye geri verilmesi konusunda işbirliği yapmamakla suçluyordu. Batı’da ise medya, IŞİD ve Esad rejiminin yağmadan eşit derecede sorumlu olduğunu, Esad’ın askerlerinin yağma süreçlerini yer yer bizzat yönettiğini iddia etti. Rusya'nın müdahalesinden sonra Batı medyasında “Yağma Rusya ve Suriye rejiminin askerî kontrolü altında devam ediyor”, “Rus askerleri rüşvet alıp yağmaya göz yumuyor” gibi manşetler atılmaya başladı. Hatta Palmira’nın aslında çok da büyük bir zarar görmediği, bunun Rusya’nın propaganda amacıyla yarattığı bir algı oyunu olduğu bile öne sürüldü. Ancak yıkımın tüyler ürperten boyutu, internete sızan ve bir bölümü Reuters'de yayınlanan, bir bölümü de bölgeye giden siviller tarafından çekilen birçok fotoğrafta açığa çıktı. Peki Batı devletleri tüm bu trajik olaylar olurken nasıl hareket etti?
Batı’nın Sessizliği
Kültürel mirasa duyarlılığın altını her fırsatta çizen Batı devletleri, başta ABD olmak üzere, bu süreci kaygıyla ancak kayıtsızca izledi. Mayıs 2015’te IŞİD’in Palmira’ya ilk girdiği günlerde ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Marie Harf, bu konuda ne yapmayı düşündüklerini soran bir gazeteciye “Şu anda kaygıyla izliyoruz ve izlemek dışında yapabileceğimiz ne var, bilmiyorum” yanıtını verdi.[2] The Rebel Media’dan Ezra Levant, Palmira IŞİD’in elinden kurtarıldıktan sonra önemli bir video yayınladı. Burada bir diğer ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü olan Mark Toner’ın, “Palmira’nın Esad rejimi ve Rusya tarafından kurtarılmasına memnun oldunuz mu, yoksa IŞİD’in elinde kalmasını mı tercih ederdiniz” sorusu karşısında yaşadığı gerginlik açıkça görülmekteydi. Toner neredeyse “ikisi de bizim için aynı şey” anlamına gelen sözler sarf etti.[3]
5 Nisan 2016’da The Conversation’da çıkan bir makalenin konuyla ilgili analizi de fazlasıyla düşündürücü. Makalenin yazarı, Exeter Üniversitesi’nden Arkeoloji Profesörü Emma Loosley’e göre, ABD ve müttefikleri Palmira’yı kurtarmaktan özellikle kaçınmışlardı, çünkü bu, Esad rejimine açık bir şekilde destek olmak anlamına gelecekti ve bunu yapmaktansa antik kentin geleceğini riske atmayı tercih ediyorlardı.[4] ABD, yağmalanan eserlerin akıbeti konusunda, Irak'ta yaptığı gibi son derece gecikmiş ve göstermelik önlemler almakla yetindi. Mayıs 2016’da Barack Obama, Suriye’den gelen arkeolojik ve etnoğrafik eserlerin ülkeye girişine sınırlamalar getirilmesini öngören bir yasaya imza attı.[5]
Her şeye rağmen, geriye bakıldığında, ABD’de Palmira krizine en hızlı yanıtın müzeciler tarafından verildiği görülüyor. 2015’in Ağustos ayında, ABD, Kanada ve Meksika müzelerini kapsayan Sanat Müzeleri Direktörleri Birliği’nin (The Association of Art Museum Directors) yayınladığı protokol, gerek Irak gerek Suriye’den kaçırıldığı saptanan eserlerin Birlik'e bağlı müzelerde “ödünç” statüsünde korunmasını ve kamuoyuna açık olan ayrı bir veritabanına girilerek, şeffaflık içinde kayıt altına alınmasını öngörüyordu. Fakat ne yazık ki bu protokoldeki koşullara uymak müze direktörlerinin tercihine bırakılmış ve zorunlu tutulmamıştı.[6]
