Constantin Meunier, “Hasat (Emek Anıtı)”, 1890-93. Belçikalı ressam ve heykeltıraş Meunier, işçi sınıfı tasvirleriyle tanınan bir sanatçıdır. Bogdanov’un bu yazısında sanatçının hangi heykelinden bahsettiği tespit edilemedi.
Belçikalı sanatçı Constantine Meunier, heykellerinde işçilerin yaşamlarını betimlerdi. Filozof adlı heykelinde, tüm dikkatini önemli bir felsefe sorununun çözümüne vermiş, tefekkür halinde bir işçi temsil edilir. Bu çıplak figürde, görünmez ama muazzam bir direncin üstesinden gelerek tek bir şeye odaklanmış etkin düşüncenin tümleşik ve güçlü bir imgesini buluruz.
Bu heykelin arkasındaki sanatsal fikir nedir? Organizasyonel sorunun şu olduğunu söyleyebiliriz: ağır, fiziksel emeği düşünce emeğiyle, yaratıcı zihinsel çalışmayla nasıl uzlaştırabiliriz?
Baştan aşağıya vakur bir çabanın nüfuz ettiği, görünürdeki her bir kasın çalıştığı –kendini herhangi bir dışsal eylemde açığa vurmaktansa, heykelde betimlenen işçinin hücrelerinde sürdüğü izlenimi veren bir çalışma– Filozof figürüne baktığımız anda, bu sorunun çözümü muazzam bir netlik ve çarpıcılıkla kendini ortaya koyacaktır: “Düşünce, başlı başına fiziksel bir iştir; doğası emeğinkiyle birdir; bu ikisi arasında herhangi bir çelişki yoktur; aralarındaki ayrım yapay ve yüzeyseldir”. Müspet bilimlerin, fizyolojik psikolojinin sonuçları bunu doğrulayacaktır ama sanatsal dışavurumlarında bu fikir çok daha tanıdık ve anlaşılır bir hal alır.
Ama bizim eleştirimiz şu soruyu ortaya atmalıdır: Sanatçı, bu yaratıcı çalışmasında hangi sınıf ya da toplumsal grubun bakış açısını benimsemiştir? Soruyu bu şekilde sorduğumuzda, sanatçının işçileri temsil ettiği, ama bunu bir işçi sınıfı ideoloğu olarak yapmadığı açığa çıkacaktır. Bu heykelde, işçi-düşünür bir birey olarak ele alınmıştır; düşünce uğraşını, milyonlarca insanın fiziksel ve zihinsel uğraşıyla kaynaştıran, onu evrensel emek zincirindeki halkalardan biri yapan bağlar hiçbir şekilde hissedilmez. Olsa olsa, bu bağların belli belirsiz şekilde, kaba taslak tasvir edildiği söylenebilir. Sanatçı, toplumsal pozisyonu itibariyle bir entelektüeldir; emeğinin hem kökeni hem de yöntemleri ve sorunları itibariyle insanlığın kolektif emeğine ne denli bağlı olduğunun farkına bile varmadan, tek başına çalışmaya alışkındır. Bu anlamda, çalışıp çabalayan entelektüellerin bakış açısı, burjuvazininkinden pek farklı değildir; tıpkı onunki gibi bireycidir. İşte, bizim eleştirimiz de, tam bu noktada, sanatçının eksik bıraktığı şeyi tamamlamalıdır.
Geçmişin sanatı konusunda proleter eleştiriye düşen vazifeler de, böylelikle, tüm açıklığıyla kendini ortaya koyuyor. Proleter eleştiri, bu vazifeleri yerine getirerek, işçi sınıfına sanatsal formlarda kristalleşen binlerce yıllık organizasyonel deneyime vâkıf olma ve bu deneyimi başkasının tesiri altında kalmadan dilediğince kullanma fırsatı verecektir.
Sağ: Constantin Meunier, “Demirci”, 1886. Orta: “Tersane İşçisi”, 1893. Sol: “Haşmetli Madenci”, 1900.
