Kültür Savaşları ve Diplomasi: Arap Ülkeleri Örneğinde Yabancı Kültür-Sanat Fonları

El-Hivâr (1962-1967), sonradan CIA tarafından fonlandığı ifşa edilen Congress for Cultural Freedom'ın (Kültürel Özgürlük Kongresi, CCF) mali desteği ve yönlendirmesiyle Beyrut’ta kurulan bir edebiyat dergisi. Yayınlandığı dönemde hem Arap hem de Batı coğrafyasından birçok modern/avangard yazar ve şairin eserlerine yer veriyor. İlk yayınlanmaya başladığında, sömürgeci devletlerin kurumlarından destek kabul edilmesi konusunda Arap aydınları arasında ayrışmalara vesile oluyor. 1967 Arap-İsrail Savaşı'ndan hemen önce, 1966 yılında, New York Times'da yayınlanan bir yazıda dergiyi finanse eden CCF'nin CIA bağlantısı ifşa edilince, tartışma büsbütün şiddetleniyor. Hanan Toukan, aşağıda kısaltarak çevirdiğimiz metninde, Arap kültür dünyasında 1960’larda El-Hivâr dergisiyle hararetlenen ve günümüzde de devam eden bu fon tartışmasını ele alıyor. Yazının tamamı: Cultural Wars and the Politics of Diplomacy [EG]

 

 

Bugün Iraklı sanatçıların yabancı bir kurumun düzenlediği bir sergiye katılmaları, o kurumun sergiyi hazırlarken bağlı kaldığı mantığı örtük olarak kabul ettikleri anlamına gelir. Yabancıların düzenlediği bir sergiye katılmak, kendi içinde başlı başına reddedilecek bir şey değil; reddedilmesi gereken, böyle bir kurumun ev sahipliğiyle düzenlenen bir sergide güdülen, sanatçıları ve yeteneklerini destekleyip göz önüne çıkarma amacı ötesindeki pozitif olmayan hedefler. Mesela geçen yıl Hindistan’da düzenlenen uluslararası sergiye de birçok Iraklı sanatçı katıldı, keza Hindistan hükümeti yalnızca Iraklı sanatçılara ayrılmış bir sergi düzenlemeyi tasarlıyor. Peki, British Council gibi bir sömürge kurumunun Iraklı sanatçıların sergisine ev sahipliği etmesi ne anlama geliyor? — Şakir Hasan es-Said, 1953

 

Et-temvîlü'l-ecnebî: Yabancı Fonlar

Napoleon’un 18. yüzyıl sonunda Mısır’ı işgalinden beri Arap aydınları, Batı üstünlüğüne karşı Arap “geri kalmışlığı” teması etrafında dönen hararetli tartışmalar yürüttüler. Kasım Emîn’in kadınları “özgürleştirme” çağrısından Tâhâ Hüseyin’in Mısır’ın uygarlık güzergâhını Batı’nınkine dahil etmesine, Abdurrahman Kevâkibî’nin despotizm eleştirilerine kadar, modernlik arayışı hem edebiyat ve şiir tartışmalarına –ve dolayısıyla görsel sanatlara– yansıdı, hem de bu tartışmalarda kendine bereketli bir zemin buldu. Timothy Mitchell’ın belirttiği gibi, “Modern söylem, ancak modern ile modern olmayan, Batı ile Batı olmayan arasındaki ayrımın sahnelenmesiyle ortaya çıkar”. Bu tür ayrımlar, aynı zamanda toplumun “geri kalmış ve kapalı” halden “açık ve özgür” hale evrilmesine ilişkin söylemin tarihsel dayanağını da pekiştirir.

 

  

Kasım Emîn, 1863-1908. Tâhâ Hüseyin, 1889-1973. Abdurrahman Kevâkibî, 1854-1902.