Karaborsaya düşen eserlerin en büyük bölümü Londra’da ortaya çıktığı halde, Britanya da olaya resmî düzeyde kayıtsız kaldı ve işi müzelere havale etti. 2015’in Haziran ayında British Museum Direktörü Neil MacGregor, Suriye’den İngiltere’ye yasadışı yollarla getirilmiş ve “ne olduğunu açıklamamayı tercih ettikleri” bir eseri korumaya aldıklarını bildirdi. MacGregor, BM Güvenlik Konseyi üyesi olup, savaş bölgelerindeki eserlerin korunmasını güvence altına alan Lahey Konvansiyonu’nda imzası bulunmayan tek ülke olan Britanya'yı Konvansiyon’a imza atmaya çağırdı.[7] İki ay sonra da “durumu uzaktan, endişeyle izledikleri”ni belirtti.[8]
Batı ülkeleri Palmira’nın mahvedilmesini "üzüntü ve kaygı içinde" izlemekle yetinirken, Rusya Devlet Başkanı Vlamidir Putin, bu olayda ülkesinin uluslararası arenada son yıllarda yıpranan imajını tazelemek ve Suriye’deki varlığını meşrulaştırmak adına çok büyük bir fırsat yakaladı ve bu fırsatı çok iyi kullandı. Bu süreçteki en büyük başarılardan biri, hiç kuşkusuz, başında bulunduğu Ermitaj Müzesi'ni Rusya'nın diplomatik zaferi için seferber eden Müze Genel Direktörü Mihail Borisoviç Piotrovski’ye ait.
Piotrovski: Müze Müdürü mü, Diplomat mı?
Leningrad Üniversitesi’nde ve Ermitaj Müzesi’nin sanat tarihi okulunda yetişmiş; Kafkasya, Orta Asya ve Yemen’de çeşitli kazılarda bulunmuş bir arkeolog olan Piotrovski, Ermitaj Müzesi’ndeki görevini 1990 yılında, 25 yıldır bu makamda bulunmuş olan babasından devralıyor. Baba-oğul Piotrovski’ler Rusya’da o kadar büyük itibara sahipler ki, Astronomi Birliği bir gezegene onların ismini veriyor. Piotrovski, müzeciliğinden çok olağanüstü diplomatik becerileriyle dikkat çekiyor. Örneğin Putin’in en yakınında tuttuğu simalardan biri olduğu halde, ABD tarafından 2009’da Woodrow Wilson Ödülü’ne, 2011’de de Belçika tarafından Kraliyet Nişanı’na layık görülüyor.[9] Bunda, Thomas Krens ve Zaha Hadid gibi küresel şöhretlerle kurduğu işbirliklerinin yanı sıra Ermitaj’ı “güçlü bir şirket” olarak tanımlamasının da payı olsa gerek. Sanatçılar, Rusya’nın Ukrayna ve Kırım politikalarına tepki olarak Manifesta’nın Rusya ayağını boykot ettiklerinde, bu hareketin “Rusya’yı modern kültürel trendlerden koparmak isteyenlerin ekmeğine yağ süreceğini” belirtiyor;[10] 2015’in Mayıs ayında New York Times’a verdiği demeçte daha da ileri gidip “Batı’yla olan ilişkileri yumuşatmak” istediğini beyan ediyor.[11]
Mihail Borisoviç Piotrovski
Batı’yla kurduğu sıcak ilişkilere rağmen, Rus devlet geleneğinden gelen bir yurtsever olan Piotrovski, bazı millî hassasiyetleri gözetmeyi de ihmal etmiyor. Moskova ve St. Petersburg'da gerçekleştirilmesi planlanan Madonna konserine “küfür içereceği” kaygısıyla muhalefet etmesi,[12] ya da bir Rus avangardı sergisine yapılan saldırıyı “Ortodoks Kilisesi’nin müzelerle kurmaya çalıştığı ılımlı ilişkiye yönelik bir sabotaj” olarak tanımlaması[13] bu bakımdan kayda değer. Kısacası, Piotrovski, kültür-siyaset ilişkisini ustalıkla kullanan ve gerek iç, gerek dış politika alanında güç dengelerini yönetmeyi iyi bilen bir aktör. Bu yeteneklerini, asıl, Putin’in Palmira’da attığı stratejik adımlar sırasında gözlemliyoruz.