Proleter eleştirinden anlaşılan şey genellikle bundan farklıdır. Çoğu zaman, “toplumsal sanat” pozisyonunu savunan ve işçi sınıfının çıkarlarının savunusunda sanatın ajitasyon değerine ilişkin meseleleri ele alan bir eleştiridir bu. Birkaç yıl önce, işçi İvan Kubikov, eski dünyanın güzide edebiyat eserlerini incelemek üzere proleterleri davet etti. Kubikov’un, sanatın eğitsel etkisinden anladığı şuydu: Kuşkusuz, eski edebiyatın içinde “saf altın olduğu gibi, proletaryaya zararlı değersiz madenler de vardır”. Bunlar, “ehlileştirici muhafazakâr kuvvetlerdir” ama bunda korkulacak bir şey yoktur çünkü işçi, değersiz madeni saf altından ayırmasına izin verecek sınıf şuuruna sahiptir. Kubikov şöyle diyordu: “Sanattan edinilen izlenimleri dikkatli bir şekilde gözlemlediğimizde, yalnızca altının etki bıraktığını, değersiz madenlerin işçinin bilincine tesir etmeden akıp gittiğini fark ederiz ... İsyankâr bir işçinin olabilecek en masum sanat eserinden son derece şaşırtıcı bir şekilde devrimci sonuçlar çıkarmayı becerdiğini şahsen gözlemleme fırsatım oldu.” (“Nasha Zaria,” Our Dawn, 1914, No. 3, s. 48-49). Naif ve temelde hatalı bir düşünce biçimi bu.
Masum bir eserden devrimci sonuçlar çıkarmayı “becerebilen” böylesi bir şuurdan medet umulamaz. Çarpıtma çarpıtmadır. Peki, bu neyi ispatlar? Dolaysız duygunun fazlasıyla kuvvetli olduğunu ve nesnellikten yoksun olunduğunu. Düşüncenin duygudan aşağı kaldığını ve onun emrine girdiğini. Evrensel organizasyon sorununu çözmeye yazgılı bir sınıfın bilinci bu mu olmalı?
Constantin Meunier, “Sevilla’da Kabare Ortamı/Café del Burrero”, 1882-1883.
Kubikov, “altın/değersiz maden” ilişkisini örneklemek için Schiller’in Don Carlos oyununu ele alıyor. Ona göre, tiranlık tespiti ve Marquis Posa’nın ateşli söylevleri “altın”; aydınlanmış ve insancıl mutlak monarşi hayalleri ise “değersiz maden”dir. Bu doğru değil. Muğlaklık ve düşünce cılızlığının eşlik ettiği “ateşli sözler”den okuyucu olsa olsa devrimci anlatım biçimini çıkarabilir. Bunun tersine, aydınlanmış monarşi idealinin büründüğü canlı ve son derece sanatsal ifade, proleter eleştirisi perspektifinden bakan, tarih bilincine sahip okuyucu için hiç de değersiz bir maden değildir. Bu ideal, bir zihinsel organizasyon modelidir; geçmiş tarafından üzerinde çalışılmış bu tür modelleri öğrenmek ve anlamak, geleceği organize etmeye çağrılan bir sınıf için vazgeçilmezdir. Sanatçı tarafından betimlenen cesur karakterlerin mücadelesinde, dönemin insanlarının düşünce ve iradesini tanımlayıp belirlemiş olan toplumsal kuvvetlerin mücadelesini seçebilmek ve bu kuvvetlerin, mahiyetleri gereği farklı idealler uyandırdığını görebilmek gerekir. Yeryüzünden silinmiş ya da tarihe karışmak üzere olan sınıfların yanı sıra halihazırda tarih sahnesini işgal eden sınıfların ruhunu sanat üzerinden kavramak, insanlığın tarih boyunca biriktirdiği kültürel ve organizasyonel deneyime hâkim olmanın en iyi yollarından biridir – inşa etmek üzere gelen bir sınıfın en kıymetli mirasıdır bu birikim.
Geçmişin sanatı, proletaryanın duygularını ve mizacını eğitebildiği ölçüde, onu derinleştirip aydınlatmaya, zorlu yolculuğu boyunca insanlığın yaşamının tüm alanlarına vâkıf olmasını sağlamaya hizmet etmeli; ama bir ajitasyon aracına, propaganda aletine dönüşmemeli.
Diyelim ki tiyatroda, deha ürünü bir icranın ardından, proletaryaya eski kültürün büyük bir eserini tanıtan; söz konusu eserin, kolektif emeğin organizasyonel bakış açısından anlam ve değerini izleyicilere açıklayabilen ya da onlara, bu türden bir açıklamayı kısa ve anlaşılır bir programla yapabilen; belki de, bir İşçi gazetesinde ya da dergisinde, büyük bir ustanın şiir ya da romanı hakkında aydınlatıcı bir yazı yazabilen bir eleştirmen... İşte, böyle bir eleştirmen proletaryaya ciddi ve önemli bir hizmette bulunmuş olacaktır.
İşte bu bizim en geniş çalışma alanımız – önemli ve kalıcı eserler ortaya konacak bir alan.
Aleksandr Bogdanov’un 1924’te Labour Monthly’de yayınlanan The Workers’ Artistic Inheritance başlıklı metninden seçilmiş pasajlar. İngilizceye çevirenler: Ted Crawford ve Adam Buick. Constantin Meunier’nin esserleri için bkz. http://www.opac-fabritius.be/fr/F_database.htm