Giriş
Bu yazı, Gezi Parkı olayları sırasında kentli protestocuların kullandıkları yeni bir siyasal iletişim biçimi olan mizahi sloganların içerik çözümlemesini konu edinmektedir. Mizahın protestolar sırasında bir siyasal iletişim formu olarak kullanılması, Cumhuriyet tarihinde daha önce ortaya çıkmamış, yeni bir sosyolojik olgudur. Mizah dergisi okuyucularıyla sınırlı olan medya kültürüyle dolayımlanmış “popüler kent” mizahı, protestolar sırasında kamusal alanda görünürlük kazanmıştır. Facebook, Twitter vb. yeni medya ortamlarının ânında tepki verme, etkileşimsellik, düşünce hızını artırma, kamusal tartışmaya katılmayı sağlama özellikleri ve internet erişimli mobil cihazların kullanımı, protestonun niteliğini değiştirmiştir. Sosyal ağların hızı, protestocuların hareket kabiliyetini artırmıştır. Protestolar sırasında sokak ile sosyal ağlar adeta birbirini beslemiştir. Mizah ve ironinin birleşmesi sonucunda ortaya çıkan “karnavalesk atmosfer”, geleneksel siyasal protesto biçimlerinden farklılaşmıştır. Ana-akım medyanın tekelleşmeye/oligopolleşmeye dayanan sermaye yapısıyla siyasi iktidarlara bağımlı olması nedeniyle sosyal medya, haber gizleme ve bilgi eşitsizliğinin[1] giderilmesinde ve yurttaşların politik aktör olarak kamusal tartışmalara katılmasında etkin bir medium olmuştur.
Sosyal medya ortamlarında cep telefonu uygulamaları kullanılarak (enformasyon paylaşımı için Twitter’da hashtag’ler oluşturulmuş, Facebook’ta olay yeri videoları ve görüntüleri, Instagram’da görüntüler paylaşılmış, güvenlik güçlerinin müdahaleleri belgelenmiş, protestocuların birbirlerine yönelik dayanışma mesajları paylaşılmıştır) ana-akım medyanın yapamadığı haberciliği birey-yurttaşlar yapmıştır. Böylece “Türkiye’de ilk kez bu kadar geniş katılımlı, yoğunlukta kendi merkezli kitlesel iletişim (self-mass communication) gerçekleşmiştir”.[2] Gezi Parkı olaylarında sosyal medyanın kullanımı, Douglas Kellner’ın yeni iletişim teknolojileri için ifade ettiği gibi ana-akım medyada politik tartışma alanından dışlanan grup ve bireylerin kamusal alana katılım olanaklarını genişletmesini sağlamıştır.[3] Böylece yurttaşlık kültürünü geliştiren ve siyasal katılımı artıran nitelikleri nedeniyle sosyal medya, “hürmetkâr/lütufkâr demokrasi”den katılımcı/müzakereci demokrasiye giden bir arayışın önemli bir aygıtı olmuştur.
Gezi Parkı protestoları, geleneksel protesto biçimlerinden farklı olarak 2000’lerin başında küreselleşme-karşıtı (yerel sorunlarla küresel dinamikler arasındaki bağlantıyı gözeten) eylemlerde karnaval imgelerini bir direniş taktiği ve stratejisi olarak kullanan (Seattle’da, Londra’da, Quebec’te, Cenova’da ortaya çıkan) “Şenlikli Muhalefet” ya da “Varlığın Şenliği” denilen geleneğin bir parçasıdır. Bu “kentsel devrim” hareketleri, devrimin, ütopyanın, Paris’te kısa bir süre ‘arzu’nun iktidara geçtiği 1968’in eskide kaldığına ilişkin ‘safsataları’ boşa çıkararak, İstanbul’un da “İsyankâr Kentler” listesine eklenmesini sağlamıştır.[4] Bu (toplumsal) hareketlerin belirgin özelliği, Lacan’ın ifadesiyle “arzusundan ödün vermek istemeyen” bir yaşamsal’ın politik olan haline dönüşmesi ya da yaşamsal olanın “politikleşmesi”dir. Direnişin ve protestonun eğlenceli bir atmosferde olması, “yaratılmak istenen yeni dünyayı yansıtması” gerekliliği, Gezi Parkı’na da uğrayarak Deleuze’ün ifadesiyle “hayatın bir direnişine” dönüşmüştür. On dokuz gün boyunca süren protestolara katılan kitlenin büyüleyici enerjisi, şenlik ve cümbüş havasındadır. Siyasal iktidarın müdahaleleriyle “giderek daralan kamusal alan” kısmen de olsa “ferahlama” şansı bulmuş;[5] Kafkaesk gerçeklik geçici bir an yırtılmış; korkunun yıkıldığı ve her şeyin neşeye büründüğü bir karnaval imgesine yerini bırakmıştır. Gezi Parkı’nın yeniden sahiplenilmesiyle (temellük), kent alanı yaşayan bir mekân haline gelmiş; meta değeri olumsuzlanmış ve kullanım değeri öne çıkmıştır.
Bu farklı siyasal iletişim biçimi, akla Ortaçağ karnavalları üzerine öncü çalışmaları olan Mikhail Bakhtin’i getirmiştir. Karnavalesk atmosfer, öteden beri sosyal ağlar üzerinden birbirleriyle kesintisiz bir bağlantı halinde olan genç kuşağın içinde olduğu bir habitattır. Ağlarla birbirlerine bağlı olan bu kuşağın beslendiği kaynaklar arasında mizah dergileri; Zaytung, Ekşi Sözlük vb. internet içerikleri; ironi, hiciv, alay, yer yer edepsiz ve grotesk öğeler içeren mecralar bulunmaktadır. Sosyal ağlar, birer iletişim aracı olmanın çok ötesinde, belirli düşünüş ve davranış biçimleri, değer yargıları üreten birer atmosfer haline gelmiştir. Özellikle 140 karakterlik vuruşla sınırlı bir sosyal ağ olan Twitter, iletişim kuramcısı Marshall McLuhan’ı haklı çıkarırcasına fikir beyanını hızlandırarak iktidarın söylemlerini ironi ve mizah vasıtasıyla sürekli yapıbozuma uğratan yeni bir “politika” ya da “politik mizah” biçiminin oluşmasına neden olmuştur.
Gecikmiş 1968
1968 hareketinden, Arap Baharı ayaklanmalarından, Occupy Wallstreet eylemlerinden ve İspanya’nın “Öfkeliler Hareketi”nden izler barındırsa da, Gezi Parkı eylemleri –sayılan hareketlerden farklı olarak– AVM’lerde somutlaşan yıkıcı kapitalist moderniteye ve çoğunlukçu demokrasinin otoriterleşmesine karşı “sokaklardaki modernizmi” öne çıkarmıştır. Sosyolojik etüt gerektiren analizlere halen ihtiyaç duyulmakla birlikte, hareketin niteliğine ilişkin birbiriyle örtüşen birçok değerlendirme yapılmıştır. Geziyi hem “daralan kamusal alana nefes aldıran bir meydan hareketi”;[6] “haysiyet ayaklanması”;[7] “yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı”[8] hem de “postmodern sekülerist 90’lar kuşağının bir kültür politikası olarak ‘anti-seküler’ hedef gütmeye başlayan iktidara karşı isyanı”[9] olarak yorumlamak mümkündür. Protestolarda görünürlük kazanan olgu, siyasal iktidarın, küresel kapitalizmin kentsel dönüşüm pratiği çerçevesinde tüketim kültürünü odağına alan hiper kalkınma hedefiyle kamusal alanı değersizleştiren/insansızlaştıran; siyasal söylemden arındıran ve kamusal kültürü de AVM kültürüne dönüştüren kent politikalarıdır. Bu protestoların temelinde “sokaklardaki modernizm” adını verebileceğimiz ‘yeni bir kent tahayyülü’ anlayışı vardır. Bilindiği gibi modernite kavramıyla ilişkili olarak düşünülmesi gereken modernizm, modernliğin sürekliliğine karşı gerçekleştirilen insani ve kültürel tepkilerdir. Bu tepkiler, öncelikle estetik ve sanat alanında “yeni bir estetik üslup” (kübizm, dışavurumculuk vb.) olarak ortaya çıksa da, modernizm, öncelikle moderniteye dair yeni bir düşünüş biçimidir. Bu sebeple moderniteyi tektip ve homojen değil; iki ayrı ve birbiriyle çatışan gelenek tarafından kurulmuş bir zihniyet olarak ele almak gerekir. Birinci gelenek, Martin Luther ve belli bir ölçüde Descartes'ta karşılığını bulan “akılcılaştırma” ile doğaya ve evrene ilişkin dışlayıcı mutlak ikilikler kuran, modern egemenlik anlayışını güçlendiren baskıcı bir gelenektir. İkincisi ise Erasmus ve Spinoza'nın temsil ettiği Rönesans hümanizminin sürdürücüsü olan, “Özneleşme” ile tekillik ve farklılıkları kutsayan, içkinlik felsefesine dayanan ütopyacı ve özgürleştirici çekirdeğe sahip olan gelenektir.[10] Baudelaire’den Beat Kuşağına, Mayıs 68’den sitüasyonislere ve Gezi Parkı’na kadar modernleşme süreçlerine muhalefet eden; kültürel ve entelektüel olarak tepki gösteren modernist fikirler, ikinci gelenekten beslenmişir. Modernist hareketlerin amacı, modernitenin baskıcı/dışlayıcı/ ötekileştirici/totaliter geleneğine karşı özgürlükçü geleneğin savunusunu yapmaktır.
Türkiye için “gecikmiş bir sokak modernizmi/gecikmiş 1968” olarak tanımlayabileceğimiz Gezi Parkı protestolarını, ironi, hiciv, parodi, taşlama, mizah, grotesk gerçekçilikle harmanlanmış karnavalesk bir şenlik olduğu söylenebilir. Gezi’yi ayıran bir başka husus, biraraya gelmesi mümkün olmayan farklı siyasal grupları (ulusalcılar, anti-kapitalist Müslümanlar, eşcinsel hareketler, Kürt siyasal hareketi, geleneksel sol gruplar vb.) ortak bir noktada buluşturmasıdır. Farklı siyasal pozisyonlara, yaşam tarzlarına sahip gruplar, protestolar sırasında dayanışma içerisine girmiştir. Protestolar, mizahi eylem biçimleriyle alışılagelmiş politik realiteyi olumsuzlamış, Agamben’in terimiyle “istisna hali”, “norm” haline gelerek bir zamanlar Yeni Dünya için söylenen “her şeyin mümkün olduğu doğal durumla özdeş” ifadesi belli bir süreliğine Gezi için geçerli olmuştur.[11] Şeylerin ve durumların altüst edilmesi, anlamlarının değişmesi ve olguların “müphemleşmesi”, ütopyaya ilişkin bir arzunun dışavurumudur. Tarihin rasyonalitesine müdahale edilerek İstanbul’un kalbinde (Taksim) devlet otoritesinden bağımsız bir Komün (Taksim Komünü) ya da Hakim Bey’in kavramıyla “Geçici Otonom Bölge”[12] yaratılmış; sağlık merkezinden kütüphaneye, parasız dağıtılan gıda ve içeceklerden ortak kültürel alanlara kadar “ideal bir toplumsallık” oluşmuş, Marx’ın ifadesiyle “devletin bizzat kendisinin politik hale gelmiş toplum tarafından geri alınması” fikri somutlaşmıştır. Bu süreçte kavramların “altüst” edilmesi, yeni bakış açılarının ortaya çıkması, yerleşik olanın sorgulanmasını sağlamıştır. Reel politikanın politik iktidar aygıtının ele geçirilmesini amaçlayan hiyerarşik, otoriter ve merkeziyetçi karakteri olumsuzlanarak aşılmıştır.
