/ Episod / İstanbul'a Bir İyilik Yapan Yok mu?

18/12/2012 / skopbülten / Ayşe H. Köksal

Yıl 1977. İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin kuruluşunun 40. yılı olmuş. Olmuş ama açıldığı günden beri paylaşılamayan ya da paylaşıldıkça büyüyen Veliahd Dairesi sorununa çözüm bulunamamış. Ünlü heykeltıraş, Akademili Hüseyin Gezer müzenin başında. Hüseyin bey, bu iş için hem çok sevdiği heykelinden hem de Güzel Sanatlar Akademisi başkanlığından vazgeçmiş. Tek derdi, müzenin diğer bütün sorunlarının ötesine geçen bu bina meselesini çözebilmek. Müze müdürü olarak geldiği 1969 yılından beri bu iş için uğraşıyor ama nafile...

Hatırlayanlar vardır, memleketin ilk modern sanat müzesi, Resim ve Heykel Müzesi 1937 yılında Atatürk’ün verdiği emirle bir yıl gibi bir süre içinde açılıvermişti. Atatürk 1936 yılında gezip gördüğü “Yarım Asırlık Türk Resmi” sergisinden sonra müzenin açılmasına karar vermişti. Bu sergiden ortaya çıkan çekirdek bir koleksiyon vardı. Halil Edhem’in paha biçilmez Elvah-ı Nakşiye’sine ek olarak yine bir emirle devletin daha önce satın aldığı ve çeşitli yerlere dağılmış eserlerin toplanmasıyla önemli denebilecek bir koleksiyon oluşmuştu. Peki ya mekân? O konuda çeşitli öneriler olmuştu. Akademi, Sultanahmet’in konumundan ötürü, müzeyi Yerebatan Sarnıcı’nın arkasında kalan Baltacılar Köşkü’nde açmayı istiyordu. Ama Atatürk’ün kararı kesindi, müze Veliahd Dairesi’nde açılacaktı. Bu kararın ideolojik bir yönü olduğu aşikâr: Madem yeni ulusumuz Fransız Devrimi ideallerine göre inşa ediliyordu, bu tarihin görselleştirilmesi de Louvre Müzesi modeline dayanmalıydı. Bir de Türkiye’nin yeni tarihinin yazılacağı II. Tarih Kongresi 1937 yılında Dolmabahçe Sarayı’nda yapılacaktı. Müze kongrenin yapılacağı zamana yetişmeli, yeni tarihyazımı onu görselleştirecek mekânla taçlanmalıydı. Bu yüzden Veliahd Dairesi, ki zaten yapıldığı 1856’dan beri sadece bir kere tadilattan geçmişti, hızla bir saray odasından müzeye dönüştürüldü. Tahmin edileceği gibi, zaman kısıtlı olduğundan bu restorasyonda bir müze için gerekli düzenlemeler yapılamamıştı. Zaman içinde yapılacağı umulmaktaydı.

İstanbul Resim ve Heykel Müzesi kamusal olanın bir değerinin olduğu, buna inanç ve ihtiyaç duyulan zamanlardan geliyordu. Hüseyin Gezer de 1969 yılında sevdiği pek çok şeye arkasını dönerek müzeye geldiğinde bu yüzden umutluydu: “Müzemizin içinde bulunduğu ve devama katlanılayamayacak feci duruma çözüm getirmeye çalışmak için” bu görevi üzerine almıştı.[1] “Devama katlanılamayacak feci durum” ise yangındı, Hüseyin bey büyük çaplı bir onarım yapılmadığı takdirde binanın içindeki koleksiyonla beraber yanıp kül olmasından korkuyordu. Yakışıklı ve bakımlı bir adamdı. Kaderinin, meşhur Akademi yangını sonrasında bir gecede saçları beyazlayan Burhan Toprak’ınkine benzemesini istemiyordu.

 

                                  

Hüseyin Gezer 1976 yılında dönemin İstanbul İtfaiye Müdürü Tarık Özavcı ile müzenin yangın tehlikesi üzerine konuşuyor. Sanat Çevresi, 1976, Mayıs. 

 

Bu çözüm için kısa ve uzun vadeli planlar yapmıştı. Kısa vadede, kimi zaman kendi birikimlerinden, kimi zaman Akademi’nin desteğiyle Veliahd Dairesi’nin “ufak tefek” sorunlarını çözebilmişti. Uzun vadede ise, bu mekânı tam anlamıyla bir müze haline getirebilecek büyük bir onarım projesi için devletten destek bekliyordu. Bu talebi maddi bir destek değildi. Sadece bürokrasinin aşılmaz duvarlarının indirilmesini ve Veliahd Dairesi’nde gerekli onarıma izin verilmesini istiyordu.