Rusya’nın Palmira’ya Girişi: Çokkatmanlı Diplomatik Bir Zafer
25 Mart 2016’da, tam da Putin Obama’nın Suriye’deki liderliğini öven açıklamalar yapıp Suriye’deki krizi bitirmek için ABD’yle işbirliğine sıcak baktığını ifade ederken,[14] Rus Hava Kuvvetleri Palmira’yı geri alması için aniden Suriye ordusuna destek vermeye başladı. Her geçen gün ilerleme kaydeden ortak harekât 29 Mart’ta sonuca ulaştı ve Suriye Palmira’yı IŞİD’in elinden geri aldı.[15]
27 Mart’ta, harekât henüz sürerken The Independent’ta çıkan bir makale, Britanya Başbakanı David Cameron’ın Palmira’daki duruma neden sessiz kaldığını sorguluyor ve Batı’nın ikiyüzlülüğünden dem vuruyordu.[16] Bunu başka Batı ülkelerinde çıkan benzer görüşteki yazılar izledi. Hemen hepsinde, Palmira’nın kurtarılması, Batı’nın etkisiz görünmesine yol açtığı için Putin açısından büyük bir diplomatik zafer olarak değerlendiriliyordu.
Piotrovski, 2016’nın Nisan ayında Putin’i ziyaret ederek kendisine Suriye’de hasar gören mabetlerin restorasyonu konusundaki eylem planını sundu. Bu görüşmenin ardından, devletinin ve UNESCO’nun odaklanması gereken öncelikleri konuştuklarını, uluslararası bir hareket başlatacaklarını ve Putin’in bu konularda “ilgili alanın profesyonellerini görevlendirdiğini” açıkladı.[17] Piotrovski Palmira’nın restorasyonu için müzesini seferber ediyordu.[18] Hemen ardından Rusya, Palmira’nın restorasyonu konusunda UNESCO’yla anlaşmayı başardı ve büyük bir itibar kazandı.[19]
Rusya’nın Palmira’daki girişimleri bununla da sınırlı kalmadı. Önce antik kentin mayınlardan temizlenmesi için bölgeye mühendislerini gönderdi.[20] Ardından belki de tüm süreçteki en hayati halkla ilişkiler hamlesini gerçekleştirdi: Mayıs ayında Palmira antik tiyatrosunda Valery Gergiev şefliğinde görkemli bir klasik müzik konseri düzenledi. St Petersburg’dan Mariinski Orkestrası, Rus askerlerine, gazetecilere ve Suriyeli katılımcılara Bach, Prokofiev ve Shchedrin’den parçalar seslendirdi. Putin, Rusya devlet televizyonundan yayınlanan konsere canlı olarak bağlanarak zaferde emeği geçenlere teşekkür etti.[21] Konser Batı’da öyle büyük bir infial yarattı ki, Britanya Dışişleri Bakanı Philip Hammond, etkinliği “milyonlarca Suriyeli acı çekmeye devam ederken yapılan zevksiz bir dikkat dağıtma girişimi” olarak nitelendirdi.[22] Oysa Palmira’nın eşsiz Kemer Anıtı havaya uçurulurken kılını kıpırdatmayan Britanya, Nisan 2016’da kemerin bir benzerini Londra’da Trafalgar Meydanı’na dikmişti. Sonra da bu “sözde-anıtı” Dubai ve New York’ta turneye çıkardı. Bundan daha zevksiz ne olabilir?[23]
Putin, Palmira tiyatrosundaki konserde canlı bağlantıda
Londra’daki sahte kemer anıtı. Fotoğraf: Reuters adına Stefan Wermuth
Almanya’nın Değişen Tavrı
Palmira IŞİD’in elindeyken diğer Batı ülkeleri gibi pasif bir duruş sergileyen Almanya, Rusya’nın hamlesinin ardından daha aktif bir politika izleyerek bir anlamda diplomatik safını değiştirdi. Berlin İslam Sanatları Müzesi Direktörü Dr. Stefan Weber’in IŞİD işgali tazeyken yaptığı açıklamalar, ABD ve Britanya'nın duruşuna benzer bir tutum ortaya koyuyordu: Weber, sakinliği korumak gerektiğinin altını çizerek, Palmira'daki kalıntıların akıbetinin o aşamada bilinemeyeceğini, IŞİD’in hamlelerinin beklenmesi gerektiğini söylemişti.