Gezi hareketinin Türkiye’nin ilk aşağıdan toplumsal hareketi olduğunu savunan araştırmacılar haksız değildir. Gerçekten de Gezi, Türk modernleştirici öznelerin “tepeden inme” pratiklerinden, geçmiş devrim ve devrim teşebbüslerinden farklı olarak öncelikle iktidarın tepesini değil tabanını değiştirmeyi amaçlayan bir harekettir.[13] Gezinin önceki gençlik hareketlerinden önemli bir farkı da taleplerin daha çok (kamusal niteliği göz ardı etmeksizin) bireysel yaşam alanlarına ve özgürlüklerine ilişkin olmasıdır. Dini, dili, etnik kökeni, siyasi görüşü farklı olan eylemcilerin arasındaki yardımlaşma ve dayanışma pratikleriyle vücut bulmuş, aşağıdan modernist ve çokluk hareketi olan Gezi’nin bu anlamda bir siyasi liderliği, önderliği yoktur. Hardt ve Negri’nin ifadesiyle “biyopolitik bir öz-örgütlenme” olarak çokluk, eylem içinde mutlak bir demokrasi örgütleyen aşağıdan bir moment olarak Taksim’deki protestolarda ortaya çıkmıştır.[14]
Gezi protestosu için, aşağıdan, kendi kendini örgütleyen, anti-hiyerarşik bir hareket tanımlaması kolayca yapılabilir. Hannah Arendt’in ifadesiyle “herkesin önemli olduğu hissini” veren Gezi’nin bu anlamda sözcüsü, önderliği yoktur; önderlik yapmak için öne çıkanlar ise (geleneksel sol gruplar vb.) “çokluk” tan gerekli izni alamamıştır. Gezi, yurttaşların, halkın bir hareketidir. Türkiye’de toplumsal muhalefetin Meclis’teki siyasal partilerden ibaret görüldüğü bir ülkede Gezi, en sivil protesto hareketi olarak var olmuştur.[15] Gezi, Türkiye’nin gecikmiş 1968’idir.[16]
Gezicilerin pankartlar, sloganlar, duvar yazılarıyla biçimlendirdiği atmosfer, hareketin yatay, hiyerarşisiz, eşitlikçi, anti-otoriter nitelikler kazanmasını sağlamıştır. Protestolarda ortaya çıkan mizahın niteliği, bu atmosferin yaratılmasına katkıda bulunmuştur. “90 kuşağı” ya da “Y kuşağı” kategorileriyle tanımlanmaya çalışılan genç kuşak, yeni çağın imkânlarını (sosyal medya, yeni medya teknolojileri vb.) çok iyi kullanan, kentli, eğitimli, yabancı dil bilen, popüler kültüre hâkim, sosyal ağlarda aktif, daha kaliteli bir hayat alternatifi oluşturma şansına sahip bir toplumsal kesim olarak bu mizahın oluşturulmasında önemli rol üstlenmiştir. Kamusal alanda açığa çıkan mizah, yeni kuşağın, otoriterleşen bir yönetime geleneksel olmayan yollarla karşı çıkma iradesinin sonucudur.
Gezi eylemcilerinin profiliyle ilgili araştırmalar, özellikle kamusal-özel hayat alanlarına ve kendi varoluşlarına egemen olmak isteyen kamu otoritesinin tavır, yaklaşım ve söylem biçimlerine tepkili olduklarını göstermektedir. Konda’nın Gezi Parkı protestoları sırasında (6-7 Haziran 2013) toplam 4411 kişiyle görüşerek yaptığı araştırmasında protestocuların çoğunluğu, özellikle kamusal özgürlüklerin genişletilmesi konusundaki “duyarlılıklarını” belirtmiştir. Araştırmadan çıkan bir diğer önemli bulgu protestocuların sosyal ağları kullanma sıklığıdır.
Araştırmada “Neden Gezi Parkı’ndasınız?” sorusuna katılımcıların % 58,1’i “özgürlüklerin kısıtlandığını düşündüğü için” cevabını vermiştir.[17] “Niçin parktasınız ve ne talep ediyorsunuz?” sorusuna ise, çoğunluğu (%34,1) “özgürlük” cevabını vermiştir.
Araştırmada öne çıkan diğer bulgular şunlardır:
- Gezi olaylarıyla ilgili haberleri sosyal medyadan öğrendim, diyenlerin oranı % 69’dur.
- Olayları ilk kez sosyal medyadan öğrendiğini söyleyenlerin yaş ortalaması 26’dır.
- “Hangi kimlikle geldiniz?” sorusuna protestocuların % 93,6’sı “sade yurttaş olarak” cevabını vermiştir.
- Örgütlü olarak geldiğini söyleyenlerin oranı % 6,4’tür.
- Protestolar sırasında sosyal medyayı kullananların oranı % 84,6’dır.
- Protestocuların % 79’u herhangi bir siyasi partiye, oluşuma veya dernek, vakıf, platform gibi bir sivil toplum kuruluşuna üye olmadığını, “sade halk” ya da “vatandaş” olarak katıldıklarını belirtmiştir.
Bulgular, Gezi protestocularının geleneksel siyaset yapma tarzına ve mevcut siyasal partilere olan güvensizliğini ortaya koymaktadır. Bu noktada Gezi “hadise”sine katılan protestocuların çoğunluğunun, reel olandan farklı, alternatif bir politik kamusal alan oluşturma çabası öne çıkmaktadır.
- Protestocuların % 44,4’ü daha önce herhangi bir protestoya, yürüyüşe, oturma eylemine katılmadıklarını belirtmiştir.
- Protestocuların % 62’si kendisini insan hakları ihlaliyle karşı karşıya olan gruplardan birinin parçası olarak görmektedir.
- Parktakilerin yaş ortalaması, 28’dir.
- Protestocuların % 37’si kendini öğrenci, % 52’si çalışan olarak tanımlamıştır.
Konda’nın araştırmasından çıkan sonuç, yıllar boyunca “siyasete ilgisiz” olarak kodlanan orta üst gençlik kuşağının (hem öğrenci hem çalışan) Gezi protestolarına katılımıdır. Protestolar, kentli, eğitimli orta üst gençliğin ve sınıfın yeni bir kentsel farkındalık geliştirmesiyle politik düzeyde radikalleştiğini göstermiştir.
İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim elemanlarının 3-4 Haziran 2013 tarihinde çevrimiçi gerçekleştirdiği ve 20 saatte 3000 kişinin yanıtladığı anketin sonuçları, protestocuların kimliği ve talepleri konusunda Konda’nın araştırma bulgularıyla örtüşüyor.[18] Protestocuların sosyal medyada haberleşerek örgütlendiğini dikkate alan araştırma, #direngeziparkı anketine katılan 3000 kişilik örnekleme, Facebook ve Twitter üzerinden ulaşmıştır. Bulgulara göre:
- Protestocuların %39,6’sı 19-25, %24’ü 26-30 yaşları arasındadır.
- %53,7’si daha önce hiç bir kitlesel eyleme katılmadığını belirtmiştir.
- %70’i kendini hiçbir siyasi partiye yakın hissetmediğini belirtmiştir.
- Protestolara katılanlar kendilerini en çok “özgürlükçü” olarak nitelemiştir
- Öne çıkan talepler, "polis şiddetinin durması” (%96,7) ve “bundan sonra özgürlüklere saygı gösterilmesi” (% 96,1) olmuştur.
Protestoya katılma nedenlerine ilişkin soruya verilen yanıtların oransal dökümü şöyledir:
Kaynak: #direngeziparkı anketi
Sosyal Medya ve “Sinirli 90 Kuşağı”
İletişimbilimci Neil Postman’a göre, toplumda geçerli olan iletişim biçimi, kültürü belirler. Enformasyon toplumu ya da “iletişime doymuş toplum” olarak tanımlanan 21. yüzyıl toplumunun “enformasyonel imgelerin egemenliği altında” bir kültür inşa ettiği söylenebilir. Kültürün yeni iletişim teknolojileri aracılığıyla “dijitalleşmesi”, tüm geleneksel referans çerçevelerini yetersiz kılmaktadır, sınırlar (içerme-dışlama, kamusal-özel, sağ-sol, kaos-düzen) paradoksal bir birliktelik halinde iç içe geçmiştir. İletişim teknolojisindeki her gelişme, kültürel değişimi de hızlandırır; iletişim süreçlerinin evrimi ile kültürel süreçlerin evrimini birbirine paralel ve bağımlı hale getirir.[19] Dolayısıyla, kültürel süreçleri anlamanın yolu, toplumun kendisini başat olarak hangi iletişim teknolojisiyle kurduğunu anlamaktan geçer. Bauman’ın ifadesiyle “katı moderniteden akışkan moderniteye” geçiş sürecinde yeni teknolojiler, baskın bir rol oynar. İletişim aracı, bazı davranış ve düşünme biçimlerini, değerleri oluşturur; bunları yerleştirip yaygınlaştırır. İnsanlar yalnızca toplumsal dolaşımda olan mesajlar, sözler vs. ile değil, bunların aktarıldığı mecralar tarafından da belli düşünce, davranış ve değer kalıpları geliştirirler.[20]
Marshall McLuhan, Yaradanımız Medya isimli kitabında, toplumların, iletişimin içeriğinden çok, iletişimde kullanılan araçların doğası tarafından biçimlendirildiğini savunur. Buna göre kültürel ve toplumsal değişimin hiçbir yönü, medyanın bugünkü ortamımızı nasıl oluşturduğu ele alınmadan anlaşılamaz. Çünkü medya, insanın psişik ya da fiziksel yetilerinin bir uzantısıdır.[21] Öyleyse yeni medya teknolojilerinin, internetin, sosyal ağların yeni iletişim biçimleri oluşturduğu ve ruhsal, toplumsal, siyasal, ekonomik, sosyolojik her türlü dar görüşlülüğün sonunu getirdiği söylenebilir. İletişim teknolojilerinin ulaştığı düzey, her türlü kapalı toplum ya da otoriter siyaset yapma tarzını aşmaktadır. Yeni davranış ve değer kalıplarını benimseyen genç kuşak, toplumsal olaylara sosyal medya aracılığıyla katılmaktadır. Sosyal ağlar, esnek, dinamik ve yatay özellikleriyle yalnızca fikir beyanını hızlandıran etkili bir mecra ortamı oluşturmakla kalmamış; duyuları, düşünceleri, eylemleri ve dünyayı algılama biçimlerini de değiştirmiştir.