 

AB fonlarıyla çıkarılan ve Akdeniz kültürüne odaklanan Babelmed adlı çevrimiçi dergide, 2007 senesinde Lübnanlı eleştirmen, şair ve gazeteci Yusuf Bazzî’nin bir yazısı yayınlandı. Bazzî yazıda, 1960’larda Arapça yayınlanan ünlü El-Hivâr dergisinin hikâyesine değinerek,[1] çağdaş sanat üretiminde küresel kültür fonlarını eleştiren yerli yazarlara çatıyordu. Katı ve mantıksız bir Batı-karşıtlığı atfettiği bu kişileri alaya alıyor ve aklıselimden uzak, aşırı milliyetçi diye kodladığı 1960’ların eleştirmenleriyle aralarında bağ kuruyordu. Ona göre, Arap izleyicilerinin kültürel üretimde yabancı fonlara yönelik bakışı, bu tür fonlardan yararlanmayı “en iyi durumda ‘şaibeli’ diye niteleyen, en kötü durumda ise bir ‘ihanet’ veya ‘komplo’ olarak gören, Arap milletine yönelik emperyalist saldırıya veya ‘Siyonist-sömürgeci projeye’ çanak tutmak olarak tanımlayan” bir bakıştı. Bazzî şöyle devam ediyordu: “İtham listesi, son 60 yıl boyunca Arap siyasi lugatında yer etmiş tüm klişeleri kapsar”. Bazzî esasen, kendisine göre Arap milliyetçiliğinin ürünü olan ve milliyetçiliğin 1970’lerden itibaren gerilemiş olmasına rağmen etkisini sürdüren baskıcı kültür pratiklerini ve söylemlerini eleştirmekteydi. Yazının sonunda, Lübnan sanat sektörünün –bilhassa da çağdaş görsel sanatların– Lübnan iç savaşının sona ermesinden beri ABD’li ve Avrupalı hamilerin kanatları altında olağanüstü bir gelişme kaydettiğini vurguluyor ve yerel izleyicileri, uluslararası fon verenlere karşı içlerinde yer etmiş düşmanca duygulardan kurtulmaya çağırıyordu. Yani, Mitchell’ın modern söylemin oluşumuyla ilgili altını çizdiği Batı/Batı olmayan, modern/modern olmayan ayrımını kullanıyordu.

“Et-temvîlü'l-ecnebî” (yabancı fon), Filistin, Lübnan ve Ürdün’de kültür üreticileri, fon verenler ve aktivistlerle ilgili çağdaş kamusal söylemde en çok zikredilen tabirdir. Bu ifade, 1990’larda ve 2000’lerin başında büyük ölçüde sivil toplum örgütlerinde çalışanlar tarafından ortaya atılıp tartışılan bir dizi meseleye göndermede bulunur. Tartışmanın düğüm noktası, başta Batılılar olmak üzere yabancı –hükümet veya hükümet dışı– kurumlardan fon kabul etmenin faydaları ve sakıncalarıdır.

Aslında “et-temvîlü'l-ecnebî” tabiri Arapça bir gösteren olarak başlı başına emperyal ve neoliberal bir tarihin parçası; halbuki İngilizce çevirisi [foreign funding] böyle bir anlamla yüklü değil. Nicola Pratt’ın ifadesiyle, “Yabancı fon tartışması, hükümet dışı örgütlerin mali meseleleriyle ilgili bir tartışma değil, fonları kimin verdiği (yani ‘Batılı’ kurumlar) üzerine bir tartışma”. Tartışmanın odağında, Arapçada “acinda garbiye” veya “ecnebiye” [Batılı veya yabancı ajandalar] olarak ifade edilen mevzu yer alıyor; yani mesele, yerel bir kişi veya kuruma ne kadar fon verildiği değil, bu parayla ne yapıldığı, özellikle de bu iktidar ilişkisinin, üretimi ne ölçüde etkilediği. Bu koşullar, fon sağlayıcı tarafın çıkarlarını, fonu alan tarafın çıkarlarından önde tutar. Bu anlamda, yabancı –veya Batı menşeli (iki terim kamusal tartışmalarda birbiri yerine geçecek şekilde kullanılır)– kültür fonlarına dair tartışma, uluslararası fonların yerel kurumlar üzerindeki etkisiyle ilgili nesnel verilere dayanan ampirik bir tartışma değildir; Arap dünyası ile Batı arasındaki tarihsel ilişkiyi yansıtır. Batı’yla olan bu ilişkiye de, iki asırlık kolonyal karşılaşmanın yan ürünü olan temsil ve kimlik kavramları alanında işleyen bir söylem damgasını vurur.

