Hazzın Geceye Sürgünü: Edebiyat ve Siyaset Üstüne Notlar

Acıların en büyüğünü, sıradan acıyı, kapana kısılmış aslanın, korkunç atölye mesailerine yem olmuş plebin acısını, ruhu ve bedeni uzun mesainin can sıkıntısı ve deliliğiyle kemiren şu hapishane pınarını siz hiç tanımadınız. Ah koca Dante! Gerçek Cehennem’de, şiirsiz Cehennem’de, hiç yolculuğa çıkmadın sen, elveda!..[1]

 

Edebiyatın siyasete eklemlenişinin başlıca beş yolu olduğunu düşünebiliriz. Birincisi, kimi Gerçeküstücülerin komünizme angajmanında olduğu gibi, yazarın ilan ettiği siyasi görüşle bağının değerlendirilmesi – en yaygın eklemleme budur: Türkçe edebiyatta Nazım Hikmet veya Necip Fazıl’la ilgili değerlendirmeler ilan edilmiş siyasetlerinden kolay kolay koparılamaz. İkincisi, metindeki figürlerin siyasi açıdan değerlendirilmesi ki buna “temsil siyasetine dayalı okuma” diyebiliriz: Günümüzde özellikle feminist eleştiride görülen bu eğilime Simone de Beauvoir’ın Sade’ı Yakmalı mı?[2] kitabını erken bir örnek olarak verebiliriz. Edebiyat dünyasında en başat eklemlemenin bu olduğunu da söyleyebiliriz, birincisi kadar yüzeysel değildir (sadece yazarla ilgilenmez), metni düz ve yan anlamlarıyla okuyabilmeyi ve yargılamayı gerektirir. Üçüncüsü, metin ile toplumsal üretim koşulları arasında ilişki kurmak, Adorno’nun deyimiyle “hakikat içeriğini”[3] açığa çıkarmak isteyen okuma ki daha ziyade Marksist eleştirmenlerde, diyelim ki Pour une théorie de la production littéraire’in (1966) Macherey’sinde görülür, buna “sosyolojik eklemleme” diyebiliriz: Basit bir örnekle, Define Adası’nın ardında sömürgeciliği bulmak gibi. Dördüncüsü, yazarın edebi veya dilsel jestleri ile siyaset arasında ilişki kuran okuma ki buna “stilistik eklemleme” diyebiliriz: Barthes’ın yazı kavramı çerçevesinde sözcüklerin yananlamları ile yazarın siyasal düşüncesi arasında kurduğu ilişki[4] veya Sartre’ın üslup estetizmini aristokratlık olarak yorumlaması gibi.[5] Beşinci ve son olarak, yazma hakkının paylaşımı ile siyasal iktisat arasında bağ kurmak isteyen okuma ki buna şimdilik “söylemsel eklemleme” diyebiliriz. Bu sonuncuyu biraz açmaya çalışayım.

 

  

  