Genç kuşağın fikir ifade etme hızı ve dünyayı algılama biçimi, reel-siyaseti aşıyor. Yeni kuşak açısından ağlar, “kullanılan” bir iletişim aracı değil, nefes alınıp verilen bir “atmosfer” konumunda. Sürekli etkileşim ağlarıyla birbirine bağlanan bu kuşak, popüler kültürden de beslenerek farklı bir siyasal iletişim biçimi geliştirdi. Sosyal medya, protestolarda politik bir aktör haline geldi; hareketlilik ve hız, durağanlık ve içeriğin önüne geçti. Ağlarda yaratılan yeni yurttaşlık anlayışı (Netzen), bireysel ve kamusal özgürlüklere ilişkin yeni bir demokratik kültür oluşturdu.
“Y Kuşağı”, “90 Nesli/Kuşağı” gibi tanımlamalarla anılan kuşak, önceki kuşaklar gibi dünyayı sanal/hakiki olarak ikiye ayırmıyor. Gerçeklik algısı “siber dünya”yla şekillenen bu kuşak için sosyal ağlar, hakiki bir dünya. Politika da dahil, her şey burada yapılıyor. Bu kuşağın geleneksel siyasetle çatıştığı temel nokta da burası. Genç kuşak, siyaset ile günlük hayat pratiklerini ilişkilendiremiyor; karar alma mekanizmaları içinde kendini etkin aktörler olarak görmüyor; bürokratik ve toplumsal yapıdan kaynaklanan nedenler yüzünden siyasetin içinde yer alamıyor.[22] Geleneksel siyaset onlara göre, eskimiş, yozlaşmış ya da çağın gerisinde kalmış. Bu nedenle siyasetin kendi hayatlarına müdahalesini kabul edilemez buluyorlar. Öznellik/özgürlük/otonomi anlayışları, bu anlamda liberter.[23] Siyasi iktidarın bireysel ve kamusal özgürlükleri keyfi olarak sınırlandırma girişimleri, işte bu nedenle, bu kuşağın “sinik” gibi görülen aklını “kinik” akla,[24] “apolitika” gibi görünen tavrın kendisini de “politika” haline dönüştürüyor.[25] Gezi, bu tavrın doğrulanmasıydı. Yeni kuşak, politikayla ilgilenmese de, “kendi hayatları mevzubahis olduğunda” son derece “politik” olabildiğini gösterdi.
Mizah dergilerinin okuyucusu bu kuşak, ağlarda siyasi mizahı, ironik, sarkastik dili geliştirdi, rafine hale getirdi. “Değişen algılar için en iyi yol gösterici” olan mizah, giderek toplumsal ve siyasal ortama karşı uyanıklık geliştirmek için genç kuşağın kullandığı en önemli silah haline geldi.[26] Yeni toplumsal iletişim ethos’u[27] ve mizah eylemi sayesinde kendi dönüşümü içinde “mantıksal, olağan, alışıldık” gibi görülen gerçeklik, yeni kuşağın zihninde yıkıldı, farklı bir gerçeklik evreni kuruldu.
Mizahın esnekliği, kıvraklığı, mizahçının toplumsal değişimi ânında kavramasını ve aktarabilmesini sağlar. Mizahçının sosyal bilimci karşısındaki üstünlüğü, değişimi güçlü bir sezgiyle kavrama ve ânında tepki göstererek mizah formunda kamusal alana aktarma yeteneğinde saklıdır. Bu noktada, yeni kuşağın “hoca” ve üstatlarının öncelikle mizahçılar olduğu söylenebilir (Cem Yılmaz, Metin Üstündağ, Mehmet Çağçağ, Bahadır Baruter, Yiğit Özgür, Tuncay Akgün vb.). Bu olgu, şaşırtıcı olmamalıdır. Çünkü mizah, tüm sanatlar arasında “geneli gözetleyen” tek sanattır. Mizahçının metodu dışa dönüktür, genelleşebilir neticeler gözetir, dağınık verileri birbirine yaklaştırır, benzer halleri karşılaştırarak müşterek “garabetler” seçer ve bunları eserlerine aktarır.[28] Yeni kuşak da insansız ve kamusuz hiper kalkınma sürecinde değişen toplumsal gerçeklikte “garabetleri” seçmeyi, teşhir etmeyi, mizah yapmayı dergilerden, Cem Yılmaz vb.’den öğrenmiş; gündelik hayattan ve popüler kültürden temellerini alan ve kentli orta sınıf (adayı) gençliğinin alternatif sözlüğü olan Ekşi Sözlük[29], Zaytung[30] vb. sosyal ağların habitatı içinde bu mizahı rafineleştirmiştir. Penguen dergisinden M. Kutlukan Perker’in, Gezi’deki mizahla ilgili olarak kendisiyle yapılan söyleşide verdiği örnek ilginçtir:
[…] Terlikle olayları müdahale aracı diye komik bir espri ortaya çıktı. Ancak burada 90 kuşağından bahsediyoruz. Ben zannetmiyorum ki bu kuşakta annesinden terlik yiyen olsun. Bu aslında mizah dergilerinden öğrenilmiş bir şeydir. Gerçek hayatta görmedikleri bir şeyi ortaya çıkardılar”.[31]
Penguen dergisi çizeri Bahadır Baruter de, mizah dergileriyle beslenen kuşakların yıllar içinde sosyal medyayı da kullanarak Gezi mizahını rafine hale getirdiğine vurgu yapmaktadır:
Mizah yapmayı mizah dergilerinden öğrenmiş, aynı zekâda olmuş olan çocuklar birdenbire o enstrümanları keşfettiler. Bizim kalemimiz, kâğıdımız, dergimiz vardı. Onların Twitter’ları, Facebook’ları var. Bir tuşla iki kelimeyi biraraya getirip şahane bir espri çıkarabiliyorlar. Ve bizi aştılar. Bizim yaptığımız mizahı aştılar. Artık biz mizahçıları bile imrendirecek cinsten bir şey yapıyorlar. Bu bir mizah patlaması. Sokağa geri döndü mizah. Oğuz Abi’nin [Aral] yıllar önce sokaktan toparlayıp, devşirip dönüştürdüğü dilden beslenen mizah, 30 küsur sene sonra yeniden sokağa döndü.[32]
Gezi protestolarına damgasını vuran mizah anlayışı –Bergson’dan farklı olarak– Freud ve Bakhtin ekollerinden beslenmiştir. Freud, mizahın baskı altına alınan, yasaklanan, sınırlanan arzuların ve haz ilkesinin açığa çıkmasını sağladığını belirtirken, Bakhtin, karnavalesk mizahın, “belirlenmiş tüm kurallara, düzenlemelere, hiyerarşilere karşı” bir tür direniş biçimi olduğunu söyleyecektir. Bu ekole göre mizah, antik çağ öncesinden beri, hayatı Tanrısal, doğal, değişmez bir kader gibi gösteren kurallara, geleneklere, ideolojilere karşı insana ilişkin en temel hakikat biçimlerinden biri olarak varlığını sürdürmüş; iktidar sahiplerinin katı, bağnaz ve dar görüşlü fikirlerine ve resmî kültürüne karşı güçsüzlerin, aşağılananların, hor görülenlerin en güçlü silahlarından birisi olmuştur.[33] Mizah, iktidar ve egemenlik ilişkilerinin yol açtığı korkunun, endişenin, baskının, kasvetli kaderciliğin bir “ciddiyet atmosferi” içinde var olduğu bir dünyada zihinsel bir sığınak olabilmiştir. Çünkü mizah, baskıyı ters yüz eder, korkuyu azaltır ve bir şeylerin değişmesi gerektiğine ilişkin güçlü bir duygu ortaklığı kurar.
Bu nedenle Gezi’de kamusal alanda görünürlük kazanan mizahın neden bir “zihinsel sığınak” sayılması gerektiği hususu öncelikle tarihsel bir çerçevede ele alınmalıdır.
Gezi’nin Mizahı
Mizah, birçok kaynakta ‘güldürü’, ‘gülmece’, ‘gülünç’, ‘komik’, ‘komedya’, ‘gülme’, ‘komedi’ gibi çeşitli kavramlarla yakın anlamda kullanılır. Her ne kadar gülmenin tanımları üzerinde uzlaşmak kolay olmasa da, mizahi olmayan gülme, duygusal değişim içeren bir eylem olarak; mizahi gülme de anlama ve kavrama değişiklikleri içeren bir eylem olarak tanımlanabilir. Sabahattin Eyüboğlu, humour (mizah) kelimesinin Türkçe’de “gülen düşünce” diye karşılanmasını önerir. Düşünme ile gülme arasındaki nedensellik bağı, mizahi gülme ile mizahi olmayan gülme arasındaki farkı belirgin kılıyor. Gezi’de öne çıkan ise, Freud ve Bakhtin’in kuramlaştırdığı biçimde benliğin korku karşısında zihinsel olarak üstünlük kurduğu mizahi gülme biçimidir. Elbette mizahi olmayan gülme biçimlerinin de benliği rahatlattığını söylemek mümkündür.[34]
Toplumsal yaraları görünür kılmayı ve deşmeyi amaçlayan mizah ekolü, gülmeyi resmî kültürün yaygınlaştırdığı korku karşısında sıradan insanın direnebilme şansı bulduğu nefes alma alanı olarak ele alır. Mizahi gülüş, buna göre, tarih boyunca baskıcı düzenin kurallarına, değerlerine, kurumlarına, kültürüne “kamusal senaryo” gereği “inanmış” rolü yapan sıradan insanın sahne arkasında oluşturduğu “gizli senaryo”nun bir parçası olarak zihni “uyanık tutmaya” çalışan bir eylemdir. Mizah eylemi, insanlığın özne olma bilincini ve özlemini ayakta tutar; özgürlük umutlarını besler. “Kuralsız ve denetimsiz bir çağ”ın kalıntısı olarak gülme, mevcut dünyanın olduğu gibi kabullenilmesini engeller, korkuları ortadan kaldırır, yaşamın yükünü ve baskısını hafifletir. Bu nedenle mizah, komedi, espri, gülmece, haz ilkesi vb. eylem ve pratikler, tarih boyunca seçkinler, yönetici sınıflar tarafından daima baskı ve denetim altına alınmaya çalışılmıştır.