 

Mayıs 2020’de kurulan Lübnan Dayanışma Fonu desteğiyle, Beyrut yakınlarındaki Hamana Sanatçı Evi’nde düzenlenen bir etkinlik, Ağustos 2021. Lübnan Dayanışma Fonu’nun yabancı bağışçıları: Açık Toplum Vakıfları, Alman Dışişleri Bakanlığı, Ford Vakfı, DOEN Vakfı, Drosos Vakfı, İsviçre İşbirliği Ofisi (Lübnan), Andrew W. Mellon Vakfı, British Council Kültürel Koruma Fonu, Avrupa Kültür Vakfı, Prince Claus Fonu. Fotoğraf: www.opensocietyfoundations.org Lübnan Dayanışma Fonu: www.arabculturefund.org

 

Fon veren ile fon alan arasındaki bu eşitsiz iktidar ilişkisinin sanat alanında nasıl somutluk kazandığı ziyadesiyle tartışmalıdır: İster sanatçılar olsun isterse sanatı destekleyen ve bölgede yerleşik siyasi çıkarları olan yerel “aracılar” olsun, fon alanlar, kültürel üretimdeki estetik ve biçimsel pratiklerin şekillenmesinde nasıl bir rol oynamaktadırlar? Buna bağlı olarak, bu tür inisiyatifler, toplumsal değişimi hedefleyen eleştirel bir figür olarak sanatçının rolüyle ilgili anlayışımızı nasıl etkilemektedir?

Tüm Arap ülkeleri kolonyalizmden çeşitli bilgi ve teknoloji biçimlerini devraldı. Kolonyalizm resmî olarak sona erdiğinde arkasında Arap dünyasının hâlâ sindirmeye çalıştığı karmaşık bir kültürel ve entelektüel miras bıraktı. Bölgenin geçmişte de bugün de, çeşitli –dinî, seküler, milliyetçi, kürelselci veya kozmopolitan– kimliklerle, hafızalarla, dünya görüşleri ve bunlarla ilişkili anlatılarla boğuşması, kültürel üretim ve temsili, ister yerel ister küresel izleyicileri hedeflesin, kaçınılmaz olarak bir çekişme alanı haline getirir. Buna mukabil, kültürel üretimin bu çekişmeli politikası, Batı menşeli addedilen her türlü kültürel pratikle yaşanan karşılaşmaları da belirler – modernist şiirde olduğu gibi. Dolayısıyla, kültürel üretimin çekişmeli söylemiyle iştigal edenler yalnızca Arap aktörler değildir. Daha geniş çaplı bölgesel ve küresel jeopolitik eğilimleri yansıtan uluslararası aktörler, fon verme faaliyetleriyle, kendi bakış açıları ve söylemleriyle kendilerini hissettirirler ve tıpkı yerel aktörler gibi, girift bir hizip, sınıf ve jeopolitika kesişimi üzerinden, dolaylı ve dolaysız olarak güçlerini ortaya koyarlar.

 

Hazem Berrabah’ın, AFAC desteğiyle çektiği Mecnun adlı kısa deneysel filmden, 2010 (Tunus). Projects/6020. 2007’de kurulan AFAC’ın (Arap Kültür ve Sanat Fonu) yabancı bağışçıları: Açık Toplum Vakıfları, Ford Vakfı, Drosos Vakfı, DOEN Vakfı, Almanya Dışişleri Bakanlığı, Norveç Dışişleri Bakanlığı, İsviçre İşbirliği Ofisi (Tunus), Andrew W. Mellon Vakfı, Prince Claus Fonu. www.arabculturefund.org/Donors

 

Kültürel Diplomasi mi, Kültürel İlişkiler mi?