“7 yıldan beri süren bu çalışmalara rağmen bu konuda hiçbir gelişme” kaydedilmemiştir. Bunun üzerine müzenin kurulduğu yerde kalmasını savunan Hüseyin Gezer bile, artık yangın endişesinden yeni bir bina arayışına girişir. Sultanahmet eski Cezaevi önerilir. Hatta, bunun için Akademi’nin mimarlık bölümü öğrencilerinin bitirme proje konusu olarak bu mekânın müzeye dönüştürülmesi seçilir. Bunlar arasından seçim yapılır, Akademi hocaları seçilen proje üzerinde çalışır ve ilgili kurumlara bu öneri gönderilir. Üstelik gerekli bütün izinler de alınmıştır. Ancak, önemli bir engel unutulur. Zira Sultanahmet’in müzeden çok otele ihtiyacı vardır. Hüseyin Gezer, Abdi İpekçi ile Milliyet gazetesinde yaptığı röportajda durumun anlaşılmazlığına isyan eder:

 

[Milli Eğitim Bakanlığı’na] girişimde bulunduk ve kurumumuzun içinde bulunduğu şartlar ortada iken [...] müzenin yangına karşı emniyet içinde başka bir yere taşınması zorunluluğu ortada iken ve bu kendilerince çok iyi biliniyor iken nasıl olup da burası bize lazım demediler de, otel yapabilirsiniz dediler diye protesto yaptık. Ama sonuç alamadık.[2]

 

Büyük umutlar beslenen Kültür ve Turizm Bakanlığı ise, o dönemlerde Ankara’da kendi müzesini kurmanın peşindedir. Koleksiyon yoktur ama zaten İstanbul Resim ve Heykel Müzesi de neredeyse yok olmak üzeredir. En ‘akıllıca’ çözüm, onun koleksiyonundan eser alarak Ankara’da yeni bir müze açmaktır. Kaya Özsezgin bu durumu değerlendirirken böylelikle yetkililerin İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’ne “köklü! bir çözüm yolu bulmuş olmanın rahatlığına kavuştukları”nı söyleyecek kadar sinirlenmiştir.[3]

Bütün bu çabalara rağmen, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi 1976 yılında yangın nedeniyle kapanır.[4] Hüseyin Gezer’in çabaları, bürokrasiyi korumayı kültürü korumaktan üstün gören devlet anlayışına yenik düşer. Veliahd Dairesi’ni iyileştirmek için atılan her adım “o veya bu kuruma bağlı”lıkların, görev tanımlarının, bütçe hesaplarının, yönetmeliklerin arasında çürür. Üstelik, sadece bürokrasinin değil, Özal dönemiyle başlayıp günümüzde artık önü alınamaz bir hale gelen rantsal dönüşümün de ilk örneğine hızla çarpar. Böylelikle “kamu kurumlarının başarısızlığı” söylemiyle meşrulaşan, özel sektörün bütün alanlara yayılması sürecinin başlangıcına tanıklık eder.

Ama Hüseyin Gezer, 1977 yılında günümüz artokratlarında rastlanmayacak türden, zarafet dolu bir iç hesaplaşmayla istifa ettiğinde: “Sonuç ise hepimizce bilinmektedir: Başarısızlık...” diyecektir. “Kültürümüzün önemli sorunlarından birisini teşkil eden bu konuda, Kültür Bakanlığı’nın tutum ve davranışlarındaki olumsuzluğun tarih önünde saptanmasını önemli bir ödev olarak” gördüğünü ekleyerek... Sözü edilen bu olumsuzluk, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin kendi mekânından atılmasından, yılların İnci Pastanesi’nin yaka paça boşaltılmasına kadar varan bir tarihsizleştirme projesiyle bugün taçlanır. İstanbul’u yıkarak tarihe geçenler, her gün yenileri eklenerek büyür, gider...[5]
 

 



[1] Hüseyin Gezer’in Güzel Sanatlar Akademisi’ne yazdığı 6 Ocak 1977 tarihli istifa mektubu, özel arşiv.

[2] Abdi İpekçi, 1976, Hüseyin Gezer’le Söyleşi, Milliyet gazetesi, 10 Mart, s. 17.

[3] Kaya Özsezgin, 1976, “Plastik sanatlar açısından eski değer yargılarının yeniden gözden geçirildiği bir yıldı”, Milliyet Sanat, Aralık, sayı 212, s. 27-33.

[4] Müze 1981 yılında yeniden açılır ama artık bambaşka bir Türkiye vardır.

kentsel dönüşüm, müze, episod