Umberto Eco'nun, ortaçağ İtalya'sında bir manastırda geçen ve Aristoteles’in Komedya isimli kayıp kitabıyla ilgili kurgusal bir felsefi gerilim öyküsü içeren Gülün Adı romanında, tutuculuğu, dar görüşlülüğü ve bağnazlığı temsil eden Kör Kütüphaneci, manastırdaki cinayetleri araştıran William'a mizah ve gülme eyleminin “verili dünyayı değiştirme isteğini” uyandıracağını söyler; ve bunun, “değiştirilemez Tanrısal kader”e karşı gelmek anlamına geldiği için “küfür” sayılması gerektiğini belirtir:
Gülme bedenimizin güçsüzlüğüdür; yozlaşması, yavanlığıdır. Köylünün eğlencesi, sarhoşun özgürlüğüdür [...] Gülmek köylüleri Şeytan korkusundan kurtarır; çünkü aptallar şenliğinde, Şeytan da zavallı bir aptal olarak belirir; bu yüzden de denetim altına alınabilir. Ama bu kitap[35] insanın kendisini Şeytan korkusundan kurtarmasının bilgelik olduğunu öğretebilir. Köylü, şarap boğazından lıkır lıkır geçerken güldüğü zaman kendini bey sanır;çünkü derebeylik ilişkilerini tepetaklak etmiştir [...] Gülmek, köylüyü bir an için korkudan kurtarır. Ama yasa korku aracılığıyla kendini kabul ettirir; yasanın gerçek adı Tanrı korkusudur. Oysa bu kitaptan, tüm dünyayı yeni bir ateşle tutuşturacak iblisçe bir kıvılcım çakabilir: Ve gülme, Prometheus'un bile bilmediği yeni bir korkuyu yok etme sanatı olarak tanımlanacaktır [...] Bu kitaptan, korkudan kurtularak ölümü yok etmek için yeni ve yıkıcı bir umut doğa[caktır] [...] Kıyıda kalan merkeze sıçrayacak; böylece merkezin tüm izleri silinecek [...] uşaklar yasa koyacak, biz de hiçbir yasanın olmadığı yerde o yasaya boyun eğeceğiz [...] Gülme sanatı ince bir silah durumu[na] getir[ilecek], ikna sanatının yerine alay sanatı, kefaretin sabırlı ve kurtarıcı imgelerinin yapısı yerine, tüm kutsal ve saygın imgelerin saygısızca yıkılması [geçecektir].[36]
Gerçekten de gülmek, Tanrı korkusunu, cehennem korkusunu ortadan kaldıran “şeytanın soyundan gelen” lanetli bir şeydir. Baudelaire'in gülme eyleminde işin içine “şeytansı bir şeylerin”, bir “muzırlığın” girdiğini, tensel olanın ruhu ayarttığını, baştan çıkardığını, saflığını bozduğunu, ona, “kalk hoşlanmadığın her şeye tepkini göster ve hoşlandığın her şeyi yap” diyerek devinimsizlikten kurtardığını söylemesi boşuna değildir.[37] Oysa ortaçağın egemen ideolojisi, çilecilik, kasvetli kadercilik, günah, ceza, ıstırap, baskıcılık ve sindiriciliğiyle hoşgörüsüz tek yanlı ciddiyet havasını kendi içinde barındırır.[38] Kilise ancak acı, sefalet ve yoksulluk dolu bir yaşam sonunda “ebedi hayatta” sonsuz kahkahalar vaat etmiştir. Bu nedenle “ciddi bir ağırbaşlılıkla” ayakta durmalıdır. Gülme ise ayartıcı ve rahatlatıcı özelliğiyle dikkati dağıtır, kargaşaya yol açabilir. Asi, uyumsuz ve boyun eğmez, denetlenemez özellikleriyle gülmek, engelleri yıkabilir ve gerektiğinde en mahrem mekânlara sızabilir.
Ortaçağda olduğu gibi modern çağda da kutsal, ilahi, değişmez, dokunulmaz, sorgulanmaz olarak kabul edilen yerleşik değerler ve katılıklar, mizah eylemi ile “buharlaştırılır”. Mizahi gülüş, egemen değerleri “itibarsızlaştırır, dünyevileştirir”. Buradan mizahı ağırlıklı olarak besleyen şeyin, “boyun eğmeme” fikri olduğu ortaya çıkar. Baskı her dönemde mücadele edilmesi gereken bir şeydir, komik (de) değildir. Böylesine komik olmayan bir olguyu ters yüz ederek gülünecek hale getirmek, bazı şeylerin değişmesi gerektiğini hissettirir ve değişim arzusunu besler.[39] Mizah, gerçek hayatın saçmalıklarına yeni ve farklı bir saçmalıkla karşılık verir. Bu bilinç sayesinde başka bir saçmalıkla karşı çıkılır ve nesne ile özne arasında bir “berabere kalma” durumu oluşur.[40]
Gezi’deki mizah, gerçek dünyayı mevcut haliyle kabul etmemiş, saçmalığını teşhir etmeyi amaçlamıştır. Reel politikanın olumsuzlanışı, mizahı “ütopya açlığı”yla ilişkilendirmiştir.
a.Gezi mizahı karnavalesktir
Gezi mizahının öne çıkan özelliği, karnavalesk olmasıdır. Bakhtin’in çalışmalarında karnavalesk mizah kültürü, Ortaçağ ve Rönesans'tan bu yana şenlikler, parodiler, palyaço, soytarı ve hokkabazlık gösterileriyle, yönetici sınıfların resmi, ciddi ve ağırbaşlı “törensel” kültürüne karşıtlık oluşturur. Hakiki insan ilişkilerinin hayata geçirildiği, tüm insanlığı kucaklayan, sonsuz bir sevinç vaat eden karnaval ruhu, özgürlüğün, eşitliğin ütopik alanını besler. Ortaçağ'da Büyük Perhiz'den birkaç gün önce kutlanan ve eski pagan şenliklerinin bir devamı olan karnaval, kilise ve feodal kültürün resmî kültür ve ideolojisinin ciddi tonuna karşı insan doğasının bedensel ve fikri düzeyde özgürce var olduğu dünyanın yenilenişinin, yeniden hayat buluşunun, yeniden doğuşun evrensel ifadesidir. Sonuç olarak karnaval hayatı, her daim halk sınıflarına “değişmez, Tanrısal bir kader” olarak empoze edilen mevcut yaşamın ötesinde daha özgür ve daha insanca bir yaşamın mümkün olabileceği hayalini canlı tutar.
Bakthin’e göre karnaval, halkın gülmeye dayanarak örgütlediği sahici, samimi hayatıdır. Resmî bayramların aksine, egemen hakikat ve kurulu düzen karşısında bir özgürleşmedir. Bahktin'in ifadesiyle “tüm hiyerarşik rütbelerin, ayrıcalıkların, normların ve yasakların askıya alınışı” ile toplumsal ayrıcalıkları hedef alan karnaval, “resmî dünyaya karşı kendi dünyasını, resmî kiliseye karşı kendi kilisesini, resmî devlete karşı kendi devletini” kurar.[41] Tüm hiyerarşik yapılar ters yüz edilir, mutlak kategoriler ortadan kaldırılır: “Soytarı, kral olur; kral ise soytarı”. Yaşam baş aşağı edilir; zaman geriye döndürülür, tüm insanlar eşitlenir. Yerleşik hakikatlerin geçersizleştiği ve göreceli hale geldiği “ters yüz olmuş bir dünya”dır bu. Sesi boğulan ya da bastırılanların kudretli olanlara karşı birikmiş kızgınlıklarını ifade edebilmelerini ve toplumsal adaletsizliğe isyan etmelerini sağlar. Dizginlenmiş konuşmanın, çarpıtmanın, tahakkümün olmadığı söylem ve iletişimin hüküm sürdüğü yer olan karnaval, yaşamlarının büyük bölümünü tabiiyet ve gözetim altında geçiren halk sınıfları için kurulu düzene karşı eleştirel tavır alabildikleri bir alandır.[42] Karnaval, bu anlamda çarpıtılmamış bir iletişim ortamı olarak Habermas'ın kamusal alanın normatif ilkesi olarak tanımladığı “ideal konuşma durumu”na denk düşer.[43] Gezi protestolarında mekânın/parkın protestocular tarafından temellük edilmesi, dünyanın bilinen hiyerarşilerinin tersine çevrilmesi, dışlandığını/ötekileştirildiğini hisseden grupların neşeli ve şenlikli bir biçimde kamusal alanın ideal iletişim özneleri haline gelmesi, (siyasal önyargılar yüzünden) birbirleriyle hiçbir zaman iletişim sürecinde biraraya gelmemiş grup, özne ve aktörlerin, karşıtlıkların biraraya gelmesi, bilinen dünyanın tepetaklak ya da altüst olması, karnavalesk dünyanın bir işaretidir.
Dionysos ayinlerindeki gibi hayatın ütopik niteliğinin kısa süreliğine öne çıktığı karnavalda asık suratlı/gülmeyen /mağrur/ağırbaşlı hayattan çıkıp belirli bir zamanda “her zaman”, “şimdi ve burada”,“bir ve tüm” yaşanır. Çünkü karnaval, “gücünü insanlığın ütopya açlığından alır. Belirlenmiş her şeye karşı bir isyandır: kurallara, düzenlemelere, hiyerarşilere”.[44] Başka bir deyişle Gezi’de zuhur eden karnaval mizahı, daha mutlu bir geleceğe, adil bir toplumsal düzene, yeni bir hakikate dair umutları ifade eder.
b. “Anne bak! Kral (elbisesinin altında dahi) çıplak!”
Mizah, o zamana kadar belli bir mesafeden bakılan, korkunun kaynağını oluşturan kutsal nesneleri sıradanlaştırır, büyüyü ve yanılsamayı bozar, baskı kaynağını askıya alır. Saygı duyulan şeye gülmek, gülenin korku kaynağı olan şey karşısında özgürleşmesini ve geçmişin baskıcı yükünden kurtulmasını sağlar. Böylece, Hannah Arendt’in de ifade ettiği gibi “otoritenin en büyük düşmanı ve onu zayıflatmanın en kesin yolu, kahkaha” olarak ortaya çıkar.[45] Otorite, hürmet gösterisiyle, alçak gönüllülükle, saygı ve tabiiyet pratikleriyle ayakta durur. Saygının alaya alınması, otoritenin “kamusal senaryo”sunun zedelenmesidir. Hâkim olanların, güçlülerin tahakküm ve hegemonyası altındaki “kamusal senaryo”suna karşı halk sınıfları, “sahne arkasında”, iktidar sahiplerinin doğrudan gözleminin ötesinde yer alan söylemler, konuşmalar, jestler ve pratikler geliştirirler.[46] “Gizli senaryo” adını alan bu pratikler, protestolar, mizah ve gülme pratikleriyle açığa çıkar. Kamusal alana açılan bu pratikler, bir açıdan sıradan insanın muktedirlere karşı açtığı, gayri resmi olarak ilan edilmiş “sembolik bir savaş”tır. “Gün ışığının dışında”, karanlıkta ifade edilenler artık herkesin önünde yüksek sesle söylenmeye başlanmıştır. Bu nedenle “gün ışığında” dile getirilen mizah eyleminin mottosu tarihin başlangıcından beri değişmemiştir: “Anne bak! Kral çıplak!”