[24] 2015’in Kasım ayında yaptığı açıklamalarda ise Palmira’daki verilerin 3D teknolojileriyle kurtarılabileceğine değinmişti.[25] Ancak bu kayıtsızlık, 2016’nın Mart ayında değişti. Weber, Berlin’de yaşayan Suriyeli mültecileri müzesinde eğitime alıyor ve onları Arapça bilen rehberler olarak görevlendiriyordu. Weber rehberlerin bu proje sayesinde kendi kültürleriyle ve geldikleri topraklarla gurur duymaya başladıklarını açıklıyordu.[26]
Stefan Weber, Suriyeli mültecilerle müzede
2016’nın Haziran ayında, Rusya’nın Palmira zaferinin ve UNESCO’yla işbirliğinin ilan edilmesinin ardından, Almanya Rus etkisine karşı tavır aldı. Prusya Kültürel Miras Vakfı Başkanı Hermann Parzinger, Palmira’daki restorasyonda yalnızca Suriye ve UNESCO’nun yetkili olması gerektiğini açıkladı. Böylece Rusya’nın kullandığı inisiyatifden duyduğu rahatsızlığı ifade etti.[27] Ama hemen ardından gerçekleşen St. Petersburg Forumu’nda Rusya, Almanya’yla işbirliği içinde Palmira’yı restore edeceklerini ilan etti.[28] 2-4 Haziran 2016’da UNESCO yöneticisi Irina Bokova, Suriye’deki kültürel mirasın korunması konusunda Alman Devlet Bakanı Maria Böhmer’le birlikte uluslararası bir uzmanlar toplantısı düzenledi. Bu toplantının organizatörleri arasında Prusya Kültürel Miras Vakfı da bulunuyordu.[29] Sonuçta, Rusya başrolü alana dek Palmira konusunda pasif bir tutum sergileyen Almanya, Rusya'nın ön plana çıkmasıyla birlikte, diğer Batı ülkelerinden farklı bir manevrayla Palmira'nın kurtuluşuna dahil olmayı başarıyordu.
Son Gelişmeler
Palmira’nın dünya kültürel mirası alanındaki önemi ve görünürlüğü, onu Suriye’de egemenliğin en önemli sembollerinden biri haline getirdi. Bu nedenle de IŞİD’in güç gösterisi yapmak için seçtiği başlıca hedef oldu. IŞİD’in yaptığı yıkım karşısında pasif bir tutum sergileyen ABD ve Avrupa ülkeleri, ‘sahne’yi Rusya’ya kaptırdı ve büyük bir diplomatik yenilgi alarak Rusya’nın dünya gündeminde imaj tazelemesine olanak verdi. Rusya’nın mayın temizliği, Gergiev konseri ve UNESCO ile el ele verip öncü rolünü üstlenmesi, bölgedeki iktidarını pekiştirmesini sağladı. Öte yandan IŞİD ve başka militan gruplar tarafından yağmalanıp Suriye’den kaçırılan ve Batı’da karaborsada satılan eserlerin bazıları müzeler tarafından kurtarılıp muhafaza edilse de, söz konusu ülkelerin hiçbiri bu konuda yeterince caydırıcı önlem almadı.
Rusya’nın zaferindeki en önemli paylardan biri kuşkusuz Ermitaj Müzesi Direktörü Mihail Piotrovski’ye aitti. Piotrovski, müze yöneticisi kimliğiyle büyük bir diplomasi başarısı sergiledi. Putin’i Palmira’da aktif davranmaya ikna ederek Ermitaj gibi köklü bir müzeyi Rusya'nın Suriye’deki askerî stratejilerine eklemledi.
Bu satırların yazıldığı günlerde IŞİD Palmira’yı yeniden ele geçirdi; ilk eylemi de ne yazık ki kentte ayakta kalan son görkemli yapı olan ve Rusya’nın zafer kutlaması sayılabilecek Gergiev konserinin gerçekleştiği amfitiyatronun tetrapylon strüktürünü yıkmak oldu.[30] Bu durumda Rusya’nın nasıl bir tutum sergileyeceği, Batı ülkelerinin neler yapacağı henüz açık değil. Ancak Palmira’nın, artık mimari bir sembolden ziyade, etkisi Mezopotamya'dan çok ötelere taşan siyasi bir sembol olduğu muhakkak.