Söyleyebilme Hakkının Paylaşımı

Her söylem (veya sözceleme edimi) söylenebilir olanı düzenleyen sosyal bir rejim içinde vücuda gelir. Foucault Söylemin Düzeni’nde bu rejimin üç bileşeni üstünde durur: söylemi dışarıdan belirleyen etkenler (yasak, tabu vb.), söylemi içeriden belirleyen etkenler (şerh/yorum, yazar, –akademik– disiplin) ve söylemin dolaşımını ve söyleyebilme hakkının bölüşümünü belirleyen etkenler (diploma, ibadethane veya üniversite gibi söylem mekânlarının kural ve ritüelleri vb).[6] Bu son noktayı Foucault sonraki eserlerinde pek açmamış, iş – birbirlerine düşman kesilecek– vârislerine kalmıştır: Yüksek kültür ve buna bağlı söyleyebilme hakkının olanaklılık koşulu olarak skhole (iş dışı zaman ve eğitim) sosyolog Bourdieu’nün araştırma programını oluştururken, bu hakkın dağılımı ve bölüşümü, yani siyasal iktisadı filozof Rancière’in başlıca teması olmuştur. Program yakınlığına rağmen sosyolog ile filozof, önkabulleri itibariyle zıt konumlara yerleşmişlerdir: Bourdieu skhole’nin kıtlığının mülksüzlerin söylem sofrasından, yüksek kültür bölüşümünden dışlanmasına neden olduğunu gözlemlemekle ve bu olgudan skhole’nin mülk sahiplerinin benzersiz ayrıcalığı olduğu sonucunu çıkarmakla yetinirken, Rancière imkânsızı, mevcut siyasal-iktisadi rejimin imkânsız olarak gördüğü potansiyeli araştırır, tarihte kendi skhole’sini yaratmış mülksüzlerin tanıklıklarını aktararak insan felsefesinin (“antropoloji”) sadece olguyu, gerçekliği değil, “aslında mümkün olan imkânsızı” da hesaba katmasını ister.

Rancière’in temel tezi şudur: Batı felsefesi (Filozof ve Yoksulları) Platon’dan beri skhole’yi, idea’yı, söyleyebilme hakkını ve dolayısıyla bunlara bağlı hazzı kendine, filozofa ayırırken geriye kalanlara, paysızlara düşen hep emek, emek gücünün yeniden üretimi (uyku, beslenme ve üreme), söylem rejiminde suskunluk ve dolayısıyla hazdan yoksunluk olmuştur. Oysa tarih böyle cereyan etmemiştir: Yoksullar, mülksüzler, pleb, proletarya… her ne isim verirsek verelim, söylem efendilerinin kavlince paysız olanlar skhole’ye, hazza ve söyleyebilme hakkına sahip çıkmışlardır. Rancière 19. yüzyılda gecelerini söylem sofrasından, yüksek kültürden pay almak için geçiren Saint-Simoncu proleterlerin hikâyesini keşfetmişti (Proleterlerin Gecesi). Konuşuyorlarsa, yazıyorlarsa, şunu söylemek için konuşuyor, yazıyordu bu işçiler, zanaatkârlar: “Gece onlara ait değildi, gündüzki işleri buyuranlarındı; konuşuyorlarsa arzularının gecesini kazanmak içindi.”[7]

Dahası, 19. yüzyılın başında edebiyatın –bugün anladığımız anlamıyla edebiyatın– icadı bir demokratikleşme demekti. Artık edebiyat, söylem efendilerinin belirlediği “yüksek” konularda, poetika ve retoriğin tanımladığı biçimler içinde yazılması gereken metin türleri olmaktan çıkmıştı. Temsilin yerini dışavurum (romantizm) ve semiosis (modernizm) alırken edebiyat payesinin verilmesini belirleyen ölçütler de değiştiği, artık geleneğin kuralları ve otoritenin keyfî kararı yerini edebiyatın kendi kendini tanımlamasına bıraktığı ve tanımlar da sürekli kendilerinden önceki tanımları yıkma mekanizması içinde yenilendiği için, bu “yüksek” söylem türünün kapıları herkese açılmıştı. Bu nedenle sözel estetliğin kurucusu Flaubert de onu doruğuna taşıyan Mallarmé de (Sartre’ın yorumunun aksine) aristokrat bir tutumun değil, edebiyatın demokratikleşmesinin bayraktarlarıydı: Edebiliğin ölçütü edebiyatın içinde aranıp bulunduğu sürece, bir başka deyişle edebiyat “kıymeti kendinden menkul” bir biçim olduğu sürece, bu biçimi arayıp bulma zahmetini göze alan herkes edebiyatçı olabilirdi.[8] Ziyafet sofrasında yer alabilmek için artık doğum şansı şart değildi.