Önceden “gizli senaryo”nun parçası olan söylem, jest ve pratikler, Gezi protestosunda pankartlar, sloganlar ve duvar yazıları yoluyla kamusal alana taşınmış ve otoritenin saygınlığına karşı şenlikli ve neşeli bir “itibarsızlaştırmayı” ilan etmiştir. Otorite sahipleri komikleştirilerek, yüce mevkilerinden aşağıya indirilerek, yakın ve tanıdık kılınarak, konumları altüst edilerek, reel dünyanın hiyerarşileri tersine çevrilmiştir. Çünkü, “güldüğünüz bir insandan korkmazsınız!”[47] Böylece baskının, hiyerarşinin ve eşitsizliğin olmadığı bir dünya “geçici” de olsa yaratılır.
c. Gezi mizahı korku kaynağını alt etmeyi amaçlamıştır
Otorite ve iktidar; terör, şiddet, dehşet, yasaklama, ciddiyet, sınırlama ve korku öğelerini içeren bir kültürü barındırır. Karnavalesk mizahın özelliği, korkuyu alt etmesi, korku karşısında zafer elde etmesidir. “Kutsal ve tabu olan her şeyle ilgili baskı ve suçluluk, dünyevi iktidar, otoriter yasaklamalar, ölüm, cehennem, ölüm sonrası cezalandırmalar” mizah sayesinde yenilir. Bakhtin, karnaval gülüşünün “korkutucu olan her şeyi nasıl grotesk haline” getirdiğine ilişkin şu örneği verir: “Karnavalın vazgeçilmez aksesuarlarından biri ‘cehennem’ olarak adlandırılan bir araba[dır] [...] Bu ‘cehennem’ şenliklerin doruk noktasında yakılıyordu. Korkunun mağlubiyetini hesaba katmadan, bu grotesk imgenin anlaşılması mümkün değildir. İnsanlar korku kaynağıyla oynarlar ve ona gülerler, korkunç olan şey ‘komik bir canavara’ dönüşür.”[48] Böylelikle binlerce yıldır insanın bilincinde ve bilinçdışında yer etmiş “kutsal olandan, yasaklardan, iktidardan, cehennemden” kaynaklanan korkular, gülme eylemi sayesinde alt edilir.
Gezi protestoları da, karnavalesk diliyle, korkunun kaynağı olarak kodlanan statükoyu, hiyerarşiyi temsil eden kişi, kurum ve kuruluşları hınzırca ve muzipçe aşındırarak, saygınlıklarını azaltarak, eşit ve dokunulabilir hale getirdi. Otorite ve statükoyu temsil eden varlıklar, kinik bir alayla ve hınzırca sözlü tacizlerle yüce konumlarından yere indirilmiş; sembolik olarak alaşağı edilmiş oldu. Korkutucu ve dehşetengiz olan her şey, mizah sayesinde komik bir varlığa dönüştü.
Protestoculara tazyikli suyla müdahale bulunan Toplumsal Olaylara
Müdahale Aracı –kısa adıyla TOMA– da “komik bir makineye” dönüştürüldü,
tanıdık kılındı ve sarkastik dilden payını aldı.
Polisin protestoculara karşı kullandığı biber gazı, eylemciler tarafından canla başla sahiplenilerek (“biber gazına eyvallah!”) korku kaynağının alt edilmesinde önemli bir eşik oluşturdu.
Elbette devlet kaynakları ve otoritesiyle, siyaseten üzerine yaslanacağı kendi ‘ideal toplum’unu inşa etme gayretinde olan ideolojik bir parti kimliğine bürünen; ‘kimlik ve toplum mühendisliği’ pozisyonuna savrulan[49] hükümet ve hükümet başkanı da mizah eyleminin hedefleri arasında yer aldı.
d. Gezi mizahı ifade ve arzu patlamasıdır
Mizahı besleyen kaynaklar arasında, baskı altına alınan, yasaklanan, sınırlanan arzuların açığa çıkartılması vardır. Bastırılan enerjilerin “kahkaha olarak geri dönüşü”, haz ilkesinin yeniden ortaya çıkmasıdır. Freud, espri, nükte, komedi ve şakaların bilinçdışıyla ilişkisine dikkat çektiği çalışmasında, kültürün baskı altında tuttuğu yasak ve düşünceleri bilince çıkarmak için şaka, espri ve mizah yapıldığını savunur.[50] Bu noktada espri yapmak, mizah eylemi, baskı altında tutulan enerjinin açığa çıkarılması olarak ortaya çıkar. “Açığa çıkarılan”, “boşaltılan”, “serbest kalan” enerji, baskıcı bir uygarlığın kısıtlayıcı engelini aşar ve “patlar”. İfadenin, arzunun baskılandığı her yerde kaçınılmaz olarak ifade ve arzu patlaması vardır. Söz ne kadar baskılanırsa o oranda “patlar”. Baudrillard'ın ifadesiyle “Nerede bir stasis [tıkanma] varsa, orada bir metastaz [çoğalma] vardır”.[51] Bastırılan, aşağılara itilen, yasaklanan enerjilerin mizah formunda geri dönüşü rahatlatıcıdır, canlılık katar, anlama ve kavrama değişikliklerine yol açar. Gezi mekânının ele geçirilmesi, dönüştürülmesi sırasında açığa çıkan arzu, heyecan, neşe ve coşku, baskıcı hayatı geçici bir süre için askıya almıştır. Baskılanmış düşünceler, tabulaştırılmış özgürlük imgeleri, mizah aracılığıyla ortaya çıkartılmış; tıpkı sanatsal imgelem gibi mizah, “mutluluk vaadini” yerine getirmiştir. Vaneigem’e göre de her türlü bastırılmış arzu, kendisini karnaval olarak ortaya koyar. Çünkü coşku ve haz, kapitalizm altındaki iş ve alışverişin resmî dünyasının fiziksel ve psikolojik sonucu olan “hayatta kalma hastalığı”nı tersine çevirir.[52]
Gezi protestolarında baskıcı modern rasyonalitenin alaşağı edilmesiyle açığa çıkan libidinal enerjinin, Herbert Marcuse’nin kuramsal yaklaşımlarıyla örtüştüğü söylenebilir. Yaşam içgüdülerinin onaylanması anlamında mizah (sanat gibi), “kurtuluşun baskılanmış imgesi” nin geri dönüşüdür. Kuramsal çalışmalarında Freud’u izleyen Marcuse, yazılı tarih boyunca baskı altına alınan “insanın içgüdüsel doğası, cinsel libido yani Eros olduğunu” söyler. Buna göre “yaban insanın ihtiyaçlarını giderme ve uygarlaşma mücadelesi için gerekli olan ilk baskının yanı sıra (Freud), sınıflı toplumun yapısı eşitsizlikten ve tahakkümden doğan artı-baskı” yazılı tarihi yaratmıştır.[53] Bu nedenle akıl, araçsalcı bir çerçeveden çıkarılmalı ve “Eros” kavramını içeren “libidinal rasyonalite” insan aklının doğa ve öteki ile ilişkileri bağlamında yeniden biçimlendirilmelidir. Rasyonalist-öznelci geleneğin baskıcı aklına karşı özgürleştirici bir alternatif olarak yaşamın “estetik-erotik” boyutunu içeren yeni bilimsel-rasyonel paradigma, Logos yerine Eros’u geçirmeyi amaçlar. Böylece içgüdüsel ayaklanma, ancak aklın ayaklanması ona rehberlik ve eşlik ettiği zaman politik bir güç haline gelir.[54] Gezi protestolarında ortaya çıkan enerjinin içgüdüsel ve libidinal bir boyut içerdiği kuşkusuzdur. Önemli olan, Gezi’de açığa çıkan içgüdüsel ayaklanmaya, doğru bir teori ve tutarlı bir siyaset felsefesinin eşlik edip edemeyeceğidir.
e. Gezi mizahı müphem kategoriler inşa etmiştir
Mizahın –akışkan, uzaklaştırıcı ve uyumsuz özelliği nedeniyle– yaşamın her tür mekanizmiyle, otomatizmiyle, “bir doğa kanunu” gibi işletilmeye çalışılan rasyonel bürokratik yapıyla, saatin tik-takları gibi işleyen değişmez toplumla arasında kan uyuşmazlığı vardır. Her şeyden önce mizah, modern dünyada her şeyin kesinliğine, dakikliğine, nicelliğine karşı “müphem kategoriler” inşa eder. “Müphemlik olgusu”, Bauman’a göre modernitenin ana ıstırap kaynağı olarak ortaya çıkar. Bu nedenle müphemliğin kökünü kazıma çabası, modern siyasetin, modern aklın temel hedefidir. Modern akla dayanan iktidar, “tanımları sabitleme” amacı güttüğü için iktidarın tanımlamasından kaçan her şey sapkındır, anormaldir ve meydan okumadır.[55] Weber'in “Aklın Demir Kafesi” , modern aklın bir metaforudur. Moderniteye karşı konum alan bir çok anomali (aylak, bohem, avangart, eşcinsel, marjinal vb.) gibi mizah da sapkındır. Çünkü normal olanı kararsızlaştırır, tedirgin eder, tereddüde sokar. Sabitlenmeyi reddeder, statükoya karşıdır. Hiçbir şeye ya da kimseye bağlılık yemini etmez. Tutarsızdır, uyumsuzdur, irrasyoneldir, dizginlenemez, düzenlenemez. Düzeni, uyumu, tasarımı bozan, normlardan, kurallardan sapan, olasılık hesaplarını alt üst eden, hesaplamaların dışına çıkan bir alandadır. Her şeyin müphemliği, her şeyin yaratıcılığa açık olduğu anlamına gelir. Çünkü müphemlik, Kartezyen düşüncenin kör ve sakatlayıcı kesinliklerinin dışında farklı bakış açılarını mümkün kılar. Gezi Direnişi’ni Badiou’nun terimiyle bir “hadise” (event)[56] haline getiren de, mizahın açığa çıkardığı “sonluluğun içindeki sonsuzluğu” hedefleyen muğlak hakikate duyulan sadakattir. Mizah eylemi, yeni bir dünyanın mümkün olduğu hissini yaratmıştır.