2013 baharında, Amman’daki önemli ve köklü bir Avrupa kültürel fonlama kurumunun yöneticisiyle buluştum. Yöneticinin evinin, ofisinin ve müdavimi olduğu kafenin hep aynı bölgede bulunduğu dikkatimden kaçmamıştı: Amman’ın en eski ve son yıllarda en yoğun mutenalaşma yaşamış mahallelerinden biri olan, bizim de o gün buluştuğumuz Cebel Lübeyvde mahallesinde. Kendisine, kültürel diplomasinin yerel sonuçları ve bunların sanatsal pratiklerle söylemleri nasıl şekillendirdiği üzerine araştırma yaptığımı anlatıyordum ki, ortak tanıdığımız bir aktivist sanatçıyla rastlaştık. Amman’ın hızla mutenalaşan şehir merkezinde bulunan ünlü bir yerel sanat kolektifiyle birlikte yaptığı son işi üzerine sohbet ettik. Sanatçı yanımızdan ayrılmadan önce, projesine verdiği mali destek ve üretim aşamasında gösterdiği ilgi nedeniyle yöneticiye defalarca teşekkür etti. Bu kısa karşılaşmada, hatta buluşmamızın tamamında gördüğüm kadarıyla, yöneticinin bulunduğu ortamdaki herkesle –teklifsizce selamlaştığı sanatçılardan, kahvesini getiren baristaya, hatta çıkarken selamlaştığı seyyar sebzeci ile çocuklarına kadar herkesle– arası iyiydi. Ortak tanıdığımız sanatçı yanımızdan ayrılır ayrılmaz, aklımdan geçeni okumuşçasına, “kültürel diplomasi” tabirinden rahatsız olduğunu söyledi. Kendisinin ve çalıştığı kurumun Amman’da ve genel olarak bölgede yaptığı işi, yukardan aşağı diplomasi olarak değil de, “kültürel ilişkiler” olarak, daha doğrusu kültürel alışveriş olarak tanımladığını açıkladı. Vakfının faaliyetlerini tarif etmek için neden “kültürel diplomasi” kavramını seçtiğimi merak ettiğini söyledi. Ona göre bu kavram, vakfının birlikte çalıştığı insanlara karşı bir mesafeyi işaret ediyordu; oysa “ilişkiler”, bir projenin ortaklaşa sahiplenilmesinde olduğu gibi, kolektif bir anlam içeriyordu. Bunu ilk kez duymuyordum: Avrupa veya ABD merkezli fon sağlayıcıların, kültürel diplomasi gibi tepeden yürütülen ve hayli geride kaldığı varsayılan bir süreçtense, iki taraflı bir kültürel alışverişle iştigal ettiklerini ısrarla vurgulamalarına bir örnekti yalnızca.

 

 

Sol: Kültürel Özgürlük Kongresi’nin fonlarıyla 1962’de Beyrut’ta kurulan El-Hivâr dergisinin kapağı, Aralık 1964. Sağ: Kültürel Özgürlük Kongresi’nin 1955’te Hindistan’da kurduğu Quest dergisinin kapağı, Ekim-Aralık 1970.

 

Bu fon sağlayıcılara göre, kültürel diplomasi, gizli işleri ve casusluk faaliyetlerini temsil eden Soğuk Savaş ideolojisi tarihindeki bir mekâna ve zamana dönmek demek. Böyle bir paralelliğin, bugün kendi yaptıkları işi fena halde yanlış temsil ettiği kanısındalar. Acaba ben, fon kurumlarının temsilcileriyle, mahalle kafeleri yerine hep klimalı şık ofislerinde buluştuğumdan, bölge halkıyla aralarındaki yakın ilişkilere tanıklık edememiş olabilir miydim? Yöneticinin söyledikleri, beni iki kavram arasındaki farkı düşünmeye sevk etti: bir yanda kültürel etkileşim/ilişki (yani kendisinin o gün “yaptığına” tanık olduğum şey), diğer yanda kültürel diplomasi ve bu ikisinin yerel örgütlerle, aktivistlerle, sanatçı ve blog yazarlarıyla etkileşim kurma biçimleri.

Daha önce değindiğim gibi, 1967 savaşının hemen öncesinde New York Times gazetesi El-Hivâr dergisinin finansmanının perde arkasında CIA’in bulunduğunu açıkladığında, Arap coğrafyasının kolektif kültürel hafızasında silinmez izler bırakan bir yaygara koptu. Dergi editörlerini ve yazarlarını ABD hükümetinin çıkarlarıyla aynı alana sokan bu kültürel karşılaşmanın, dünyanın farklı yerlerinden yazar ve sanatçılar arasındaki dolaysız ilişkiler sonucunda organik biçimde ortaya çıkmış olmaktan ziyade, bizzat devlet tarafından ve ideolojik amaçlar doğrultusunda yönetilip yönlendirildiği fikri gelişti. “Et-temvîlü'l-ecnebî” (yabancı fon) adlandırması, yabancı fonlarla desteklenen ve ulus-aşırı ağlar üzerinden işleyen sanat projelerinin durmadan arttığı bir bağlamda, toplumun fon sağlayıcı ile fon alan arasındaki ilişkiye yönelik değişen algısı konusunda ne ifade edebilir? Daha net ifade edersek, “kültürel ilişkiler” ile “kültürel diplomasi” terimlerinin bulanıklaştırılmasından kimler fayda sağlıyor ve bu terimlerin bulanıklaştırılmış olması neden ve kimler için önemli?

