İhlal ve İhtiyat

  

Sağ repliklerini çaldığında Sol ne yapsın? Avusturya Halk Partisi’nin yakınlarda Viyana Secession’un mottosunu kendine mal etmesinden de anlayacağımız üzere ölülere bile rahat yok: “Her döneme kendi sanatı, sanata özgürlüğü”.[1] Bu yalnızca liberal bir şiar şüphesiz ama aynı şey radikal tavırların da başına geldi. İhlalin ehlileştirilip etkisiz hale getirilmesi yeni bir şey değil elbette: bir yandan gösteri olarak geri kazanılıyor (bu, kültür endüstrisindeki en uzun soluklu şov olabilir); öte yandan, kurumlar tarafından massediliyor (Kafka’nın hikâyesindeki leoparlar gibi: tapınağı istila ederler ama sonunda ritüelin bir parçasına dönüştükleriyle kalırlar); veyahut, tekrar edile edile etkisini yitiriyor (daha 1966’da Robert Smithson “israf edilmiş skandallar avangardı” diye bir şeyden bahsedebiliyordu)[2]. Fakat öldürücü darbe çok daha yakınlarda, ve beklenmedik bir şekilde politik alandan geldi: İhlali gasp eden Sağ, bunun sonucunda gerçek anlamda radikal bir kimlik kazandı. Kendini Lenin’in öğrencisi ilan eden Steve Bannon,[3] devleti yapıbozuma uğratma çağrısında bulunduğunda, Trump’ın buna cevabı, görülmemiş bir pervasızlıkla, aslında çoğumuzu koruyan her türlü kanun ve teamülü ayaklar altına alan akıl almaz atamalar yapmak, infial uyandıracak emirler ve tweetler yağdırmak oldu. “Devleti Yıkma” yolundaki Leninist sloganın dirilmesinden elli sene geçtikten sonra, şimdi devlet kendi kendini yıkıyor. Bazı Amerikalıların, kurtuluşu CIA ve FBI’da araması, ABD’nin ne denli tepetaklak olduğunun göstergelerinden biri yalnızca.        

Sol cenahta yer alan sanatçı ve eleştirmenler bu durumda nasıl bir pozisyon almalı? Geçenlerde gösterime giren Kare başlıklı film, içinde bulunduğumuz karmaşa hakkında fikir edinmemize yardımcı olabilir. Yönetmen Ruben Östlund, özellikle iki sahnede, hedefi tam on ikiden vuruyor: Bu sahnelerde, ihlalci kargaşalara düşkün, ama etik meselelerde ihtiyatı elden bırakmaya yanaşmayan, iki tutum arasında sıkışıp kalmış bir sanat dünyası görüyoruz. İlki, şık bir yemek sahnesi. Müzedeki bir açılış sonrası verilen bu yemekte, başkalaşım geçirmekte olan Hulk gibi şişmiş, yarı çıplak bir adam, bir performans sahnelemektedir. Çıldırmış bir şempanze gibi yemek salonunda tepinip duran adamı izleyen kültürlü tayfa, gördükleri karşısında neşelenir, heyecanlanır, hatta biraz da tahrik olur; ama sonuçta oyunun kuralları bellidir – altı üstü bir performanstır bu. Fakat, çok geçmeden işler kontrolden çıkar. Maymunumsu adam sanatçıyla alay eder; ona meydan okur ve sonunda apar topar salondan kaçıp gitmesine sebep olur. Küratör, performansın sona erdiğini duyurur ama nafile; hayvan gibi homurtular çıkarmakta olan adam bildiğini okumaya devam eder; diğer davetlilere sataşır, sonra da genç bir kadına tecavüz etmeye yeltenir. Zıvanadan çıkmış bu saldırganlık gösterisinin alaşağı ettiği tek şey, kültür dünyasında geçerli görgü kuralları değildir. Bir anlığına da olsa canavar, egemenliği ele geçirir. Film başkanlık seçimlerinden önce çekilmiş olsa da, bu sahneyi, Trump’ın ihlalci yönetiminin alegorisi olarak yorumlamak mümkün. Peki, nasıl karşılık vermeli? Yüksek kasta mensup davetliler ne yapacaklarını bilemez gibidirler – ta ki, kendileri de karşılarındaki canavar gibi çılgına dönen smokinli adamlar bu ilksel figüre karşı ayaklanana dek.[4]        

 

 

İkincisi, bir basın konferansı sahnesi. Kadın küratör, sanatçıyla söyleşi yapmaktadır. Sohbet, seyircilerden birinin, çoğunlukla kadına yönelik sözlü sataşmalarıyla kesintiye uğrar. Taciz sürdükçe, seyirciler arasından bazıları adama, çenesini kapatmasını ya da salonu terk etmesini söylerler. Adam sohbeti müstehcen laflarla bölmektedir ama bunu istemdışı bir şekilde yapıyor gibidir. Çok geçmeden, adamda Tourette sendromu olduğu anlaşılır ve birdenbire durum tersine döner: tacizci mağdur konumuna gelir; hoşgörü çağrıları yükselir ve onu susturmaya kalkanlar ayıplanır. Bir başka gergin durum, bir başka kültürel-politik alegori, ama aynı soru: Nasıl karşılık vermeli?   