Gezi protestolarına katılanların oluşturdukları sloganlar, duvar yazıları, pankartlar geleneksel protestolarda sık tanık olunan intikamcı, maskülen, katı, rövanşist, yer yer şiddet de içeren seksist ve homofobik dili ve atmosferi yumuşatmıştır. Geleneksel protesto dilinin ve siyasetin katı rasyonalitesinin “yumuşatılmasının” nedeni, Gezi’deki kadın/feminist ve eşcinsel hareketlerin varlığıdır. Feminist ve eşcinsel hareketlerin varlığı, eylemlerde kullanılan geleneksel sloganları aşındırmış, geleneksel sol siyasetin diliyle aralarına ironik, mizahi bir mesafe konulmasını sağlamıştır. Bu, diğer protestocularda kamusal alan ve mekânların eril (maskülen) özelliğinden arındırılmasına yönelik bir farkındalığın oluşmasına katkıda bulunur. Kadınlar ve LGBT üyeleri, kamusal alanları yeniden sahiplenme hakkını, duygulanma hakkıyla birleştirerek parkları ve sokakları hepimizin parkları ve sokakları yaparlar. Söylemek dahi gereksiz: Gezi, kadınların ve LGBT üyelerinin varlığı sayesinde şenlikli bir protesto olabilmiştir.
f.Gezi mizahı kiniktir
Egemen ideolojinin ağırbaşlı, ciddi havasının ve resmî kültürün karşısına gündelik sıradanlığı çıkaran Gezi mizahı, ironi ve alay yoluyla bu kültürü reddetmiş, Žižek’in ifadesiyle “ideolojik lafların yüce soyluluğunun arkasındaki iktidar hırsını, bencil çıkarları, şiddeti teşhir etmiştir.”[57] Kinik mizahla, egemen-yerleşik kültürün mevcut kod ve sembolleri bozulmuş ve alaşağı edilmiştir. “Döven Park” , “Tomalı Hilmi”, “Gazılay”, “Sahibinden Satılık Toma” gibi söz oyunları; keza protestolar sırasında taraftar grupların 155 Polis İmdat’ı arayıp “gaz sipariş etmeleri” de kinik aklın bir sonucudur.
Gezi mizahı, geleneksel siyasal iletişim kodlarını yapıbozuma uğratmış, yukarıda tartışıldığı üzere, siyaset yapma biçimlerinde “müphem” kategoriler inşa etmiştir. Her şeyin birbirine denk olduğu, “ters yüz” olmuş bir dünyada artık Mustafa Kemal ile Mustafa Keser arasında fark kalmaz. Böylece “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı, “Mustafa Keser’in askerleriyiz”e; “Faşizme karşı omuz omuza” sloganı, “Faşizme karşı bacak omuza” ya; “Kahrolsun Faşizm” sloganı, “Kahrolsun bağzı şeyler”e; “Çare Sarıgül”, “Çare Drogba” ya da “Çare Morgül”e; “Kimseye Boyun Eğme, Tek Yol Devrim” sloganı, “Kimseye boyun eğme, omurganı dik tut, Tek Yol Pilates”e; “Her yer Taksim her yer Direniş” sloganı, “Her yer Maksim her yer Gazino”ya; “Yaşasın Tam Bağımsız Türkiye” sloganı “Yaşasın Tam Bağımsız Kuru Kahveci Mehmet Efendi” ye ; “Kahrolsun zindanlar, tutsaklara özgürlük” , “Kahrolsun mezbahalar, tavuklara özgürlük”e dönüştürülür. “Tomalara göğüs geren işte benim Zeki Müren” sloganı eril iktidara karşı korkusuzluğun, kayıtsızlığın kamusal bir ilanı gibidir. “Burası küçük burjuvazi dolu” yazısının arkasından gelen, en az önceki kadar mantıklıdır: “Zengin eylemcilerin kaliteli maskeleri var, kıskanıyoruz”. Neşe ve kahkaha, davet edilmediği bir baloya muzipçe ve arsızca sızmıştır.
Hükümet başkanının protestocuları aşağılamak için sarf ettiği “çapulcu” ifadesinin protestocular tarafından “içtenlikle” benimsenmesi ve ortak bir kimliğe dönüştürülmesi, Žižekvari kinizmin diğer sonucudur. Geziciler, otoritenin kendilerine yönelik söylemine canla başla sahip çıkmışlar; bir zamanlar Beatnik kuşağının kendilerini hor görmek için söylenen “Beat” ifadesini sahiplenmeleri gibi “Çapulcu” kelimesini de “Çapulcu güzeldir”e dönüştürmüşlerdir. Hiciv, kelimenin anlamını değiştirmiş ve böylece hicvedilen kişi kendi silahıyla vurulmuştur.[58]
g. Gezi mizahı grotesktir
Karnaval ruhundan ilham alan yeni iletişim formlarında görgü kuralları, disiplin kuralları gevşer, müstehcen söz ve ifade biçimleri öne çıkar; yeme içme, dışkılama, cinsel hayat imgelerinin rol oynadığı “maddi nedensellik ilkesi”, yeniden hayatla buluşur. “Grotesk gerçekçilik” ilkesi, dünyanın maddi ve bedensel hayattan kopukluğunun karşısında durur. Dünya ile beden birbirinden kopuk değil, bir bütündür. Temel ilke: yüksek, ruhani, ideal, soyut olan her şeyi yukarıdan aşağıya indirmek; yukarıdakileri maddi düzeye, dünya ve bedenin alanına aktarmaktır.[59]
Grotesk gerçekçilikte dışkılama, geğirme, çiş yapma, osurma vb. hem değer düşürücü, yıkıcı, yenileyici, doğaya uygun bir eylem olarak ortaya çıkar. Gargantua adlı kitabında Rabelais, Gargantua’nın üç ay, yedi gün, on üç saat, kırk yedi dakika işediğinden ve sonunda Rhone Nehri ve yedi yüz geminin meydana geldiğinden söz eder.[60] Rönesans edebiyatının tipik bir özelliği olan yüce törensel kategorilerin maddi dünyaya indirilerek itibarsızlaştırılması, dünyevileştirilmesi (Boccaccio’nun Dekameron’undaki açık saçık hikâyeler, Don Kişot’ta şövalye törenselliğinin itibarsızlaştırılması vb.) bedenin alt bölgeleriyle ilişkilidir. Her türlü sınırın ihlal edilmesiyle ilişkilendirilen “grotesk” kavramı, bedenin tamamlanmamış, bitmemiş, eksik ya da fazla olmuş kısmını işaret eder. Birbirini dışlayan tüm unsurların birleştiği ve iç içe geçtiği grotesk, “anlamın paradoks”unu öne çıkarır. Ezberler, sabitlenmiş hakikatler, basmakalıp yargılar, “evrensel kategoriler”, sorgulanır hale gelir. Grotesk tahayyül, yüce ve kutsallık atfedilen nesnelerin yeni bir biçimde görülebilmesini sağlar; bu da yaşamın ütopik niteliğinin öne çıkarılmasıdır. Bourdieu de halk sınıflarının “müstehcenliği kullanma” amacının, egemen sınıf ve grupların yüce gördüğü tüm ‘değerleri’ baş aşağı çevirip ters yüz etmek ve kültürel sermayeye dayalı ‘sosyal konum’lara karşı aktif bir saygısızlık hali yaratmak olduğunu savunacaktır.[61]
Grotesk beden, ayrıca doğadaki akışlara duyarlı bir bedendir. Toplumsal altüst oluşlarla doğadaki altüst oluşların örtüşmesi rastlantı değildir. Hayatın akışını kesintiye uğratan her türlü tabakalaşmaya karşı hem doğada hem de toplumda grotesk tavırlar ortaya çıkar.[62] Gezi’nin grotesk tavrı da, zihnin alışılmış bakış açısından kurtarılmasını, şaşırtıcı ve beklenmedik olanın ortaya çıkışını, nesnelerin göreceli doğasının fark edilmesini, algı kapılarının açılmasını sağladı.
Geleneksel sol politik literatürde “direnmek” ve “direniş” kelimelerine kutsiyet atfedildiği bilinir. Özellikle “direniş” sözcüğü, “kurtuluş” ya da “devrim” uğruna ödenen büyük bedelleri çağrıştırır. Açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında, toplumsal eylemlerde bu sözcükler “kutsal bir hale”yle sarılır. Gezi’de “diren” ve “direniş” sözcüklerinin kullanımı, protestocuların kendileriyle dahi dalga geçebileceklerini gösterdi. Duvar yazıları açısından önem taşıyan spreyler bittiğinde ya da videoların, mesajların ânında paylaşılması için gereken şarj tükendiğinde yazılan “Diren iPhone şarjı” veya “Diren sprey” sloganları, bunun örnekleriydi. Gezi protestolarını haberleştirmeyen NTV haber kanalının bağlı olduğu Doğuş Grubu’na ait Nusr-Et lokantasının Etiler’deki şubesi önünde gerçekleştirilen eylemde açılan dövizlerden biri ise şuydu: “Yandaş Pirzola İstemiyoruz: #direnantrikot”. Şişli Belediye Başkanlığı tarafından asılan “Sünnet Kayıtlarımız Başlamıştır” yazılı pankartın üzerine yazılan “Diren Pipi” sloganı da Bakhtinci karnaval mizahının zirvelerinden biridir.
Gezi, politik realiteyi katı ikiliklerle ve örgüt disiplini içinde algılayan geleneksel politik gruplar açısından da ilginç bir deneyim oldu. Gezi’nin mizahı yalnızca iktidarın sembol ve terimlerini itibarsızlaştırmakla kalmadı; geleneksel muhalefetin “katılaşmış” terim ve sloganlarını da yumuşattı. İlk kez bir toplumsal muhalefet , kendisiyle alay etti; neşeyi, coşkuyu, arzuyu protestolara kattı. Geleneksel sol muhalefetin kutsallık atfettiği terimler de “itibarsızlaşma”dan payını aldı; siyaset, ciddiyet halesinden sıyrıldı; “çelik çekirdek”ten oluşan örgüt disiplini gevşedi. Hiyerarşik olmayan, yatay ilişki ağlarıyla birarada olan, eşitlikçi, sıradan yurttaşların olduğu bireysel inisiyatiflere açık bir yapı, protestolarda öne çıktı.
g. Gezi mizahı popüler kent kültürü mizahıdır
Gezicilerin profiliyle ilgili araştırmalar, bu mizahın kentli, eğitimli, dil bilen, sosyal medyayı iyi kullanabilen, ironik ve alaycı orta sınıf ya da öğrenci bir genç kuşak tarafından üretildiğini ortaya koyuyor.[63] Bu kuşağın ayırt edici özelliklerinden birisi –yukarıda aktarıldığı gibi– popüler kültür ürünlerine hâkim olması. Nitekim, global popüler kültürün simgeleri, Gezi’deki mizahı besleyen en önemli unsurlardan oldu: Yıldız Savaşları film serisinden Taht Oyunları dramasına; V for Vandetta filminden Yüzüklerin Efendisi’ne; Süperman’den “Avengers”a popüler kültürün simgeleri duvar yazılarına, sosyal ağlara, pankartlara, dövizlere taşındı. Protestolara katılan ya da destek veren birçok yurttaş, Y kuşağının çok sevdiği bir çizgi roman ve film olan V for Vandetta’nın simgesi haline gelen Guy Fawkes maskesi taktı.