Şart değildi şart olmamasına ama, başka koşullar ve bir bedeli olmadığı anlamına da gelmez bu. Koşulların ne olduğunu Kafka üzerinden anlamaya çalışacağız, ama önce yazmanın hazzı üzerinde durmamız gerekiyor.

 

  

Yazmanın Hazzı

Roland Barthes “yazı dil hazlarının bilimi, kamasutrasıdır” demişti.[9] Peki dil hazları diye bir şey olabilir mi, yazma gerçekten bir haz mıdır? Bunu verili kabul edebilir miyiz?

Antikçağda hazzın paradigması, en üstün örneği, yeme-içmeyken modern zamanlarda cinsel ilişkidir – bütün hazlar cinsel hazza gönderme yapılarak kavranır.[10] Dolayısıyla okuyup yazmanın hazzı da dahil her haz son kertede, metonimik olarak –yani bir bütün-parça ilişkisinin sonucu olarak– cinsel hazdır. Bu nedenle psikanalitik terimlerle anlaşılmaya çalışılır.

Hazzı en basit şekilde ihtiyaç-arzu-tatmin ekonomisinin ürünü olarak tanımlarsak, yazmanın hazzından söz etmek için önce bir yazma ihtiyacı ve arzusu kabul etmemiz gerekir. Bu ihtiyaç ve arzu, Foucault’nun otobiyografik bir bağlamda (İsveç’te çalışırken İngilizce ve İsveççe konuşamadığı için kendisini dilsiz hissetmesi) dikkat çektiği gibi, konuşmanın imkânsız olduğu durumlarda kendini gösterir öncelikle.[11] Bu durumda yazmak konuşmanın ikamesi veya alternatifidir. Kâğıt üzerinde “konuşmak” ses kanalıyla konuşmanın yerini tuttuğu içindir ki Marguerite Duras, “yazmak susmaktır da” der, yazanlar bol bol susarlar. Ama yazmak aynı zamanda (düzanlamıyla) konuşmaya hiç benzemeyen bir biçimde “konuşmak”tır, çünkü yazı sözün kayda geçirilmesi değil, sözün düşünmesi, sözün kendini baştan yaratmasıdır.[12] Dolayısıyla kendini gösteren ihtiyaç, salt konuşma değil, bambaşka bir biçimde konuşma, söylenemeyeni veya söylenmesi zor olanı söyleme ihtiyacıdır. Yazmak, “konuşmanın imkânsız olduğu” yerde, bir söylenemeyenin, yani kısıtlamanın, Yasa’nın olduğu yerde haz haline gelir. Dolayısıyla, öyle görünüyor ki, birinci veçhesiyle yazmanın hazzı yazı dışı bir yasanın ihlaline bağlıdır.

İkinci olarak hazzı mümkün kılan etken, yazmanın kendisinin bir zorunluluk, bir yükümlülük, bir yasa haline gelmiş olmasıdır. Burada paradoksal bir süreç işler: 

 

Yazmaya başlamadıkça, yazmak dünyanın en haybeden, en olasılık dışı, neredeyse en olanaksız, en azından hiç bağlılık hissetmeyeceğimiz şeyi gibi görünür. Sonra öyle bir an gelir ki (…) yazmaya tam anlamıyla mecbur olduğumuzu hissederiz. Sözgelimi her gün yazmamız gereken birkaç sayfayı yazmadığımızda büyük bir bunaltıya girer, gerilim yaşarız. O birkaç sayfayı yazarak kendi kendimizi, varoluşumuzu aklarız. O günün mutluluğu için bu aklama kaçınılmazdır. Yazmak mutluluk vermez, varolma mutluluğu yazıya bağlanmıştır. (…) Yazmanın hazzı, bence, nereden geldiğini de size nasıl kendini dayattığını da bilmediğimiz bu zorunluluğa, her yerden başınızın üstüne sarkan, ağırlığını hissettiren, narsistçe olduğu şüphesiz bu yasaya uymaktır.[13]

Haz bu defa ihlalden değil, içten gelen zorunluluğa itaatten doğar.

