Kelimelerin Doğuşu

 

Biz eski kuşak sinematograflar, çok ender bir olay yaşadık: bir sanat formunun doğumuna ve ölümüne tanıklık ettik. Eski sanatın yanında kendine bir yer talep eden, hatta bazen onu yerinden etmeye çalışan yeni bir sanat biçimi olarak yaratıcı sinemanın ortaya çıkışını gördük. Sonra da tümden yok oluşunu. Sessiz sinemadan söz ediyorum. 

Sessiz sinema yavaş yavaş kendi dilini geliştirdi. Önce, eksik olan kelimelerin yeri abartılı mimiklerle dolduruldu. Sonra yavaş yavaş –bu süreç Rus sinemasında çok kendine has biçimde gelişti– kelimelerin yeri mimiklerle değil oyunculukla doldurulmaya başladı. Seyircinin adeta metni kurguladığı durumlar yaratıldı. Altyazılar konuşmanın yerini tutmuyordu; kısa, veciz cümlelerdi bunlar ve film yapımcısı ile karakterlerin paylaştığı replikler olarak tarif edilebilecek şeyi oluşturuyorlardı. 

Oyuncuları konuşmasız bırakan sessiz sinema, incelikli yüz ve beden ifadelerinin önemini artırıyordu – mimiklerin değil, bir bütün olarak figürün; hareketin anlamını ifade eden bir bütünlük olarak oyuncunun davranışlarının. 

Kelime hareketin yerini tutmaz; kelimenin kendine ait daha karmaşık bir görevi vardır: hareketin anlamını derinleştirir ve değiştirir. Antik tragedyalardaki elçilerin konuşmaları, görünmeden kalan hareketleri iletirdi; göstermeksizin yorum yaparlardı. 

1925-1930 civarında sessiz sinema dünya çapında başarıya ulaştı ve grafik dil denebilecek bir olguda dünyayı birleştirdi. Tüm dünya, farklı ülkelerdeki insanların nasıl yaşadığını, nasıl davrandığını, nasıl sevdiğini, nasıl aldattığını, nasıl kıskançlık çektiğini öğreniyordu. 

Sessiz sinema karmaşık fikirleri ses olmadan, kelimeler olmadan ifade etmek zorundaydı. Film montajı teknik bir araç olarak doğdu: Başta yakın plan ile uzak planı birleştirmekle yetinmesi gerekiyordu; kamera merceğinin kendine has özellikleri karşısında verilen bir tavizdi bu. Fakat sonra, montaj bir ifade aracı olarak yeniden yorumlandı. Bütün yerine parçayı göstererek, can alıcı ayrıntıları öne çıkararak, montajı da içeren kendine özgü bir dil geliştirdi sinema. Dilde bir nesneyi bütün olarak tarif etmek için onun bir özelliğine işaret ederiz. Filmde yönetmen bir eli, bir çift gözü veya karakterin kullandığı bir nesneyi göstererek bütüne ilişkin bir izlenim oluşturuyordu. Böylece film yapımcısı seyirciye görmeyi, mukayese etmeyi ve anlamayı öğretiyordu. 

Teknolojinin insafı yoktur; teknik ilerlemelerin geri dönüşü yok gibidir. Neden “gibidir” dediğimi daha sonra açıklayacağım. 

Filmin sessizliği, sesli anlatımla maskeleniyordu. Bu sesler perdenin yakınlarında dolanıyor, kâh doğaçlama kâh tekrardan oluşuyordu. Piyanodan çıkan sesler, seyircinin bilincine pek ulaşmıyordu, ama gerekliydiler. 

Büyük besteci Şostakoviç, delikanlılığında, Leningrad’da Nevski Bulvarı üstündeki “Işıklı Makara” sinema salonunda piyanist olarak çalışmıştı. İyi para kazanıyordu. Dahası bu iş, genç dehaya serbestçe doğaçlama yapma imkânı veriyordu. Sonraları film müziği yazmaktan büyük keyif aldı. 

Muhtemelen kimse hatırlamıyordur ama, bir gün Şostakoviç çalarken bu salonda yangın çıktığını biliyorum. Perdenin altında alev belirmiş, müzisyen de bunu görmüştü. Çalmayı bıraksa seyirciler paniğe kapılacaktı. O günlerde sinema salonlarında sık sık yangın çıkardı. Şostakoviç çalmaya devam etmiş, yangın da sessiz sedasız söndürülmüştü. Parterden yükselen duman, sinema salonlarında hep olduğu gibi projektörden perdeye uzanan mavi ışık huzmesinde titreşen gölgelere karışmıştı. Fakat benim söz etmek istediğim bu değil; ben sadece sinemadaki makinist ile sinema müzisyeninin sessiz kahramanlığına değinmek istedim. Yaptığı işe kendini adayan bir kabilenin üyesiydiler. 

Sonra ses geldi. 1927 civarında oldu bu. Amerika’dan geldi ses. Film makarasına sesin kaydedilebildiği görülmüştü. Yeni elektronik dünya, sibernetiğe ve atoma hükmetmeye doğru giden dünya, bu yol üstünde konuşmaya ve sese hâkim oldu; benzerlik yaratma sanatında ustalaştı. 

Sinemada kelimenin ilk ortaya çıkışı epey acınası görünüyordu. Başta sesin perde üstünde arz-ı endam etmek için özel bir sebebe ihtiyacı var gibiydi. Onun için şarkıcıları konu alan bir sürü film yapıldı. Birini hatırlıyorum: Sinagogda şarkı söylemekle başlayıp opera şarkıcısı olan bir çocuk hakkındaydı; babası üzüntüden mahvolup ölüyor, genç adam da kadiş okumak için baba evine dönüyordu. Film çok içli, sinematografik açıdan son derece niteliksizdi ve büyük başarı elde etmişti.[1]

[...]

Sorularımın sağırlığına, körlüğüme, görme aczime şaşmayın: Bir sessiz sinema senaristinin becerilerini arkamda bırakmak zor geliyordu bana.[2]

Ama sonunda her şeyin farklı geliştiği anlaşıldı. Sessiz sinemanın birçok marifeti konuşan görüntülerde geri geliyordu. Yeni icatlar hiçbir zaman eski becerileri yok etmez, sadece kullanımlarını sınırlandırır. 

Şimdi hep birlikte yine bir dönüm noktasından geçiyoruz. Televizyon, kısıtlı kamera alanına rağmen, daha şimdiden sinemayı, gazeteyi ve kitabı yerinden sarsmaya başladı. Tiyatro sinemaya karşı savaş verdi ve hayatta kaldı. Şimdi sinema televizyonla savaşıyor; muhtemelen o da hayatta kalacak. İnsanın kendini ifade etmesine yarayan bu araçların tümü birarada var olacak – tıpkı resim, grafik sanat ve heykelin birarada var olduğu gibi. 

 

Viktor Şklovski, “The Emergence of the Word” (1963), Viktor Shklovsky: A Reader içinde, ed. ve çev. Alexandra Berlina (New York ve Londra: Bloomsbury) s. 376-379.



[1] Şklovski’nin bahsettiği film muhtemelen Alan Crosland’ın The Jazz Singer (1927) filmi – İng. ç.n. 

[2] Şklovski 1920’lerden itibaren çok sayıda Sovyet filminin senaryosunu yazdı, 1970’lere kadar senaristliği sürdürdü – ç.n. 

sinema, pasajlar