İyi bir sinema ve televizyon seyircisi olan Y kuşağı, bu anlamda, 1990’lı yıllarda mizah dergilerinin üstlendiği (kültür merkezli) siyaset ve medya eleştirisini devam ettirmiştir. Türkiye’de özel radyo ve televizyon yayıncılığının 1990’larda başlamasıyla (Star 1) birlikte, kitle medyasına ve kitle siyasetine ilişkin ironik ve alaycı eleştirinin öncülüğünü mizah dergileri üstlenmiştir. Özellikle Leman, siyaset ve medya alanındaki “ahmaklıkları” ve “garabetleri” kinik bir mesafeden, alaycı bir tonla başarılı biçimde teşhir etmiş; bunlarla alay ederken popüler kültür simgelerine sıklıkla referansta bulunmuştur. Kızılmaske/Fantom’dan Süpermen’e; Tarkan’dan Red Kit’e popüler kültür simgeleri, reel siyasetin ve medyanın “içler acısı” halinin kültürel eleştirisinde kullanılmıştır. Genç kuşak, mizah dergilerinin bu “üslubunu” sosyal ağlarda sürdürmüş; Gezi’de görünür kılmıştır. Gündelik hayat ve popüler kültürden beslenen Gezi mizahı, büyük harflerle “Siyaset”in içinin kof olduğunu göstermiştir. Gücü de buradadır.
Sonsöz
Her mizah eylemi, bir uyumsuzluk yaratır. Kozmosu düzenleyen “Evrensel Akıl”a ulaşma çabası, iktidar yapısındaki “monist kurgu”, her kahkahada sekteye uğrar, çatlamaya başlar. Mizah, özgür ve eleştirel düşünceyi gerektirdiğinden tiranlar, despotlar, diktatörler tarafından her dönemde Personae non Gratae (istenmeyen kişi) ilan edilir.[64] Toplumsal hayatı düzenlemeye çalışan her tür kural, form ve şekil ister istemez katılık oluşturmak zorunda olacağından mizahi eylem, çerçeveyi her daim “yapıbozumuna” uğratır. Nerede bozulacak bir ilke, altüst edilecek bir düzen varsa, orada uyumsuzluk ve mizah yer alacak demektir.[65]
Egemen değerler, ideolojiler, kalıplaşmış dar görüşler mizah sayesinde “yıkılır” ve “önemsizleşir”. Freud, acı ve korkunun, endişenin azaltılmasında mizahın rolünden bahsettiği yazısında şu fıkrayı aktarır: Pazartesi sabahı idama götürülen mahkûm, şu espriyi yapar: “Hafta başlangıcı için güzel bir gün!”[66] Mizah sayesinde acı ve korku veren zihinsel olgular benlikten alınır, üst-benliğe taşınır. Böylece yücelmiş olan üst-benlikte benliğin önemsediği her şey, tüm çıkarlar, boş, değersiz ve işe yaramaz görünür.[67] Gezi protestolarında genç kuşağın mizaha başvurması, komik olmak zorunda olmasının “esprisi”, tam da budur. Genç kuşağın üyesi Gökçe Baydar, ellerinde mizahtan başka bir şey olmadığını şöyle anlatıyor:
‘Ne kadar da komikler, ah zeki parlak gençlik’ gibi coşkuyla karşılanan gençler olarak biz komik olmak zorunda olduğumuzun farkındaydık. […]
Birçok genç, sokağa yansıttığı mizaha bu kadar şaşırılmasına şaşırıyor. Biz biliyorduk oysa kendimizi. Bizi üniversiteye alırken sırtımıza boyumuzdan fazla yük bindiren, üniversite mezunu olurken birden fazla yabancı dil ve iş tecrübesi bekleyen, hep ama hep daha fazlasını daha az maaş ve güvence karşılığı isteyen ama adaletsiz sınavlarının hesabını bile vermeyen iktidar, bunca adaletsizlik, işsizlik, güvencesizlik, baskı ve onların getirdiği öfkeyle nasıl baş ettiğimizi merak etmemiş demek ki.
Geleneksel anlamda politika konuşmadığı için depolitik olarak tanımlanan bizlerin popüler kültüre sıkışırken tek tutanağımızın mizah olduğunu anlamamış.
O kadar sevimli ve masum olarak kutsanan bu üslubun arkasında, gençliğin birikmiş yaraları var. Önemli olan o yaraları görmek; hatta önemli olan televizyona çıkan uzmanların gençler hakkında anlatması değil, bizzat gençlerin anlatması.[68]
Tarih boyunca mizah, dünyayı, şeyleri, olguları alışılmışın dışında, farklı bir biçimde göstermiştir. Mizah anlayışı olmayan, ciddi ve ağırbaşlı iktidarlar, “hakikatin” açık ve net olduğuna, herkesin bunu kabul etmesi gerektiğine inanırlar. Bir “yeraltı hareketi olan kahkaha”, bu planları bozar. Kahkaha, iktidarın işlevsel amaçları için kullanılamaz, Bakhtin’in dediği gibi tarih boyunca kahkaha, “hiçbir zaman insanları bastırıp körleştirmeye yönelik bir araç olmamış; daima bir özgürlük silahı olarak kalmıştır”. Gülen insan, geçmişin, şu ânın yükünden kurtulur ve güçlü olanın gülünçleştirilmesi, zayıflar, yoksunlar, alttakiler için yüreklendirici bir deneyim haline gelir. Mizahın açığa çıkardığı alışılmamış olan, “rasyonel”, işlevsel, pragmatik, katı akıl yürütücü düşüncenin ötesine geçer. Nietzsche, ifadesinde insanları mutlak ve kesin olarak özgürleştirebilecek tek şeyin “zincire vurulmamış biçim bozucu gülme” olduğunu söyler gibidir: “En azından bir kere dans etmediğimiz her günü yitirilmiş; hiç olmazsa bir kahkahanın eşlik etmediği her hakikati sahte saymalıyız”.
Gezi Parkı ve kent (Taksim) meydanı, mizah eylemi sayesinde bir oyun alanı, lunapark haline gelmiştir. Politik ortamdan kaynaklanan gerilim, bu sayede “yumuşamış”; farklı ve karşıt politik duruşlardaki gruplar, birbirleriyle “dertleşmeye” başlamıştır. Gezi’nin mizahı, Nietzsche’yi ve “dans edemediğim devrim, devrim değildir” diyen Emma Goldman’ı haklı çıkarırcasına dans ve kahkahayı (coşku ve arzuyu) aynı anda bünyesine almış; insanlığın özgürleşme umudunu besleyen bir “ütopya açlığı” olarak “Hadise” nin önemli bir bileşeni olabilmiştir.
Bu metin, 21-23 Kasım 2013 tarihleri arasında Dicle Üniversitesi 1. Uluslararası Siyasal İletişim “Demokrasi ve Yeni Süreçler” Sempozyumu’nda sözlü olarak sunulmuştur.
[1] İddia edildiğinin aksine ana-akım medyadaki haber gizleme ve haber çarpıtma (dezenformasyon), sosyal ağlardan çok daha fazladır. Gezi parkı protestoları sırasında sosyal ağlarda dolaşımda olan dezenformasyon, kısa süre içinde kendi içinde yalanlanarak dolaşımdan kalkmıştır. Ana-akım medyanın haber gizleme ve çarpıtma pratiğinin iletişim özgürlüğüne ve gazetecilik etiğine daha büyük zararlar verdiği/vereceği açıktır.
[8] Korkut Boratav’la söyleşi, “Olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı”, (Ö. Göztepe), http://www.sendika.org/2013/06/her-yer-taksim-her-yer-direnis-bu-isci-sinifinin-tarihsel-ozlemi-olan-sinirsiz-dolaysiz-demokrasi-cagrisidir-korkut-boratav/2013 Boratav, kendisiyle yapılan söyleşide Gezi “hadise”sinin neden olgunlaşmış bir sınıfsal hareket sayılması gerektiğini şu ifadelerle anlatıyor:“Gezi, olgunlaşmış bir sınıf hareketidir; zira (Taksim projesiyle) yapılan, toplumun (halkın) geçmiş kuşaklarından devralınmış ortak varlıklarının siyasi iktidarlar tarafından kapkaççı bir burjuvaziye peşkeş çekilmesidir. Direnenler, bir anlamda, geçmiş kuşak halklarının bugüne devrettiği ortak varlıklarının burjuva mülkiyetine dönüşmesine karşı çıkıyorlar. Başbakana baktıklarında bu özelliği algılıyorlar ve bu nedenle tepki gösteriyorlar. Bu anlamda üst düzeyde, olgunlaşmış bir sınıfsal tepki söz konusudur.”
[10] Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, çev. H. Tufan (İstanbul: YKY, 2000) s. 54; Hardt ve Negri, İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz (İstanbul: Ayrıntı, 2001) s. 158-159.
[11] G. Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, çev. İ.Türkmen (İstanbul: Ayrıntı, 2001) s. 53.
[12] Hakim Bey, Geçici Otonom Bölgeyi şu şekilde anlatır:“Onun en büyük gücü görünmezliğinde yatmaktadır - devlet onun farkına varamaz, çünkü tarih onu tanımlamamıştır. Geçici Otonom Bölge’nin adı konulur konulmaz (temsil edilince, dolayımlanınca) gözden kaybolmalıdır; gösteri açısından tanımlanamaz olduğu için bir kez daha görünmez olarak başka bir yerde yeniden ortaya çıkmak üzere, içi boş kabuğunu arkasında bırakarak kaybolacaktır." Buna göre Geçici Otonom Bölgeler, merkezsiz, dinamik, ağlarla oluşan, karnavakesk ve şenlikli komünal birlikteliktir. Bkz. Hakim Bey, T.A.Z. Geçici Otonom Bölgeler, çe.v Rahmi Öğdül (İstanbul: Stüdyo İmge, 2002).
[13] Süreyyya Evren, “Benim parkım benim kararım”, Birikim sayı 291-292, 2013 Temmuz-Ağustos, s. 90-102.
[14] Hardt ve Negri, İmparatorluk, s. 409.
[15] Bu noktada “askerî vesayet rejimi” döneminde şenlikli protestoların öncülüğünü üstlenen ve mizahı politik bir eylem biçimi olarak başarılı biçimde kullanan Genç Siviller’in Gezi protestoları sırasındaki “namevcudiyetleri” sorgulanması gereken bir husus olarak öne çıkıyor.
[16] Gezi Parkı protestolarının dili ile Fransa 68’de sloganlarıyla en etkili grup olarak ortaya çıkan sitüasyonist hareketin dili arasında paralellik kurulabilir. 1972 yılına kadar varlığını sürdüren sitüasyonist hareketin aktörleri, kentteki yabancılaşmanın coşku, arzu, şiir, yaratıcılıkla aşılacağına inanırlar. Kapitalizmin yabancılaştırdığı kendi yaşamlarını ele geçirmek için önce kentsel mekânın “ele geçirilmesi” gerekmektedir. Gezi Parkı’nda olduğu gibi kentsel mekânı “kendine mal etmek”, kenti “oyun alanına” dönüştürmek anlamında önemli bir kavram/pratik olarak yeni durumlar yaratmak (“constructing situations”) bu hareketin temel amacıdır. Bkz. sitüasyonist mekân, http://ratherdancethantalk.wordpress.com/2011/02/03/169/, erişim:13.0.2013
Ali Artun’a göre de Gezi protestolarının yeniden canlandırdığı ruh, 1968 Devrimi’nin arkasındaki sitüasyonist hareket ve onun lideri Guy Debord’un bildirileridir. Çünkü Gezi protestosu, tam da Debord’un ifade ettiği gibi bir “sitüasyon inşa etmiş”, kısa süreli yaşam ortamlarını somut olarak kurmuş ve onları daha üst düzeyde bir tutkuya dönüştürerek kent meydanını (Gezi parkı ve Taksim meydanı) sanat eserine dönüştürmüştür. Bkz. Artun Ali, “Mucize”, http://www.e-skop.com/skopbulten/mucize/1336.