Hazzın Siyasal İktisadı

Kapitalist yabancılaşma sadece emek ile hazzın ayrışması değildir, ayrıca zaman üzerinde iktidar kurulmasıdır. Emek zamanı adına haz zamanının kısıtlanması, bu iktidarın en belirgin yüzüdür, ama illaki bu kılığa bürünmesi gerekmez: İnsan yaptığı işi sevebilir, sevdiği işi yapabilir ve böylece pekâlâ emek zamanını da hazla geçirebilir, fakat emekle hazzın ayrışmadığı bu zamana sermayedar hükmettiği için yabancılaşma bakidir. Bu yönüyle kapitalizm, zaman üzerinde iktidar ve emek zamanı ile haz zamanı arasında ilki lehine bir hiyerarşi, bir başka deyişle haz zamanının emek zamanına tabi kılınması, dolayısıyla da emek zamanına hükmedilmesi suretiyle haz zamanının (sermayedar tarafından) temellüküdür. 

Kapitalizm içinde emekçinin, zamanı üzerinde iktidar kurulmuş olanın, yani iş dışı zamanı kısıtlı olanın mücadelesi hazzı ele geçirmeye yöneliktir. Gündüz keyif çatamayanın tek şansı, –Cemal Süreya’nın ünlü dizelerini konumuza uyarlayarak söylersek– “geceleri” çok kısa olduğu için, “dörtnala sevişmek”tir.


  


Gecenin Fethi: “Yenilgi Yenilgi Büyüyen Bir Zafer”

Kafka hem yazma hazzının hem de bu hazzın geceye sürgününün iyi bir örneğini sunuyor bize. Hazzı mümkün kılan –bu defa– babayla konuşmanın imkânsızlığıdır: “Yazdıklarım seninle ilgiliydi, orada senin göğsünde yakınamadıklarımdan yakınıyordum yalnızca.”[14] Söyleyebilme hakkının paylaşımına gelince, beyaz yakalı olması söylemlerin sofrasından baştan kovulmasını engeller ama, mesai dışı zaman konusunda pek fazla bir şeyi değiştirmez: Gündüz para için çile doldurup (sigortacılık), gecelerini hazza ayırmak zorundadır sonuçta. Belki de bu nedenle zaman üzerinde kurulan iktidarın (Barthes’ın nefis içgörülerinden birini hatırlayalım: “Bekletmek her iktidarın değişmez ayrıcalığıdır”) en acımasız biçimini o anlatmıştır: Belirsiz bir süre için sonu belirsiz biçimde bekletilmenin romanı olan Dava.

Ama yazı (blöf yapmaya, başkasını ve kendini kandırmaya dayanmayan yazı) haz olduğu kadar da emektir, zahmettir. Araştırmayı, düşünmeyi, çalışmayı, denemeyi, dönüp düzeltmeyi, demlendirmeyi, bir daha okumayı, bir daha düzeltmeyi, mümkünse bir başkasının görüşünü almayı ve bunlar üzerinde düşünmeyi, eleştirileri tartmayı, son olarak özeleştiriyi ve yeri geldiğinde her yazdığına kutsal muamelesi yapmaktan vazgeçip yüzlerce sayfadan yüz çevirmeyi gerektirir: 

 

[A]nlayacağın dört yüz büyük defter sayfasından sadece (galiba) elli altısı kaldı geriye. 350 sayfaya bir de hikâyenin geçen kış ve ilkbaharda kaleme alınmış tamamen işe yaramaz 200 sayfalık versiyonu eklenince, bu hikâye için 550 gereksiz sayfa yazmış oluyorum.[15]

Böyle bir emek her şeyden önce ve her şeyden çok zaman ister. Oysa emekçi yazarın zamanı üzerinde iktidar kurulmuştur. Sermayedarın hükmettiği gündüzler, mesai saatleri, emekçi yazarın hayatından çalınmıştır.