En temel düzeyde, kültürel ilişkiler “hükümet müdahalesi olmadan –ticaret ve turizm hareketleri, öğrenci akışları, iletişim, kitapların dolaşımı, göç, medyaya erişim, karışık evlilikler gibi süreçlerle, yani kültürler arasında her gün cereyan eden milyonlarca karşılaşmayla– doğal ve organik biçimde gelişen” etkileşimler olarak anlaşılabilir. Kültürel diplomasi ise, “ulusal çıkarlara hizmet eden resmî diplomatların, bu doğal akışı ulusal çıkarlar doğrultusunda yönlendirmesiyle ortaya çıkan” süreçtir. Ancak 11 Eylül sonrası dönemde, kültürel diplomasinin de bir parçası olduğu kamu diplomasisine ilişkin tanımlarda, mutabakat ve karşılıklı anlayışa dayalı bir dış politika vurgusu ağırlık kazandı; “yakın ilişki”, “ilişki geliştirme”, “iki yönlü iletişim” gibi tabirlerde yansımasını bulan bir eğilimdi bu. Dolayısıyla, 11 Eylül sonrası kamu diplomasisi, hükümet dışı kuruluşların gerek iç gerek uluslararası politika alanına nüfuzunun gittikçe daha da arttığı bir ortamda şekillenmektedir.

 

Michel Balagué’nin, AFAC Belgesel Programı fonuyla çektiği Gözyaşlarım Bağdat’tan Geliyor adlı filmden.

 

Diplomasinin bakış açısında ve işlevlerinde yaşandığı düşünülen bu değişimler, tüm bölünmeleri aşan açık diyalog alanları kurduğu öne sürülen küresel bir ağın yapısal takviyesiyle pekiştiriliyor. Bu değişim algısı, “küresel”i tekil bir alan olarak kurguluyor: Bu kurguya göre, insanlar, fikirler, sermaye, devletin ve devlet dışı yapıların aktörleri, kurumlar ve şehirler arasında kesintisizce ve serbestçe kurulan bağlantılar, bu “küresel” alan üzerinden, bir dizi projede, etkinlikte, toplumsal etkileşimde ve kültürel alışverişte iç içe geçiyor. Gelgelelim, tepeden kültürel diplomasi yerine kültürel ilişkileri somutlaştırma iddiasındaki bu hükümet dışı diplomasi, akademi ve siyaset çevrelerinde egemen olan uluslararası ilişkiler yaklaşımlarında üstü örtülen iktidar dinamiklerini olduğu gibi koruyor.

Beyrut’taki Goethe Enstitüsü’nün eski yöneticisi, Almanya ve AB’nin bölgeyi demokratikleştirme girişimlerinde kültürel fonlamanın yerine getirdiği siyasi işlevi şöyle açıklıyordu:

 

Kültürü demokratikleşmeden ayıramazsınız. 1960’larda ve 1970’lerde dış kültür politikasının toplumsal bir ajandası yoktu, daha çok insanları eğlendirmekle ilgiliydi. Ama bu yaklaşım bugün tamamen sona erdi. Artık stratejik hedeflerimiz var. Açık ve demokratik toplumlar görmek istiyoruz. Hâkim eğilimleri aşan, yenilikçi işlere odaklanıyoruz – dabke [halk oyunları] değil mesela. Bu da, özellikle toplumun daha geleneksel kesimlerinde rahatsızlık yaratıyor. Kültür çoğulcu toplumlara katkıda bulunur, hepimiz burada bunu başarmaya çalışıyoruz.

 

Hisham Jaber’in, AFAC desteğiyle sahnelenen “İzleyicisiz Bir Oyun” adlı deneysel oyunundan, 2007 (Lübnan). Projects/5344

 

Sima Ajlyakin, “Bununla Yaşayacaksın”, Arap Belgesel Fotoğraf Programı desteğiyle, AFAC, 2017 (Suriye). Projects/5774

 

 


[1] El-Hivâr dergisi ve Arap aydınları arasında yarattığı tartışma hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Elizabeth M. Holt, “Bread or Freedom: The Congress for Cultural Freedom, the CIA, and the Arabic Literary Journal Hiwãr (1962-67)” – ç.n.

sanat-politika, sanatın özerkliği, kolonyalizm