Maymunluk performansı, ihlalcidir. Yaratık, bazen, toplumsal sistemde bir krize işaret eder ve bu sahnede de gördüğümüz gibi, hukuk askıya alındığında çoğunlukla şiddet baş gösterir.[5] Demek ki yapılması gereken, basitçe hukuku yeniden tesis etmek değil (ihlalin tabuya yaptığı genellikle budur), onu farklı bir şekilde yeniden yazmaktır; kargaşayı bastırmakla yetinilmemeli, kargaşanın yarattığı bozguncu etki, yeni bir topluluğu biçimlendirme yolunda kullanılmalıdır. İçinde bulunduğumuz politik kaos döneminde, elimizde böyle bir fırsat var: krizi yapısal dönüşüme çevirebiliriz. 

Basın toplantısını, uygulamalı bir etik estetik dersi olarak düşünebiliriz. Kısa bir süre önce sahneye çıkan ilişkisel estetik, ortaya koyduğu eserlerle, neoliberalizm koşullarında yıkılmaya mahkûm olan toplumsala (“toplum diye bir şey yoktur”) kültür mekânlarında korunaklı bir alan açılabileceğini ima eder gibiydi: insanlar bu mekânlarda hâlâ başkalarıyla ilişki kurabilirdi. Halihazırdaki etik estetik vakası da buna benziyor. Bütün meslek dallarında davranış kodları birer birer yerle bir edildikçe, bu kodlarda ısrar etmek, hatta bu konuda örnek teşkil etmek, kültür kurumlarına düştü. Fakat, burada da bir sorun var: toplumsallık nasıl, bir ölçüde, kültürel alana havale edildiyse, şimdi de etik kısmen aynı alana taşınıyor. Fakat, bu kurumların bu türden bir telafi görevi üstlenmekle yetindiği düşünülemez. Gayet iyi bildiğimiz gibi, maymun kılıklı Trumpçıklardan geçilmeyen kültür endüstrisi Trump markasının politik ekonomisine göbekten bağlı durumda. Ve bu ilişki, yenilenen feminist ve kurumsal eleştiriye –#metoo gibi geniş katılımlı hareketlerden Occupy Museums gibi hedef-odaklı gruplara kadar– ciddi avantaj sağladı. Fakat aynı zamanda, yozlaşmış faillerin en çok sorumlu tutulmaları gereken yerde –politik alanda– serbestçe at koşturmalarına da izin vermemeliyiz. Kültürel alanda talep ettiğimiz şeyi politik alanda da, hatta en çok orada talep etmeliyiz. 

Bu yazıyı, Trump’ın Başkanlık görevine resmen başladığı tarihten bir yıl sonra kaleme alıyorum. Aşağıda, 2017’de yayınlanan ve geçerliliğini hâlâ koruyan “J20 Bildirisi”nden bir pasaj aktarıyorum: 

 

Tüm çelişkilerine rağmen, sanat dünyasının elinin altında kayda değer miktarda maddi, sosyal ve kültürel sermaye bulunuyor. Bu kaynakları, Trumpizm’e yönelik mücadelede başı çeken daha geniş toplumsal hareketlerle dayanışma içerisinde kullanmanın yollarını hayal etmenin ve bunları hayata geçirmenin vakti geldi.[6]

 

Hal Foster’ın Texte zur Kunst dergisinin Mart 2018 sayısında yayınlanan Trangression and Vigilance başlıklı yazısının çevirisidir. 



[1]Viyana Secession hareketinin sloganı: "Der Zeit ihr Kunst - der Kunst ihr Freiheit" – e.n.

[2]Robert Smithson, “Response to a Questionnaire from Irving Sandler” [1966], Robert Smithson: The Collected Writings içinde, der. Jack Flam (Los Angeles/Berkeley 1996), s. 329.

[3]Trump’ın seçim kampanyasını yürüten ve Trump yönetiminde yedi ay Beyaz Saray baş stratejisti olarak görev yapan medya yöneticisi. Dünyanın çeşitli ülkelerindeki aşırı sağcı ve milliyetçi hareketlere de destek veriyor – e.n. 

[4]İlksel baba olarak Trump üzerine yazım için bkz. “Père Trump”, October, 159, 2017.

[5]Bkz. Eric Santner, On Creaturely Life: Rilke/Benjamin/Sebald(Chicago, 2016).

[6]Bildirinin tamamı, Octoberdergisinin 159. sayısında (2017) yayınlanmıştır. Bu yazıyı eleştirel gözle okuyan Yates McKee ve Andrew Weiner’e teşekkür ederim.

çağdaş sanat, canavar, sinema, sanat ve direniş