Onun içindir ki Kafka’da sabah olumsuz değer taşır, uyanmak tedirginlik verir: Dönüşüm’de güne böcek olarak, Dava’daysa sebepsiz yere tutuklanarak uyanırsınız. Gregor Samsa pazarlamacı, Josef K. ise bankacıdır, ama yapılan işin mahiyeti ikinci plandadır: Sorun haz zamanına mesai yoluyla el konması, ofisin huzursuzluğun mekânı olmasıdır: 

 

Hayır, ofis konusunda kesinlikle çok fazla tepki vermiyorum, (…) bu sürenin özel bir sigorta kurumunda geçen ilk yılı çok korkunçtu, ofisteki çalışma saatleri sabahın 8’inden akşamın 7’sine, 8’ine, 8,5’una kadar sürüyordu, yüzünü şeytan görsün! Ofisime giden küçük bir koridorun belli bir yerinde hemen her sabah içimi bir çaresizlik ve umutsuzluk kaplıyordu, bu durumun benden daha güçlü, daha kararlı bir karakteri, tabiri caizse kutlu bir intihara sürüklemesi işten bile değildi.[16]

Emekçi yazar mesaiden artakalan zamanı yazmak için kullanmaya niyetli olduğu andan itibaren kısıtlamalarla boğuşmaya başlar, kendi zamanını temellük etmeye çalışır. Bu savaşta verilen ilk zayiat uyku olur. Fakat çok geçmeden uyku, süresi ve kalitesiyle, başlıca kaygı ve bahis konusu haline gelir:

Bir tanem, saat gece 01.30, haberini verdiğim hikâye pek bitecek gibi değil henüz, bugün romana da tek bir satır yazmadım, öyle pek memnun girmiyorum yatağa. Gece, hikâyeyi, kalemi elimden hiç bırakmadan sabaha dek yazabilecek kadar bana ait olsaydı keşke! Güzel bir gece olurdu. Lakin yatmak zorundayım, zira dün gece kötü uyudum, bugün gündüz ise neredeyse hiç uyumadım ve böyle berbat bir halde ofise gidemem.[17]

Sonra yazmanın kendi zamanı, kendi temposu olduğu fark edilir. Emekçi yazar zamana dilediği kadar hükmedemediğine hayıflanmaya başlar: 

 

Üstünde dünkü kadar çalışmadığım küçük hikâyemi, canım, bir kenara koymak ve şu lanet olası Kratzau seyahati yüzünden bir-iki gün dinlenmeye bırakmak zorundayım. Bu durum canımı çok sıkıyor, 3-4 akşama daha ihtiyacı olan hikâye için çok berbat sonuçları olmayacağını umsam da. Çok berbat olmayan sonuçlarla, hikâyenin ne yazık ki çalışma tarzım yüzünden zaten yeterince zarar görmüş olmasını kastediyorum. Böyle bir hikâye ara vererek 10’ar saatten iki defada yazılmalıydı, ancak o zaman geçen Pazar onunla ilgili zihnimde meydana gelen doğal özelliğini ve coşkunluğunu koruyabilirdi. Ne var ki iki defa olmak üzere 10 saatim yok.[18]

 

Uykuyu kısmak yetmediği için her türlü izin, bayram tatili de yazmanın emrine koşulan gecelerin zeyli oluverir:

 

(T)oplamda 5 ya da 6 güne çıkacak biçimde düzenlendiği için Noel tatilim bir şeye benzeyecek demektir. Kesin bir karar aldım, bu zamanı sadece romanım için, hatta belki de romanımın sonu için kullanacağım. Romana elimi sürmeyeli zaten bir haftayı geçmişken (…) bu karara sarılmak zorundayım aslında.[19]