[19] B. Güvenç, İnsan ve Kültür (İstanbul:Boyut 2010).
[20] H. Nalçaoğlu, “Yeni Toplumsal İletişim Ethos’u: İstanbul Gençliği ve İletişim Teknolojileri Kullanımı”, Katılımın e-hali: Gençlerin Sanal Âlemi, (ed.) A. T. Aydemir, (İstanbul: Alternatif Bilişim Derneği, 2011) s.163-186.
[21] McLuhan, Yaradanımız Medya (Araç Mesajdır), çev. Ünsal Oskay (İstanbul: Merkez Kitaplar, 2005) s. 8, 26.
[23] Burada “liberter” terimi, “liberal” teriminden farklı olarak bireysel özgürlüklerin kamusal özgürlüklerle (sosyal haklar vb.) kesiştiği; gündelik hayatın içinden üretilen politik duruş olarak kullanılmaktadır.
[24] Sinik aklı, “her an her şey olabilir, biz işimize, kendi çıkarımıza bakalım” ya da “neme lazımcılık” olarak; kinik aklı da “yüce ve kutsal vb. görülen her şeyin sıradanlaştırılması” olarak yorumlamak mümkündür. Bkz. Žižek, İdelojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, (İstanbul: Metis, 2002).
[25] Bu noktada geçlerin “siyasete ilgisizliği”, “apolitikliği” gibi, çoğunlukla bilimsel olmayan adlandırmalar, etiketlemeler ve sınıflandırmalardan kaçınmak gerektiği açıktır. Gezi protestolarından sonra bu tarz damgalamaların yapılması zor gibi görünüyor. Ama gene de belirtilmesi gereken husus şudur: “Siyasete ilgisizlik” olarak bahsedilen olgudaki “siyaset”ten ne anlaşıldığı tartışmalıdır. Ana-akım medyada siyasetin hükümet icraatlarına, hükümet başkanının ya da bakanların açıklamalarına indirgenmesi hususu dikkate alınmadan bu konuda yargıda bulunmak hatalı olacaktır. Ayrıca siyasal alan, gençler tarafından çoğunlukla “çıkar ilişkilerinin başrolü oynadığı kokuşmuş” bir düzen olarak tanımlanmaktadır. Değiştirilmesi zor, katı kuralları olan bir alan olarak, birey olarak bir şeyleri değiştirmenin çok zor olduğu bir alan olarak algılanmaktadır. Siyasal partiler gençler tarafından kendilerini rahatça ifade edemeyecekleri alanlar olarak tanımlanmaktadırlar. Fakat bu durum gençlerin olup bitenle hiç ilgilenmediği anlamına gelmemekte; olup bitenlerden dolayı yaşanan mutsuzluk ve huzursuzluk duyguların içinde Gezi protestolarına kadar saklı bir eleştiri, gizli bir muhalefet olduğunu söylemek mümkündür. Bu konuda bkz. Lüküslü, “Bilişim Teknolojileriyle Örgütlenen Gençlik Hareketleri ve Yeni Bir Siyaset Arayışı”, Katılımın e-hali: Gençlerin Sanal Âlemi, (ed.) A. T. Aydemir, (İstanbul: Alternatif Bilişim Derneği, 2011) s. 48-68.
[26] Yeni kuşağın sarkastik dili nasıl bir kıvraklıkla kullandığına ilişkin ilginç bir örnek verilebilir: Dünyaca ünlü yazar Elif Şafak’ın gezi protestoları sırasında Twitter’dan “başbakan vekili Bülent Arınç polisin-hükümetin hatalarını kabul edip gezi parkı göstericilerinden özür diledi. Bu adımı önemli & olumlu buluyorum” mesajına gençlerden birinin verdiği cevap şudur: “Ticari sağa çek”.
[27] Burada toplumsal iletişim ethos’undan toplumun kendisini kurduğu başat iletim teknolojisi tarafından belirlenen iletişimsel duygulanım ve davranışları belirleyen tinsel bir yönelim olarak söz edilmektedir. Bkz. Nalçaoğlu, 2011.
[28] Henri Bergson, Gülme, çev. M. Ş. Tunç (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı, 1997) s. 107.
[29] Ekşi Sözlük sitesinin önsözünde karşılığını bulan “Bu sitedeki hiçbir şey doğru değildir” ifadesi, “doğru” kavramının farklı bakış açılarına göre değişkenliğini, müphemliğini ve yorum yapmak için sözlük yazarları tarafından girilen her “entry” nin subjektifliğini ortaya koyar gibidir. Bkz. https://eksisozluk.com/, erişim:12.09.2013
[30] Zaytung sitesinin ana sayfasında şu ifade yer almaktadır: “Sitede yer alan tüm yazılı ve görsel materyal, html kodlarına varıncaya kadar yalandır uydurmadır.” Bkz. http://www.zaytung.com/index.asp, erişim: 12.09.2013
[32] Aaktaran Çamlıbel, Bahadır Baruter’le söyleşi, “Mizah 30 yıl sonra sokağa geri döndü”, Hürriyet Gündem http://www.hurriyet.com.tr/gundem/23522576.asp erişim: 29.06.2013. Gezi olaylarında öne çıkan mizahi gülmeyi, yalnızca karnavalesk, eleştirel ve muhalif boyutuyla tanımlamak yanlış olacaktır. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında mizahın, kitle iletişim araçlarına yüklenen işleve benzer biçimde “terbiye ve eğitim” aracı olarak da kullanıldığını biliyoruz. Bergson, “Gülme” isimli yapıtında gülme eyleminin “herkesin tepesindeki utandırma heyulası” olduğunu vurgular. Buna göre gülme eylemi, bir terbiye aracı olarak insanların ve olayların özel bir nevi dalgınlığını cezalandıran toplumsal bir jesttir (Bergson, s. 63). Öyleyse gülme eyleminde “topluma yönelik bir uyumsuzluk” söz konusudur. Gülünen kişi, utandırılarak, küçültülerek, davranışını düzeltmesi gerektiği ima edilerek topluma uyum göstermesi sağlanır. Bu noktada mizah bir “pansuman” medium’u olarak kullanılarak toplumun açmazlarını gidermeye çalışır. Türk entelijansiyasının gülme’ye ve mizah’a dönük yaklaşımları Fransızca literatürden Bergson kaynaklı olarak gelişmiş; M. Şekip Tunç’tan Hilmi Ziya Ülken’e kadar geniş bir yelpazede Türk düşünce tarihini belirleyenlerin metinlerini takip eden mizahçılar (Aziz Nesin vb.) da yakın zamana kadar Bergson temelli bir mizaha yakın durmuşlardır (Özge Mumcu, Levent Cantek’le söyleşi,“Türkiye’de Mizahın Anlamları”, erişim:12.04.2012 http://www.ozgemumcu.com/2011/11/turkiyede-mizahn-anlamlar.html).
[34] Freud, Espri Sanatı (Espri ve Esprinin Bilinçdışı ile İlişkileri), çev. E. Alkan (İstanbul: Toplumsal Dönüşüm, 2. baskı 1999).
[35] Kör Kütüphanecinin sözünü ettiği kitap, Aristoteles’in Poetika’sının ikinci bölümü olan ve zaman içinde kaybolduğu söylenen “Komedya” isimli eserdir.
[36] Eco, Gülün Adı, çev. Şadan Karadeniz (İstanbul: Can, 1997) s.534-537.
[37] Baudelaire, Gülmenin Özü, çev. İ. Yalçın (İstanbul: İris Mizah Kültürü 1997) s. IX.
[38] Bakhtin, Rabelais ve Dünyası, çev. Çiçek Öztek (İstanbul: Ayrıntı 2001) s. 93.
[40] Paz, Düşler Boyunca Yaratmak, çev. Ahmet Cemal (İstanbul: Can, 1990) s. 149.
[41] Bakhtin, Rabelais ve Dünyası, s. 108.
[42] Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları: Gizli Senaryolar, çev. A. Türker (İstanbul: Ayrıntı 1995) s. 237-239.
[44] Bakhtin, Rabelais ve Dünyası, s.101.
[45] Hannah Arendt, Şiddet Üzerine, çev. Bülent Peker (İstanbul: İletişim, 1997) s.51.
[46] Scott, Tahakküm ve Direniş Sanatları, s. 27-31.
[48] Bakhtin, Rabelais ve Dünyası, s. 118.
[50] Freud, Espri Sanatı, s. 129-198.
[51] Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, çev. Işık Ergüden (İstanbul: Ayrıntı, 1993).
[53] Perry Anderson, Batıda Sol Düşünce, çev. B. Aksoy (İstanbul: Birikim 1982) s. 128.
[54] Marcuse, Karşıdevrim ve Başkaldırı, çev. G. Koca, V. Ersoy (İstanbul: Ara, 1991) s.118.
[55] Bauman, Modernlik ve Müphemlik, çev. İsmail Türkmen (İstanbul: Ayrıntı 2003) s.19, 27.
[56] A. Badiou, Hadise’yi şöyle tanımlamaktadır: "Esaslı bir tarihi dönüm noktası ya da zamanda ve mekanda bir kopuş anı; dünyaya yeni bir şey getiren an. Bir doğum günü, bir spor müsabakası, hatta ölüm gibi sıradan bir olay değil, nizamı bütünüyle bozan bir vukuat. Nadir görülen ve öngörülemez bir vaka. 'Hadise'ler verili durumlarda, cari şartlarda kolay teşhis edilemez. Dolayısıyla, iyi tanımlanmış lokasyonları, adresleri yoktur." Badiou’dan aktaran Meram, “Hadise: Can ile Canan”, Express Dergisi sayı: 136 Haziran-Temmuz 2013 Özel sayı s. 3
[57] Žižek, İdelojinin Yüce Nesnesi, s. 44.
[59] Bakthin, Rabelais ve Dünyası, s. 45-47.
[60] Rabelais, Gargantua, çev. S. Eyuboğlu, V. Günyol ve A. Erhat, (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2000) s. 93-96.
[61] Aktaran: Grindon, “Carnival against capital: a comparison of Bakhtin,Vaneigem and Bey”.
[63] #direngeziparkı anketi: Direnişçilerin portresi, 2013 ve Konda Gezi Parkı Araştırması, 2013.
[65] Morreal, Gülmeyi Ciddiye Almak, s. 118.
[66] Freud, Espri Sanatı, s. 199.