Yazma arzusu kıskançtır, zamanı paylaşmak istemez, başka ihtiyaçlardan ve dolayısıyla hazlardan feragati şart koşar. Disiplin, konsantrasyon ve kararlılık ister. Bunun için de başka hazlar yazma ödevinin yerine getirilmesine bağlanır, çünkü yazma giderek yükümlülüğe dönüşmüştür.[20] Kendi kendine dayattığı bu görevden kaytarmaya cesaret bulamadığı için Kafka başkasının gelip kendisini kurtarmasını bekler: 

 

Bak, romanı bitirmeden önce insanların karşısına çıkmamaya kararlıydım, oysa soruyorum kendime, sadece bu akşamlığına gerçi, romanı bitirdikten sonra senin karşına eskisinden daha iyi veya daha az kötü birisi olarak çıkabilecek miyim acaba canım? Ve 6 gün boyunca kudurmuş bir yazma arzusuna gece gündüz özgürlük tanımaktansa zavallı gözlerimi sonunda sana bakarak doyurmam daha önemli değil mi? Bunun cevabını sen ver, ben kendi adıma kocaman bir “evet” diyorum.[21]

 

Diğer ihtiyaç ve hazlar, hatta var olma arzusu yazma ödevine bağlanınca, ödevin yapılması nasıl ki bir mutluluk kaynağıysa, gerektiği gibi yapılamaması da hemen azap kaynağı haline gelir:

 

O kadar berbat çalıştım ki zaten uykuyu hak etmediğim gibi, aslında gecenin geri kalanını pencereden dışarıya bakarak geçirmeye mahkûm edilmiş olmalıyım. Anlıyor musun canım: kötü yazmak ve kendini tam bir çaresizlik ve ümitsizliğe bırakmak istemesen de yazmak zorunda kalmak. İyi yazmanın getirdiği mutluluğun bedelini bu kadar korkunç bir şekilde ödemek! Esasında gerçek anlamda mutsuz olmamak (…), bunun yerine başını eğip nefret ettiği, bir tiksinti veya en azından bulanık bir kayıtsızlık uyandıran, ama yine de yaşamak için yazılması kaçınılmaz olan, bitmek tükenmek bilmeyen şeylerle dolu defter sayfalarına bakmak. Ne berbat! 4 günden beri yazdığım sayfaları sanki hiç olmamış gibi imha edebilseydim keşke.[22]

Beden yorgunluğa ister istemez yenik düşünce, yazmaya ara verilir, ama benlik kaygısı yakasını bırakmaz yazarın, çünkü benlik tasavvuru da yazma eylemine bağlanmıştır sıkı sıkıya: 

 

Canım, bundan böyle yazı yazamazsam ne olacak? O zaman gelmiş gibi görünüyor; bir haftadan fazladır hiçbir şey çıkaramıyorum, son on gece boyunca sadece bir kez (o da çok bölünerek) kaptırdım kendimi, hepsi bu. Sürekli yorgunum, uykusuzluk kafamın içinde yuvarlanıp duruyor. (…) daha kötü zamanlardan da geçtim ve hâlâ yaşamaya devam ediyorum; (…) ama hal böyleyken sen, sen beni sevemezsin. (…) bu yazmama hali yüzünden senin hiç de hoşuna gitmeyecek, daha kötü, daha dağılmış, daha güvensiz bir insan olacağım için.[23]

 

Fakat kaygı, bunaltı ile haz arasında bir tür nöbetleşme vardır, “yazmanın hazzında gizlenen şeytan en uygunsuz zamanlarda harekete” geçer.[24] Kafka o sırada bastırmak zorunda kaldığı bu arzuya uygun bir anda kapılınca hissettiği hazzı ve gururu günlüğüne özenle kaydeder:

 “Yargı” öyküsünü ayın 22’sini 23’üne bağlayan gece akşam saat ondan sabah saat altıya kadar bir çırpıda yazıp çıkardım. Oturmaktan uyuşmuş bacaklarımı masanın altından çekip alamadım adeta. Öykü gözümün önünde gelişir, ben sanki öykünün içinde ilerlerken gösterdiğim müthiş çaba, duyduğum müthiş haz. (…) Nasıl her şey söylenebiliyor, nasıl her şey için, en yabancı esinler için bir büyük ateş içte hazırlanmış bekliyor ve esinler ateşte yok olup sonra yeniden diriliyor, nasıl pencerenin önü bir maviliğe bürünüyor. (…) Gece yarısı uçup giden yorgunluk. Kız kardeşlerimin odasına titreyerek girişim. Öyküyü kendilerine okuyuşum. Daha önce hizmetçi kızın karşısında gerinip uzanışım ve “Bu zamana kadar hep yazdım,” deyişim. (…) Yazı, ancak böyle yazılabilir, böyle bir kesintisizlik içinde, ruh ve bedenin böylesine eksiksiz bir açılımıyla ancak.[25]

Doğum şansından yoksun olanlar için geceye sürgün edilmiş aşkın hazzı başkadır, çünkü hazzı şu “hoş sıcaklığı”[26] mümkün kılan, en azından artıran, tam da her an el altında bulunmayışıdır – bir başka deyişle, hazzın kısmi erişilmezliği, bile isteye veya zoraki olarak askıya alınışıdır. İşte o zaman gündüz mesaisinin gece hazzı üzerindeki olumlu etkisi fark edilir:

 Bütün bunlar bu beynin tatilde dinlenirken içine düştüğü kısır döngüler! Bu koşullar güzelce ofise tutunmam, ertelediğim bütün işleri rüzgâr hızıyla bitirmem ve kafasını büsbütün işine veren düzenli, dikkatli bir memur olmam için yeterince neden vermiyor mu elime?[27]

Düşmanın “biz”i birleştirmesine benzer bir hareketle gerçekleşen olumsuzun bu olumlu işlevine edebiyat tarihinden bir örnek daha verilebilir, sanırım: George Orwell’ın Paris ve Londra’da Beş Parasız’ında karşımıza çıkan –ve elbette Hıristiyan çileciliğini çağrıştıran– doğum şansından feragati, proletarya-altı emeğe gönüllü sürgünü ve bütün bunları ballandıra ballandıra anlatma arzusu, kısacası yazma hazzını bu şekilde zorunlu emeğe sımsıkı bağlayışı.

Sonuç Yerine

Sözlerimi bağlamak için başa döneyim: Siyaset sözle yapılır, ama beyandan, siyasal içerikli önermelerden ibaret değildir. Siyasetin konusu varoluş koşullarımızdır. Bu koşullarla ilgili her türlü ihtilafın olduğu yerde siyaset vardır. Edebiyat da sırf varlığıyla bile onu üreten ve tüketenlerin varoluş koşullarına göndermede bulunur. Her türlü entelektüel üretimin önkoşulu olan zaman en azından fiilen ihtilaf konusudur. Marx’tan beri biliyoruz ki sosyalist ütopya aynı zamanda haz zamanının kolektifleştirilmesini içerir. “Kapıları tutmaktan artık herkesin nasır” olsa da elleri, haz zamanını geri kazanmak için verilen bu mücadele, “kısa gecelerde dörtnala sevişmek”, bir başka deyişle, arzu için göze alınan uykusuzluk ve emek bir direniş biçimidir – “olsun daha da tutarız sen varsan düşüncemizde” demenin bir yolu. Kartlar dağılırken nerede olduğumuz kadar, zarımızı ne için attığımız da belirler varoluşumuzu.

Bu yazı daha önce Notos dergisi Ağustos-Eylül 2016 sayısında yayınlanmıştır.



[1] Marangoz-filozof Louis-Gabriel Gauny’den aktaran Jacques Rancière, La nuit des prolétaires (Proleterlerin Gecesi), Paris: Fayard, 1981, s. 29.

[2] Faut-il brûler Sade? (Privilèges), Paris: Gallimard, 1955.

[3] Theodor Adorno-Lucien Goldmann, “Betimleme, Anlama, Açıklama”, çev. İskender Savaşır, Defter, no. 14, s. 38-52.

[4] Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, çev. Tahsin Yücel, İstanbul: Metis, 1989.

[5] J.-P. Sartre, Edebiyat Nedir?, çev. Bertan Onaran, İstanbul: Payel, 1982, s. 116-18.

[6] Michel Foucault, L’ordre du discours, Paris, Gallimard, 1971; Türkçesi: “Söylemin Düzeni,” Ders Özetleri içinde, çev. Selahattin Hilav ve Turhan Ilgaz, İstanbul: YKY, 1995.

[7]  Jacques Rancière, La nuit des prolétaires, s. 28.

[8] Kabaca özetlediğim bu düşüncelerin bütünü için bkz. Jacques Rancière, Politique de la littérature, Paris: Galilée, 2007, s. 11-40; ayrıca bkz. J. Rancière, Suskun Söz, çev. Ayşe Deniz Temiz, İstanbul: Monokl, 2016, s. 11-38.

[9] Bkz. Roland Barthes, Le Plaisir du texte (Metnin Hazzı), Paris: Seuil, 1973, s. 14; Türkçesi: Yazı Üzerine Çeşitlemeler ve Metnin Hazzı, çev. Şule Demirkol, İstanbul: YKY, 2005.

[10] Bkz. Jean-Claude Milner, “Hazzın Üç Çehresi”, Express, no. 144, Yaz 2016, s. 64-75.

[11] Michel Foucault, Güzel Tehlike, İstanbul: Metis, 2016, s. 29-30. Öyle görünüyor ki, bir başka örnek olarak, Nurullah Ataç’ın yazıyla kurduğu bağın gerisinde de kekemeliğin, konuşma imkânsızlığı değilse bile güçlüğünün payı var (bkz. Ataç, Söyleşiler, İstanbul: YKY, 2000, s. 24).

[12] Roland Barthes “De la parole à l’écriture”, Le grain de la voix içinde, Paris, Seuil, 1981, s. 9-13.

[13] Michel Foucault, a.g.y., s. 49 ve 51 (vurgular benim).

[14] Franz Kafka, Babaya Mektup, çev. Cemal Ener, İstanbul: Can, 2015, s. 50.

[15] Franz Kafka, Felice’ye Mektuplar, çev. Ç. Tanyeri, M. Sözen, T. Kurultay, İstanbul: İş Kültür, 2016, s. 328.

[16] Franz Kafka, a.g.y., s. 68 (vurgular benim).

[17] Franz Kafka, a.g.y., s. 67 (vurgular benim). Uykudan söz ettiği başka yerler için bkz. s. 91, 108, 110-11, 116, 122, 124, 132, 137, 141, 158-59, 177, 178, vb.

[18] Franz Kafka, a.g.y., s. 91 (vurgular benim).

[19] Franz Kafka, a.g.y., s. 102.

[20] Franz Kafka, a.g.y., s. 122.

[21] Franz Kafka, a.g.y., s. 104 (küçük bir değişiklikle).

[22] Franz Kafka, a.g.y., s. 111 (vurgular benim).

[23] Franz Kafka, a.g.y., s. 181.

[24] Franz Kafka, a.g.y., s. 159.

[25] Franz Kafka, Günlükler, çev. Kâmuran Şipal, İstanbul: Cem, 2012, s. 293 (vurgular benim).

[26] Franz Kafka, Felice’ye Mektuplar, s. 111; Kafka bu ifadeyi bir kez de “25 katı yumurta”yı yedikten sonra “insana gelen” duyguyu anlatmak için kullanıyor (s. 163-64).

[27] Franz Kafka, a.g.y., s. 182 (vurgular Kafka’nın).

sanat ve emek, sanat-politika, Bourdieu, Rancière